Metin Karabaşoğlu: İkinci M. Kemal’e ya da Abdülhamit’e ihtiyaç yok

Karabaşoğlu’na göre mütedeyyin kesim, özgürlük kavramının ne kadar hayati olduğunu anlayabilmiş değil ve şu an, mezkur eksikliğin açmazlarını yaşıyor. Ona göre gerek Kuran-ı Kerim’de gerekse Risale-i Nur külliyatında istibdat düşüncesine meşruluk kazandırmak mümkün değil. Bu minvalde İslamcılığın kendisini, farklı tarihsel dönemlerde oluşmuş otoriter kültür üzerinden değil; Kuran’da vurgulanan siyasi prensipler üzerinden yeniden yapılandırması gerekiyor.

İslam Özkan islamozkan@gmail.com

İslamcılık ve dindar kesim üzerine yıllardır farklı değerlendirmeler yapılıyor, konu üzerine araştırmalar yoğun şekilde sürüyor. Dindar kesimi sahiplenen siyasi yapılar da aynı değerlendirmelerden payını alıyor. Bu değerlendirmelerin bir kısmı güncel olandan hareketle oluşturulsa da farklı dindarlık sosyolojilerinin yanı sıra tarihi ve toplumsal boyutunun da ihmal edilmemesi gerekiyor. Bu haftaki konuğumuz dindarlığını Risale-i Nur çizgisinde temellendirme mücadelesi veren Metin Karabaşoğlu.

Bediüzzaman İslam siyaset düşüncesine nasıl bakıyordu? Said Nursi, Abdülhamit döneminde nasıl bir siyasi tutum takınmıştı? Demokrasi ve meşrutiyet kavramlarına nasıl yaklaşmalı? İslami siyaset teorisi ne tür prensipleri öngörüyor? Türkiye’de mütedeyyin kesimler ne tür kırılmalar yaşadı? Fethullahçı Hareket'in bu kırılmadaki yeri neydi? Bu topraklardaki otoriter anlayış, hangi kaynaklara dayanıyor? Özgürlükçü bir dini düşünce mümkün mü? Kendisiyle yaptığımız röportajda sözü geçen sorulara yanıt aradık.

Metin Karabaşoğlu

SAİDİ NURSİ 'ÖZGÜRLÜĞÜMDEN VAZGEÇMEM' İFADESİNİ DİNDARLARA KARŞI SÖYLÜYOR

“Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” sözü Said Nursi’ye ait bir söz. Said Nursi’nin ve o dönemin İslamcılarının mevzuyu bu kadar net bir şekilde ifade etmesine rağmen mütedeyyin kitlenin özgürlükle ilişkisi son derece netameli görünüyor. Özgürlük meselesi günümüz Müslümanları açısından hak ettiği değeri görmemiş sanki. Ne dersiniz?

Dindar kesim hiçbir zaman özgürlük meselesinin değerinin farkında olmadı. II. Abdülhamit döneminde Bediüzzaman Said Nursi’yi, hürriyetle ilgili bu sözleri söylemeye mecbur bırakan şartlar, sonraki dönemlerde farklı şekillerde devam edegeldi; ki Bediüzzaman bunu ontolojik bir çerçeveye oturtarak söylüyor. Malum, en temel mesele olarak İslami açıdan baktığımızda iman, kişinin iradesini özgür bir şekilde kullanmasıyla gerçekleşen bir şey. Asr-ı saadette ölüm tehdidiyle Allah’ı inkâr eden sözleri söylemek zorunda kalan sahabînin durumuyla ilgili inen ayetleri hatırlayalım. İman’ın gerektirdiği fiillerle sorumlu olmamız, özgürlüğümüz içerisinde gerçekleşiyor. “Aklı olmayanın dini yoktur” buyuruyor peygamber efendimiz. En temel şey akıl ve iradedir. Aklı kullanabilmek için iradenin özgür olması gerekiyor. Bediüzzaman bu meseleyi söz konusu bağlama ve çerçeveye oturtuyor. Keza aynı şekilde fıkıhta cezaî ehliyet meselesine baktığımızda orada da yeminden, taahhütlerden ve akitlerden başlayarak kişinin zor altında olup olmaması, bir başka ifadeyle özgür iradesiyle hareket edip etmemesi dikkate alınır. Bütün bunları hatırlatır şekilde Bediüzzaman, “özgürlük imanın bir özelliğidir” diye ifade ediyor ve acı olan şu ki bunu kime söylüyor? Bunu zaten Müslüman olan kimselere ve olaylara bakışında ‘dine zarar gelmesin’ deyip bu defa istibdat rejimini güya din adına savunmaya kendilerini mecbur görenlere söylüyor.

O, Abdülhamit yönetimine yönelik açıklamaları ve yazılarında ‘istibdat’ ifadesini kullanıyordu. Peki bu yaklaşımından daha sonraki süreçlerde vazgeçtiği ya da pişman olduğuna dair bir ibaresi ya da ifadesi var mı?

Yok hiç vazgeçmedi. Şöyle; onunla ilgili Bediüzzaman’da değil ama onu takip eden bazı isimlerde apolejetik bir tutum görebiliyoruz. Sanki Bediüzzaman söylediklerinden pişman olmuş ya da görüşünü değiştirmiş gibi yansıtma çabaları var. Halbuki, böyle bir pişmanlık söz konusu olsaydı Risale-i Nurlar’ın Latin alfabesiyle yeniden neşri döneminde bu ifadelerini olduğu gibi muhafaza etmezdi.

SAİD NURSİ OTORİTERLİĞİN BÜTÜN TOPLUMU KUŞATTIĞINI SÖYLÜYOR

Abdühamit yönetimi hakkında istibdat kelimesini nerede kullanıyor Bediüzzaman mesela?

Örneğin 1911’de yazılmış olan “Münazarat” adlı eserinde geçiyor. Meşrutiyetin önemini vurguluyor, dolayısıyla saltanatın (illa saltanat olması da şart değil) otokrasilerin, yani tek bir kişinin herkes adına hüküm verdiği ve yöneticilerin kanunun üstünde olduğu, söylediği ya da yaptığının kanundan daha değerli görüldüğü yapıların değil, İslam’ın özüne uygun yapıların gerçekleştiği, şura ve meşveretin hâkim olduğu, kimsenin tek başına hakikati kuşatma iddiasına sahip olmadığı bir yönetimden bahsediyor. Diğer taraftan seçilmiş yöneticilerin de kamuoyu nezdinde sürekli bir denetlenmeye tabi olduğu yapıların, dolayısıyla dînî hassasiyet açısından bakıldığında saltanat ile meşrutiyet gibi iki alternatif arasında tercih edilmesi gerekenin meşrutiyet olduğunu anlatırken mesela “Münazarat”ta istibdat kelimesini kullanır. İslam tarihine dönük problemlerin özünde istibdadın olduğunu, hilafetin saltana dönüşmesi neticesinde güç ve iktidarın Müslümanlar ya da halk adına değil, onlara rağmen ve onları baskılamak için kullanılmasının bütün rezaletlerin anası olduğunu söyler. Bir de meselenin sadece yukarıda kalmadığını, bu otoriterliğin yukarıdan aşağıya sirayet ettiğini anlatır. Müstebit bir yöneticinin işlediği yanlışlar sultanlarla da sınırlı kalmıyor, valiler vs. de aynı yanlışları işliyor. Geliyorsun bu kez eğitim ya da manevi terbiye kurumlarına, ya da eve ve aileye, köye kasabaya. “İstibdadın parçalara ayrılmış bir şekilde yapılandığını ve bütün bir toplumu kuşattığını ve insani donanımları kullanılamaz hale getirdiğini görüyoruz” diyor. O, bütün bunları İslam tarihi açısından anlatır. Aynı şekilde Divan-ı Harbi Örfi’de de bu vardır.

SALTANAT DOĞU'DAN GELDİ DİYE İSLAMÎ, DEMOKRASİ BATI'DAN GELDİ DİYE İSLAM DIŞI OLAMAZ

Bir de bildiğim kadarıyla Said Nursi bu söylediklerini hem teorize etmiş hem de kendi hayatında göstermiş. Peki Said Nursi, daha derinlere iniyor mu? Örneğin İslam siyaset teorisine bakışı nasıl? Maverdi başta olmak üzere İslam siyaset teorisyenleri mevcut statükoyu ya da zulüm düzenini meşrulaştıran eserler kaleme almışlar. Ancak Kuranı Kerim’e baktığımızda tam tersi bir bakış var. Örneğin "Biz Davud (Peygamber’i) yeryüzünde adaleti ikame et diye gönderdik" diyor. Başka bir ayette de “Biz ezilenlere lütufta bulunmak ve onları yeryüzünün mirasçıları ve önderleri kılmak istiyoruz” ayeti kerimesi geçiyor. İslam tarihinde bu ilkelerden hareket eden bir siyaset teorisi ortaya konmuyor. Bediüzzaman bu siyaset teorisine eleştirel bir yaklaşım getiriyor mu?

Temel çerçevesi açısından şöyle bir problem görüyor: Saltanat Arapça bir kelime ve asırlardır devam eden bir yönetim tarzı. Dolayısıyla Müslümanlar tarafından sürdürüldüğü için sanki saltanat İslami imiş ya da İslami ilkelere uygunmuş gibi bir algı var. Bediüzzaman kendi şartları içerisinde böyle bir sorunun varlığını tespit etmiş. Öbür taraftan meşrutiyet, demokrasi ve özgürlükle ilgili fikirler Batı’dan geliyor, dolayısıyla ‘saltanat İslamidir; meşrutiyet ve demokrasi gayri İslamidir’ gibi bir algıyla yaklaşılıyor meseleye. İslam tarihine ya da İslam siyaset teorisine bakmadan önce bu konuda Kuran-ı Kerim ne diyor ona bakmak lazım. Birçok düşünür Kuran-ı Kerim’in net bir rejim tarifi yapmadığını ancak temel ilkeleri koyduğunda hemfikir. Zaten Kuran’dan beklenen de odur. Temel ilkeler belirlenir, ama yönetim biçimi zamana ve bölgeye göre farklılık arz edebilir. Kuran’ın zaman ve mekânlar üstülüğü zaten temel ilkelerin öne çıkmasını gerektiriyor. Bediüzzaman’a göre adalet temel ilkedir, meşveret temel ilkedir, kimsenin otoritesinin Kuran’ın üstünde ve hukukun üstünde olmaması temel ilkedir, özgürlük de böyle. Bu dört temel ilkeyi teminat altına alan yapıların İslamiliğinden bahsedebiliriz bunların dördü de esasen birbirini gerektiriyor. Bu ilkelerden birinin paranteze alındığı bir siyasi yapının İslam’a uygunluğundan bahsedilemez. Bediüzzaman, Kuran’a referansla bunu net bir şekilde ifade ediyor. Bu anlamda tarih açısından baktığımızda Efendimiz (a.s.)’den sonra Hulefa-i Raşidin yönetimi olduğunu, bu dönemde az önce bahsettiğimiz özgürlük ve adalet ilkeleri çerçevesinde bir yönetimin inşa edildiğini ancak bu dönemden sonra yönetimin saltanata dönüştürüldüğünü ifade eder. Onun İslam tarihine siyasi konularla ilgili bakışı eleştireldir. İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan sorunların dahi siyasi istibdattan kaynaklandığını söylüyor. Siyasi istibdadı, ilmi istibdadın evladı ve ilmi istibdadı da siyasi istibdadın pederi olarak gördüğünü ifade ediyor. İlmi istibdattan kastı, ilmî bir meselede başka birini taklit etmek ve aklını onun eline vererek kendi özgür iradesinden ve aklı kullanmasından vazgeçmek.

KEMALİSTLERİN HOYRAT YAKLAŞIMINDA ABDÜLHAMİT’İN DİNİ ARAÇSALLAŞTIRMASININ ROLÜ VAR

Bir de işin pratik yönü var, Said Nursi’nin dönemin yöneticilerine pek eyvallah etmediği söyleniyor.

Evet, dönemin Hamidiye Alayları Paşası Nemrut Paşa’yla vs. mücadelesi var. Evet doğru. Onun bu tavrı daha medrese hayatında başlıyor. Malum Said Nursi, dindar bir figür ve din adına istibdat uygulayan isim ise Abdülhamit. Ne yaptıysa din adına yaptı gibi görülüyor. Sonrasında tabii İttihatçıların yaptıkları, imparatorluğun yıkılmasına neden olan birçok icraata imza atmaları, öte taraftan Kemalizm’in ve Kemalistlerin dindarlara karşı hoyrat yaklaşımları, sanki Abdülhamit’in onlara kıyasla yunmuş yıkanmış olduğuna ilişkin bir algı oluşturdu ve gelen gideni aratır felsefesinin yaygınlaşmasını beraberinde getirdi, ama bu doğru değildi.

Esasen bu ellili yıllardan sonra ortaya çıkan bir algı. Halbuki Abdülhamit döneminde yaşamış olup da onun dönemini hayırla yâd eden, yaptıklarını meşru gören İslamcı bir aydına ya da kanaat önderine rastlamıyoruz. Mevzuya şöyle bakmak gerekiyordu aslında: Kemalistlerin ya da İttihatçıların dine ya da dindarlara karşı hoyratça yaklaşımında, Abdülhamit’in dini, siyaset için araçsallaştırması, özellikle dini kullanarak en temel insani değer olan özgürlük ve adaleti devre dışı bırakmasının rolü var.

Yapılması gereken Kemalizm’in yanlışları üzerinden Abdülhamit’i kutsamak ve günümüzde de üçüncü bir Abdülhamit arayışına girmek değil tam aksine Kemalizm'in hangi şartlarda ortaya çıktığı üzerinde kafa yormak gerekir. Dinin siyaset adına kullanıldığı ve dinin iki temel ölçüsü, adalet ve özgürlüğün güya din adına yok sayıldığı dönemlerin eleştirisinin yapıp benzer hataları tekrarlamama gayreti içerisinde olmamız gerekir. Said Nursi, daha çocukluğundan itibaren, medrese hayatında da hocaların tutumlarında, ikna edici değil de dikte edici bir tutum gördüğünde medreseyi bırakıyor.

.

DEVLETÇİ VE MİLLİYETÇİ TUTUM, MÜSLÜMANLAR AÇISINDAN TEHLİKELİ

Namık Kemal’de, Ali Suavi’de, Mehmet Akif’te ve diğer birçok İslamcı aydında görüldüğü gibi İslamcılık, Osmanlı’da ilk çıktığı andan itibaren istibdada, saltanat ve tek adam yönetimine karşıt bir tutum ortaya koymuşken daha sonraki süreçlerde statüko yanlısı ve tek adam yönetimini olumlayan bir tutuma rastlıyoruz. Sizce kırılma nerede ve nasıl yaşandı?

Bence büyük ve önemli bir soru. Biz bunu yeterince konuşmadık diye düşünüyorum. Bunu konuşmamız gerektiğinde de iki nokta bana özellikle -olay tamamen bundan ibarettir demek istemiyorum ama- bunlardan birincisi şu: Kemalizm’in çok hoyrat bir şekilde dinin bütün gösterenlerine yüklenmesi ve kamusal alanda dinin görünürlüğüne itiraz ederek din karşıtı totaliter bir yaklaşım sergilemesi, dindar insanların tekke ve camilerine kadar dokunması. Devlet o dönem ezanın, kametin nasıl okunacağına, hutbelerin hangi dilde ve nasıl bir içerikle okunacağına dair müdahale etmiş. Dinin tamamen eve hapsedilmesinden yana olmuş. Dinin yaşanması lazım ve sokakta, kamusal alanda konuşuluyor olması lazım, dindarların bu çerçevede kendilerince açık bulabildikleri bir alan milliyetçilik ve devletçilik. Dindarlar milliyetçiliğe sığınır ve buradan kendilerini ifade ederlerse baskıyı kırabileceklerini, devlet nezdinde de kendilerine müsaade edileceğini görüyor ve düşünüyorlar. Özellikle 40’lı yıllardan başlayarak kanaat önderi ve âlim diyebileceğimiz bazı isimler bu söyleme sarılmışlar. Demokrat Parti’yle birlikte bu söylem daha da geliştirilmiş. Ama ben bu söylemi tehlikeli buluyorum. Dine alan açmaya çalışırken aslında devletçi ve milliyetçi bir söyleme kapılıyorsunuz. Dolayısıyla deyim yerindeyse dindarların sağcılaşması denilen olgunun ortaya çıkışında bu dediğim pratik bir tutum rol oynuyor ve pragmatik bir alan açma arayışı var. Böyle bir felaketle sonuçlandı diye düşünüyorum. İkinci olarak ellili yıllarda sömürgecilik karşıtı hareketler bazı İslam ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından kurtarıcılar ve kurtarılması gereken kişiler olmak üzere iki kategori ihdas edildiğini görüyoruz. Mısır’da Abdünnasır’ı örnek olarak zikredebiliriz. Sömürge sonrası süreçte yeni devletler kurulurken Mısır, Müslüman Kardeşler ve Pakistan Cemaat-i İslami gibi bir takım hareketlerin toplumu yukarıdan aşağı dizayn etmeye ve değiştirmeye çalıştığını görüyoruz. Devlet yapılanması üzerinden toplumu dönüştürmeyi ve İslamileştirmeyi hedefleyen eğilimlerin ortaya çıkığını görüyoruz. Bu noktada ben yukarıdan değişimi esas alan İslamcı hareket modellerinin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama özellikle 60’lı yıllardan itibaren bu etkili olmaya başladı, ancak bunun üzerine Türkiye’de çok fazla kafa yorulduğunu düşünmüyorum. Üçüncü bir nokta olarak belki, birinciyle irtibatlı olarak 50’li yıllardan sonra ortaya çıkmış bazı dindar figürler var. Abdülhamit dönemi ya da Osmanlı'nın son döneminde İslamcı düşünürlerin ciddi bir arka planı var, ama âlim diye tanımlayamayacağımız aydın ya da entelektüel diyebileceğimiz bazı isimler üzerinden oluşmuş bir İslamcılık anlayışı var. Necip Fazıl bunun en tipik örneğidir. Devlet ve toplum tasavvuru bakımından böyle bir eğilim var.

NECİP FAZIL, ÖNEMLİ BİR KIRILMA NOKTASINI TEMSİL EDİYOR

Şu anda İslamcıların en azından bir kısmının sahip olduğu otoriterliğin arka planında Necip Fazıl’ın din anlayışının yattığını mı düşünüyorsunuz?

Onun “İdeolocya” adlı eseri, bu toplumda yeterince okunmuştur ve eleştirilmiştir diyebilir miyiz? Necip Fazıl aklıyla ve vizyonuyla geleceğimiz yer burasıdır. Şaşırtıcı bir şey değil. Referansımız o ve benzeri İslamcı düşünürler olduğu sürece farklı bir yere gelinemezdi.

Kendi dönemi ve bağlamı içerisinde bir anlamı olabileceğini ama bu düşüncelerin günümüze taşındığında sıkıntılı olabileceğini düşünüyorsunuz.

Evet.

Belki biraz hızlı bir geçiş olacak ama günümüze gelirsek yeni kurulan ya da yakın zamanda kurulacak siyasi partilerin bu konuştuklarımız açısından yeni bir soluk olacağını düşünüyor musunuz? Şu an içinden geçmekte olduğumuz günlerde solumakta olduğumuz ağır havanın yumuşaması bakımından bir işlev göreceklerini düşünüyor musunuz?

Şimdi esasen Türkiye’nin 2014-15 öncesine baktığımızda bunun yanıtını verebiliriz. 2000’lerin ortasında ve 2010’ların başlarında partiler arasında duygusal ya da düşünsel bir hoşnutsuzluk oluşmuşsa da AK Parti’ye oy veren kesimlerin oy verebileceği başka partiler vardı aslında. Kendisini daha dindar olarak tanımlayacak partiler o dönemde Saadet Partisi ve Has Parti olarak ikiye bölünmüştü. Dînî değil de milli hassasiyetlerle oy vermeye karar vermişse bu kez de DYP gibi bir parti mevcuttu. Bu partilerden HAS Parti, yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık yüzde 2.5, 2007’de ise DYP yüzde 5 civarında bir oy almıştı. Ama iki partinin sonrasında kendini feshedip liderlerinin AK Parti’ye geçmesiyle birlikte o dönemde yaptıkları açıklamalarla da çelişen icraat ve söylem sürdürdüklerini görüyoruz. AK Parti’nin tek parti haline gelişi ve bütün siyaseti domine edişi ona oy veren zemin açısından baktığımızda, 2013 ve 14’lerden sonra gerçekleşen bir şey. Burada haklı ve doğru bir noktadan başlamakla birlikte solun sokak devrimi hayallerinin de etkisiyle bambaşka bir mecraya evrilen, aynı zamanda da dînî değerlere karşı hoyratça bir tutumun hâkim olduğu Gezi olaylarının da önemli bir rol oynadığını görüyoruz.

DEMOKRASİYİ DİĞER YÖNETİMLERDEN AYIRAN ŞEY SEÇİM DEĞİL, KAMUOYUDUR

O süreçte Fethullahçılık da bir anlamda iktidarı paylaşır durumdaydı. Ki bunun özeleştirisi hâlâ yapılabilmiş değil. Fethullahçılığın gayrimeşru bir şekilde, seçilmiş olmadığı halde devletin kendisine bahşetmiş olduğu alanlar üzerinden seçilmiş bir iktidara karşı darbe girişiminde bulunması, iktidara yönelik herhangi bir eleştirinin kolay bir şekilde mahkum edilmesine ve ihanetle tanımlanır hale gelmesine yol açtı. Diğer taraftan ise kamuoyu her zaman dengeleyici bir unsurdur. Benim Bediüzzaman’da da gördüğüm önemli bir noktadır bu. Demokrasiyi diğer yönetim modellerinden ayıran husus, yöneticilerin belirli aralıklarla halk tarafından seçilmesi değildir. Kamuoyu diye bir şeyin varlığıdır ve bu demokrasinin ana karakteristiği, yöneticilerinin yaptıklarının kamuoyu açısından sürekli olarak denetlenmesidir. Şu an içinden geçmiş olduğumuz ortam kamuoyu denetimini ortadan kaldırdı, çünkü öte yandan medyada tekelleşme süreçlerini görmekteydik. Bu süreç, AK Parti’nin hayrına mı oldu, hayır. Eleştiri iklimi devam edebilse ve denetlenebilseydi kendisini yeniden üretebilir ve kendisini MHP’ye ve kelimenin her iki anlamıyla Devlet’e mahkum etmezdi. Bana göre kesinlikle yanlış bir yol seçildi, Türkiye’nin ortak akla ihtiyacı var. Dindarların bu topluma siyasal anlamda kazandıracakları şey, konuşmamın başında da ifade ettiğim gibi hürriyetin, adaletin, meşveretin ve hukukun üstünlüğü iken bu kesim ve bu kesimle birlikte AK Parti bunu terk etti ve Recep Tayyip Erdoğan figürü üzerinden yeni bir Abdülhamit ya da Mustafa Kemal üretme yoluna gitti. Tabii en başta bu figürün kendisinin sorumluluğu var. AK Parti olarak yanlış bir siyasetti, başladığı noktayla kabili telif olmayan bir tutumdu bu. Ayrıca dünya, kuşaklar değişiyor, iletişimin imkânlarının güçlendiği ve seçeneklerin bu kadar arttığı bir dönemde, her alanda büyük bir çeşitlilik ve rekabet var ama siyasete geldiğinizde ise tek bir siyasete mahkum oluyorsunuz. Bunun böyle olmasında şaşılacak bir şey yok, (Yeni partilerin kuruluşunu kast ediyorum) olması gereken şey gerçekleşiyor. Su, kendi doğal mecrasını buluyor. Sonuçta partiler ne olur ne gider bilemem. Alternatif partilerin varlığı dahi önemlidir.

Ancak mütedeyyin yazar çizerlerden bazıları siyaset alanında boşluk yok, ne gerek var, diyorlar.

Bunun yanıtını yeni kurulan partilerin liderleri verecek. İkincisi halk verecek. Toplumda bu partilerin karşılığı varsa seçimlerde ortaya çıkacak.

Bir mantalite olarak bir şey değişeceğini düşünüyor musunuz? Davutoğlu başbakan olduğu dönemde başkanlık sistemini savundu, bununla ilgili görüntüler de sosyal medyada mevcut. Şimdi ise parti programında parlamenter sistem vurgusu yer alıyor. Burada da Davutoğlu’nu destekleyenler, “Onun istediği sistem bu değildi” diyorlar.

Ben siyasetçiler söz konusu olduğunda, insanlar geçmişte yanlış düşünebilir ve bu hatalarını düzeltebilirler diye düşünüyorum.

Ama bir özeleştiri vermesi gerekmiyor mu? İnsanlar olgunlaşırlar, tekamül ederler bu ayrı bir şey. Bir düşüncenin tam zıttını savunduğunuzda fikrinizi neden değiştirdiğinizi açıklamanız gerekmiyor mu? Kastettiğim, yeni partilerin de AK Parti’nin içinde olduğu benzer sorunlardan mustarip olduğunu düşünmüyor musunuz?

Bunun yanıtını verecek olanlar bu açıklamaları yapanlardır.

.

İSLAMİ CAMİA, KARİZMATİK LİDERLİK VE KİŞİ MERKEZLİ BİR ARAYIŞ İÇERİSİNDE

Elbette ama AK Parti’nin sıkıntıları sadece ona ait değil aynı zamanda mütedeyyin kitlenin büyük bir bölümünde de var olan sorunlar gibi geliyor bana. Dolayısıyla köklü bir değişim gerekiyor sanki.

Elbette, dindar camiaya baktığımızda, meseleyi siyasete indirgemeden, genel olarak tutumlarımıza baktığımızda biz karizma üzerinden yol almaya çalışan bir topluluğuz. Cemaatlerde de hatta kendini cemaat karşıtı olarak tanımlayanlarda da orada da hep kişi karizması merkezde. Şairlerimiz var mesela, onların her dediğine eyvallah diyen bir kitle var. Buradaki bağnazlığı tarikatlarda bile göremiyoruz. Bu, siyasetle ilgili değil sadece. Eğitime, manevi alana ve din eğitimi alanlarına baktığımızda hep buralarda epistemik cemaatler ve karizmatik figürler görüyoruz. ‘Filan böyle demiş’ dediğinizde akan sular duruyor bu cemaatler içerisinde. Edebiyat, sanat çevrelerine de baktığımızda da aynı şey. Dolayısıyla ben dindar camianın genel olarak özeleştiri yapması gerektiğini düşünüyorum, ama bu sadece siyasilerin yapması gereken bir şey değil. Ama öncelikli olarak tabii bu özeleştiri siyasilerden bekleniyor doğal olarak.

FETHULLAHÇILIK, KİŞİ MERKEZLİ BİR HAREKETTİ VE DİNİ ARAÇSALLAŞTIRDI

Gülen Hareketi, kendisini Risale-i Nur Hareketi'nin bir parçası olarak görüyordu. Ama bu iddiası tabii Risale-i Nur camiası içinde kısmen kabul görüyor kısmen de görmüyordu. Bu yapının da tıpkı iktidar gibi güç zehirlenmesine uğradığı için başına bunların geldiğini düşünmüyor musunuz?

Bediüzzaman, Abdülhamit döneminde doğmuş büyümüş bir genç olarak istibdadın sonucunu hayatın bütün alanlarında gördü. Allahu Teala’nın insana bahşetmiş olduğu o güzel donanımları körelten, kısıtlayan hatta bir kısmını mahveden sonuçlarını gören, gözlemleyen biri olarak Said Nursi, (şayet onu sevenlere Risale-i Nur Hareketi diyebiliriz, bu arada onun cemaat tanımı bütün ümmeti kapsar) kendi bölgesindeki insanlar kendisine bu unvanı verdiği halde, kişi ve karizma odaklı oluşumların hem siyasette hem de ilim ve manevi terbiye alanında olumsuz sonuçlarını gördüğü için kendisinin kişi merkezli bir hareket kurma çabası içinde olmadığını görüyoruz. Açık ifadesidir, "Fikirler fani şahıslar üzerine bina edilmez" diyor. Hayat devam ediyor ve hayat, karşımıza sürekli yeni sorular çıkarıyor. Dolayısıyla "İlelebet sürecek olan meseleler fani şahıslara bağlanamaz" diyor. Örneğin kendisine bir şey sorulduğunda "Benim bir reyim var" diyor. Meşveret ilkesini önemsiyor, "Ben de bir talebeyim" diyor. "Yazdıklarım içerisinde güzel şeyler varsa bunlar benim şahsıma ait değil, Kuran’a aittir" diyor. Ama "Kusurlar bana aittir" diyor. Talebeyim diyerek aslında kişi odaklı bir yaklaşım sergilemek yerine ilke üzerinden gidilmesini salık veriyor. Ama maalesef bu ülke, otoriterlik açısından oldukça verimli olduğu için şura merkezli bir yaklaşım fazla neşv ü nema bulmuyor.

FETHULLAHÇILIK, RİSALE-İ NUR’DAN BİR SAPMADIR

Peki Gülen Hareketi'ni Risale-i Nurlardan bir sapma olarak mı görüyorsunuz?

Evet kesinlikle bir sapmadır. Şöyle açıklayayım, yine Abdülhamit örneği üzerinden gidersek onun Kuran’ı iyi anlayamamış biri olduğunu söyleyemeyiz. Orada politik bir çerçeve vardı ve din dahi orada araçsallaştırıldı. Aynı şey Fethullah Gülen için de geçerli. Dolayısıyla bu hareketin lider kadrosunun Risale-i Nur okumadıkları ya da onu anlamadıklarından ziyade burada eklektik bir şey gerçekleştirildi. Deyim yerindeyse hepsini anladı ama işine geleni uygulayıp işine gelmeyeni uygulamama cihetine gidildi. Mesela, Eski Said döneminde yazılmış özgürlük ve adalet odaklı o metinlerin görmezden gelinmesi, öte yandan Bediüzzaman’ın kişi odaklı bir harekete müsaade etmediğini açıkça ifade eden mektupları, hep bunlar göz ardı edildi. Bediüzzaman’ın bir otoritesi ve dindarlar nezdinde bir itibarı var, insanlara ulaşmada bir söylem avantajı sağlıyor. Bundan faydalanma durumu söz konusu. Ama buna karşılık deyim yerindeyse faydalanabileceği kadar faydalanıyor, işine gelmediği yerde ise başka bir arayışa giriyor. Yıllar önce formülleştirdiğim bir ifade vardı, istifade ile başlayan süreç, suistimal ve istismarla sonuçlandı. Kalem erbabı olduğumuzdan dolayı Risale-i Nur külliyatına ilişkin yazıp çizdiğimiz meselelerle ilgili o yapı içerisinden konuştuğumuz, istişare ettiğimiz insanlar vardı. Ta o dönemden beri o yapının sorunlu bir yapı olduğunu biliyor ve bunu dile getiriyorduk.

Peki devlet içerisinde belirli bir yapının bu hareketi uzun süredir desteklediğine ilişkin bir yaklaşım var...

Bu devlet ya da başka devletler bir güç oluşumu söz konusuysa bu ister dini bir yapı ister seküler bir yapı olsun, bu yapının kendi aleyhine mi lehine mi olduğunu araştırır, bunu kullanabilir. Bunun etüdünü yapar. Bu, bütün yapılar için geçerli.

.

OLAYLARI KOMPLO TEORİLERİ ÜZERİNDEN OKUMAK, KOLAYCILIĞA KAÇMAKTIR

Bu arada Yeni Asya gazetesinin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular'ın, "Bize geldiler devlete hizmet noktasında bir takım şeyler teklif ettiler. Fethullah Gülen kabul etti biz etmedik" şeklinde açıklamaları basında yer aldı biliyorsunuz.

Olayı bunun üzerinden okumanın kolaycılık olduğunu düşünüyorum. Bu devletin ya da başka devletlerin bu yapıları kendince kullanmaya çalışması mümkün bir şeydir. Fakat olan biteni açıklamaya çalışmak kendi yapmamız gereken özeleştiriden alıkoyar. Birileri bizi kullanmak istiyor da biz bunun farkında mıyız, biz kendi ilkelerimizi nasıl koyacağız, doğru ve düzgün ilkeler belirledik mi? Aklı selim ve kararlılıkla hareket edebiliyor muyuz? Buna göre sonuç değişir. Biz bir kişiyi karizmatik otorite haline getirdiysek sorgulanamıyorsa, Kuran ve Sünnetteki temel ilkelerden hareketle değerlendirilemiyorsa bir kişiyi etkileyen herkesi etkileyebilir. Sorun hepimizdedir.

CEMAATLER YUVAMIZ MI OLACAK HAPİSHANEMİZ Mİ OLACAK, ASIL MESELE BURADA

Ama şöyle bir durum da var, bir insan dini öğrendiği kişiyi nasıl sorgulayabilir ki?

Ben şöyle diyorum İslam Bey, bunu 15 Temmuz sonrası özellikle dini yapılara verdiği zarar üzerinden hem farklı insanların bulunduğu bir ortamda hem de bir yazımda imalı bir şekilde ifade etmiştim. Yuva başlıklı bir yazımdı. Bu cemaat yapıları bizim hapishanemiz mi olacak yuvamız mı olacak? Bir kuş açısından bakarsak beslendiğimiz ve uçmayı öğrendiğimiz yerdir yuva. Şayet bir yapı, bizim uçmamıza müsaade etmez hale gelmişse orası bizim için kafes ya da hapishane olmuştur. Dolayısıyla bir kanaat önderi, kanatlarımızı kullanmamıza izin vermiyorsa bizim için bir gardiyana dönüşmüş demektir. Onun bulunduğu yapı, yuva olmaktan çıkmıştır artık.

KEMALİZM, HER KESİM TARAFINDAN İÇSELLEŞTİRİLDİ

Peki gerek muarızlarıyla ilişkiye girme biçimi gerekse karşıtlarını tasfiye etme noktasındaki stratejiler bakımından Gülen Örgütü’nün taktikleriyle iktidarınkilerin benzerlik arz ettiğini hatta bazen aynileştiğini düşünüyor musunuz?

Ben genel bir ifade söyleyeyim. Türkiye’de deyim yerindeyse düşünsel ve davranışsal Kemalistlerin sayısı, kendisini Kemalist olarak tanımlayanlardan çok daha fazladır. Kemalizm’in yaklaşım biçiminin bu toprakların farklı ideolojilere sahip insanları tarafından içselleştirildiğini düşünüyorum. Dahili ve harici bedhahlar söylemi, hep böyle bakıyorsak hayata, sorun oluşturur. Bu söylemi benimsedikten sonra Kemalizm’den şikâyet etmek de aslında güç onlarda olduğu için yapılan bir şikâyetten öteye gidecek değildir.

Bu yaklaşımı Kürt sorununda da görmek mümkün. Said-i Nursi Kürdistan ifadesini açıkça kullandığı halde dindarların ve Risalei Nur talebelerinden bir kısmının bunu kabullenememe gibi bir tutumu var. Bu yüzden de dindar kesimden Kürt sorununa özgürlükçü bir yaklaşım geliştiren pek fazla kişi ya da oluşum çıkmadı.

Buna cevabımı bir cümleyle bile özetleyebiliriz. Bediüzzaman aklı ve fikri ulus devlet şartlarında biçimlenmiş değildi. Bu toprakların insanları ise yani biz Milli Eğitim’in ulus devlet odaklı eğitiminden geçmiş insanlarız. Biz bu koşullarda yaşıyoruz. Biz ulus devlet kalıpları içerisinde düşünüyoruz ve tavrımızı ona göre geliştiriyoruz. Bu meselede kendini Kürtçü olarak tanımlayanların da aynı şekilde baktıklarını görüyoruz. Hâlbuki yapılması gereken ulus devlet paradigmasının aşılmasından geçiyor.

Bu aydınlatıcı röportaj için çok teşekkür ediyoruz.

Metin Karabaşoğlu kimdir?

Metin Karabaşoğlu 1964’te İzmir, Tire’de doğdu. 1985’te İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Okul yıllarında yazmaya başladığı Köprü dergisi ile Karakalem ve Zafer dergilerinde; İz Yayıncılık, İnsan Yayınları ve Zafer Yayın Grubunda editörlük; Yeni Asya gazetesinde köşe yazarlığı, Nesil Yayın Grubu'nda yayın danışmanlığı yaptı. Beş kitaplık Kur’ân Okumaları dizisi başta olmak üzere, İz Yayıncılık tarafından yayınlanmakta olan otuz civarında kitabın yazarıdır.

Tüm yazılarını göster