Metin Oktay; sahaların gönülçeleni, futbolun seksi çalımı

Metin Oktay, Türkiye Güzel Çağı’nın gönülçeleniydi. Türkiye toplumunun gönlünü çeldi Metin Oktay. Sahada ve saha dışında. Erkeklerin de, kadınların da. Çok güzel goller atıyordu ve çok güzel, çok yakışıklı bir genç adamdı. Kadınlar da, erkekler de onu görmeyi arzu ediyordu, ederdi. Sahadaki estetiğini seyircilere, gollerini takım arkadaşlarına armağan gibi sunuyordu.

Ahmet Tulgar ahtulgar@gmail.com

Eğer Türkiye futbolunun bir Güzel Çağı’ndan (Belle Époque) bahsedeceksek, bu, 1950’lerin ikinci yarısından 1970’lerin başına kadar süren dönemdir. Skor mühim değil, insanlardı güzelleştiren futbolun o çağını. Hepsini sayamam şimdi ama işte bazıları da şunlar 15 yıllık o çağın futbolcularının; Lefter Küçükandonyadis, Can Bartu, Ercan Aktuna, Sanlı Sarıalioğlu, Suat Mamat, Nedim Doğan, Turgay Şeren, Kadri Aytaç, Yasin-Gökmen Özdenak Kardeşler, Birol Pekel, Şenol Birol… Gol… deyince elbette asıl Metin Oktay. Güzellik, güzel deyince de… Futbolun Güzel Çağı’nın en güzeli

Metin Oktay

Belle Époque(Güzel Çağ), Avrupa’da 19’uncu yüzyıl sonlarından 20’nci yüzyılda Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar süren bir zaman kesitiydi. Bilim, sanayi ve toplumsal mücadele alanındaki gelişmeler sonucu yaşam şartları olumlu anlamda değişen Avrupa orta ve üst sınıflarının özgürleştirici bir estetikle kendisini ifade eden bir yaşam tarzına yöneldiği, sanat (ekspresyonizm), müzik (atonal), eğlence hayatı (kabareler), moda (kadınların korseden kurtuluşu) ve sporda (ilk modern olimpiyatlar, profesyonel futbolun başlangıcı) önemli bir değişim ve hareketliliğin yaşandığı bir dönemdir bu.

Türkiye’nin de Belle Époque’u futbol ile sınırlı kalmamıştı tabii ki, sadece bu ülkedeki, 50 yıldan fazla geç kalmıştı.

1950’lerin ikinci yarısında, önce yavaş yavaş, sonra ivme kazanarak gelişen, değişen sanat, spor, moda toplumsal yaşam ve çok önemli toplumsal mücadeleler alanına bakın bir… Edebiyatına, sanatına, popüler kültürüne, futboluna… Tarayın isimleri, olayları…

Sonra 12 Mart 1971’e gelindi, dayanıldı işte. Toplumsal güzelliğe de bir darbeydi bu; esas toplumsal güzelliğe darbeydi, 11 yılda toplumun politik ve estetik arayışına müdahale eden bu ikinci askeri darbe… Bir daha da öyle bir dönem olmadı fikrimce, her şeye rağmen bir güzellik arayışı dönemi yani, bir güzellik iştahı dönemi, bir Belle Epoque

Metin Oktay, Türkiye Güzel Çağı’nın gönülçeleniydi. O 15 yıl boyunca, Türkiye toplumunun gönlünü çeldi Metin Oktay. Sahada ve saha dışında. Erkeklerin de, kadınların da.

Çok güzel goller atıyordu ve çok güzel, çok yakışıklı bir genç adamdı. Kadınlar da, erkekler de onu görmeyi arzu ediyordu, ederdi. Daha İzmirspor’da oynadığı yıllarda onun yüzünden genç kadınlar takımın antrenmanlarını izler olmuştu.

Sonraki yıllarda gazetelerde yer alan özel hayatına dair magazin haberleri ve oynadığı filmlerin de etkisiyle, gol atmakla cinsel duhul (penetrasyon) bir toplumun algısında ve argosunda örtüşürken, futbol seksi bir şey, seks ise sportif bir şey olacaktı onun yüzünden. Her ikisi de artık karşılıklı etkileşimde olan, kavramsal ve imgesel geçişkenlik halindeki estetik eylemlerdi.

İzmirli dokuma işçisi Hasan Oktay’ın oğlu Metin, 20’li yaşlarının başında Türkiye’nin futbol yıldızı ve seks sembolü oluvermişti.

Ayten Gökçer, Ajda Pekkan, Metin Oktay

Futboluna ve bedenine dair bu maşist imgeler bile onun zarafetini ve iyicilliğini tahrip edemeyecek, Metin Oktay hayatının sonuna kadar gönülçelen ama kalp kırmayan bir başka tür futbol adamı olarak kalacaktı. Sahadaki estetiğini seyircilere, gollerini takım arkadaşlarına armağan gibi sunuyordu. Kadınlarla ilişkisi de buna benziyordu. Talipli hayranı kadınlara, dönemin ünlü kadın şöhretlerine ve şöhret adaylarına bedenini de armağan gibi sunduğu oluyordu. Ama özel hayatında da, onun için yazılmış senaryolarla çekilen filmlerde de hep seçime zorlanıyor ve kadına karşı takımını seçiyordu. Darda kalan eski dostları ile de hep dayanışma içindeydi, yoksullar hep bakışının menzilindeydi.  Bu bir zamanların yoksul işçi çocuğunun ikbal yıllarında en çok konuşulan bir özelliği de zaten yardımseverliği olacaktı. Kırmazdı kimseyi. Kırıcı değil kırılgandı. Sonraki yıllarda artacak alkol tüketimini onu tanıyan herkes bu kırılganlığına bağladı. İçkiye, zengin bir ailenin kızı olan ilk karısı Oya (Sarı) Hanım’ın, onu Galatasaray’dan koparıp İzmir’e döndürmek için babasının parasını kullanmaya kalkışmasından duyduğu üzüntü ve utanç yüzünden başladığı söylenir.

Metin Oktay ve ilk eşi Oya Sarı 

Metin Oktay, futbol kariyerine 1952’de, İzmir'de başladı. Sırasıyla Damlacıkspor, Yün Mensucat ve İzmirspor takımlarından sonra, 1955'te Galatasaray’a transfer oldu. 1961-1962 sezonunda İtalyan kulübü Palermo’da oynadığı dönem dışında 1969 yılına kadar hep Galatasaray’ın golcü yıldızıydı. Hâlâ, Türkiye futbol tarihinin en çok gol atan futbolcularından biridir. Ha, bir de cezaevi süreci var tabii, Galatasaray’dan ayrı düştüğü. Tabii, ne de olsa burası Türkiye. O dönemde de, bu dönemde de bu açıdan aynı. Metin Oktay, askerliğini yaparken milli maçlarda oynayabilmek için komutanlarından aldığı sözlü izinler askerliğine sayılmayınca, 8 gün eksik askerlik yaptığı suçlamasıyla Eylül 1960’ta (15 yılın ve Türkiye tarihinin birinci askeri darbesinden yaklaşık dört ay sonra) tutuklandı ve 45 gün cezaevinde kaldı.

Metin Oktay Palermo takımında

Tahliyesinin hemen ardından sahadaydı yine, Karagümrük’ü 3–0 yendikleri maçta iki, bir sonraki hafta Fenerbahçe’yi 5–0 yendikleri maçta 4 gol attı. Ama ağzının tadı kaçmıştı bir kere. Bir süreliğine biraz uzak kalmak istiyordu bu ülkeden. Belli ki bir başka yüzüyle karşılaşmıştı ülkesinin. Gitti, bir süre Sicilya’da Palermo takımında oynadı. Hemen hemen bir sezon sonra yine Galatasaray’a dönecekti.

Bazen tarihe iyimser bakmak gerekir. Aksi takdirde o kadar korkunçtur ki. Ben de bu sebeptendir ki, Türkiye’nin Güzel Çağı’nı, Cumhuriyet tarihinin en feci olaylarından birinin hemen ardına tarihlemiş olmalıyım. 6-7 Eylül 1955 pogromunun hemen ardına. Ben orada toplumun bir kesiminde sağdan ve lumpen vahşetinden kaçışı görmek istiyorum. Toplumun büyük bir kesimindeki; güzellikle sarhoş olmak, güzellikle iyileşmek, güzellikle özgürleşmek, kendini hayatın her alanında güzellikten güzelliğe vurmak arzusunda… Sağ siyasetten kültürel estetiğe kaçışı... Böyle bakmak istiyorum o döneme ki, kuvvetle muhtemeldir öyle olduğu. Güzellik iştahının özgürlük arzusu ile bileşmesi…

1950’lerin ortalarında dinamizmi ve arayışları ivme kazanan edebiyat sanat ortamı, Demokrat Parti iktidarının kültür sanat üzerinde kurduğu sansürcü ve tutucu baskıya bir tepki ve direnişti. Popüler kültür deyip geçmemek lazım elbette, ama popüler kültürdeki niteliksel sıçramalar da ancak yüksek sanat alanındaki yenilikçi bir zenginleşme ve dinamizm ile mümkündür. Popüler kültür, figürleri ve ikonlarıyla, yüksek sanatın, kristalize olmuş hali olmasa da, toplumun sosyolojisine uyarlanmış, piyasanın talepleri doğrultusunda düzenlenmiş, geniş kitleler için daha kolay tüketilebilir, daha eğlendirme amaçlı, yeniden üretilmiş halidir. Popüler kültür, yüksek sanat sayesinde niteliksel olarak yükselirken, tüketicilerini de yüksek sanata hazırlar.

Belle Époque, Avrupa’nın merkez kentlerinde yüksek sanatla popüler kültürün etkileşimsel yükselişine ve yaygınlaşmasına, hatta kitleselleşmesine yol açmıştır. Resim sanatı ve müzik kadar, moda da, spor da mesela, kitlesel bir estetik devrimi ve özgürleşme hareketini temsil etmiştir.

1950’lerin ortasında Türkiye’nin özgünlüğünde, futbol da, toplumdaki estetik arayışının bir ifadesi olmuş, kültürel ve sanatsal arayış ve dinamizmi, popüler kültür alanında en etkili ve kitlesel biçimde futbol temsil etmişti. Skordan çok virtüözite ve temaşa hazzı yüceltiliyordu sahada. Ama virtüöz de her açıdan gözleri okşamalıydı bu Güzel Çağ’da.

Metin Oktay, o dönemin önde gelen popüler kültür yıldızı oldu.

Oysa kimler güzellik ve estetik üretmiyordu ki o sırada, kimler estetikle direnmiyordu ki baskıya?

Edebiyatta, Leyla Erbil, Sevim Burak, Yaşar Kemal, Nezihe Meriç, Suat Derviş, Yusuf Atılgan, Aziz Nesin, Peride Celal, Vüsat O. Bener, Oktay Rifat, Adalet Ağaoğlu, Melih Cevdet Anday…

Plastik sanatlarda, Sabri Berkel, Şemsi Arel, Adnan Çoker, Ömer Uluç, Özdemir Altan, Utku Varlık, Adnan Turani, Mehmet Güleryüz, Burhan Uygur…

Klasik Batı Müziği ise, o yıllarda en fazla baskılanan sanat dalıydı.

Ülkenin kentlerinde birbiri ardına kurulan sanatsever dernekleri Klasik Batı Müziği’ne ilgiyi diri tutmaya çalışıyordu.

Bir süre önce kapatılmış olan Köy Enstitüleri’nin kentlerdeki alternatiflerinden olma iddiasıyla aralarında Bülent Ecevit’in de olduğu entelektüel ve sanatçılar tarafından kurulan Helikon Derneği, Klasik Batı Müziği kursları açma, konser etkinlikleri düzenlemenin yanı sıra resim ve heykeldeki arayışları da destekliyor ve sergiliyordu.

Helikon Derneği kurucuları Rahşan ve Bülent Ecevit (üstte). Dernek etkinliğinden bir kare ve etkinlik broşürü... 

Türkiye’nin en önemli ikinci kuşak Klasik Batı Müziği bestecisi Bülent Arel, Selma Arel, Zerrin Arebük ile birlikte Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit’in kurduğu Helikon Derneği, 1950’lerin ortasına doğru yürüyen ülkede, sanat ortamının en önemli odaklarından biri olmuştu. Dernek adını, Yunan mitolojisinde ilham perilerinin toplandığı dağdan almıştı ve Bülent Ecevit, bu adın merak uyandırmasının derneğin tanınırlığına faydası olduğunu belirtiyor, “çünkü bir duyan bir daha unutmuyordu” diyordu.

Türkiye Belle Époque’unu hazırlayan odaklardan biri olan Helikon’un Ankara’da kurulduğu yıl olan 1952’de, Metin Oktay da İzmir'in amatör takımlarından Damlacıkspor'un altyapısında futbol kariyerine başlamıştı. (Riskli bağlantılandırmalar kurmayı severim ben.)

6-7 Eylül pogromundan sonra Helikon Derneği de adının Yunanca olması sebebiyle soruşturmaya uğradı, kapatıldı ve dernek yöneticileri sorgulandı. Bir süre sonra olayın bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı, tekrar kurulmasına izin verildi ancak kurucular yorgundu, hevesleri kırılmıştı. Bir daha kurulmadı. Ama bir yolun açılmasını sağlayan teşebbüslerden biri olarak etkisini sürdürdü.

Demokrat Parti iktidarının ardından, bu defa da 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sanattaki direniş ve özgürlükçü estetik arayışı ile sivillerin demokrasi talebinin etkileşiminin arasına girecek, toplumsal hareketliliği dondurmaya, sanatı kendi denetiminde ve toplumu ergenlik safhasında kıstırmaya, tutmaya çalışacaktı. Ancak kültür ve sanatın estetik arayışları ile toplumun özgürlük beklentisinin birbirine sürtünmesi o koşullarda yine de devam ediyordu ve güzellik kıvılcımları çakıyordu orada burada, durmaksızın.  

Metin Oktay, 1960’ların ortasında şöhretinin zirvesindeydi. Gol krallıkları, biyografisine yıl be yıl ekleniyordu. 1965 yılında ikinci evliliğini yine zengin bir ailenin kızı olan Servet Kardıçalı ile yaptı. İkisinin de ikinci evliliğiydi ve Servet Hanım’ın Rıfat (Pala) adında bir oğlu vardı. Metin Oktay, Rıfat’ı kendi oğlu olarak kabul etti. Rıfat Pala, bugün de Metin babasını sevgi ve özlemle anıyor. Metin Oktay, bir biyolojik çocuğu da olsun istiyordu. Servet Hanım, ona Zeynep adını vereceği bir kız evlat doğurdu ama Zeynep doğumdan 6 saat sonra öldü. Kızının ölümünün sarsıntısını Metin Oktay uzunca bir süre atlatamadı.

Aynı yıl Metin Oktay, o güne kadar Türkiye sinemasında bir erkek oyuncuya verilmiş en büyük para olan bir meblağ karşılığında (normalde para konuşmayı hiç sevmezdi Metin Oktay), Atıf Yılmaz’ın Taçsız Kral filminde oynadı. Filmin senaryosu Metin Oktay’ın özyaşam öyküsü üzerine yazıldı. Filmde dönemin üç güzel ve ünlü kadınıyla beraber çıktı kamera karşısına: Ayten Gökçer, Ajda Pekkan, Gönül Yazar.

Ajda Pekkan, Gönül Yazar, Ayten Gökçer ve Metin Oktay

Ayten Gökçer, yakışıklı ve ünlü rol arkadaşı Metin Oktay’ı, sonradan utangaç ve hayatı boyunca tanıdığı nadir terbiyeli adamlardan biri olarak tarif edecekti.

Metin Oktay, 1969’da unutulmaz bir jübile maçında futbola ağlayarak veda etti.

Bir süre teknik direktörlüğü denedi. Olmadı. Ticarete atıldı. Nakliye şirketi kurdu. Kamyonlarını sarı kırmızıya boyattı. Şirket ismini yazmadı üzerlerine.

Belle Époque, Güzel Çağ, sona ermişti Türkiye’de. Darbe olmuştu. Estetik üretim yapan entelektüeller, yazarlar, sanatçılar takibata uğruyor, tutuklanıyordu sosyalistlerle birlikte.

Ama Metin Oktay, bu karanlık dönemde de ışıltılı ve çok güzel yaş alıyordu.

Onunla Deniz Gezmiş’i yan yana gösteren bir kolaj var, google’da karşılaştığım. Ne kadar benziyorlar birbirlerine. Saçları tıpa tıp aynı, yüz kemik yapıları öylesine benzeş.

Kendileri de fark etmiş miydi bu benzerliği acaba o yıllarda?

Deniz Gezmiş (solda) Metin Oktay (sağda) 

Denizler hakkında idam kararı verildiği dönemde güzel Metin’imiz, yakışıklı Metin’imiz, yine bir güzel davranış, bir güzel vicdan sergiledi ve Denizler’in idamına karşı başlatılan imza kampanyasına katıldı.

Evet, Metin Oktay, kapanan Güzel Çağ’ın yıldızı, bir sosyalistti. Dokuma işçisi Hasan’ın oğlu Metin, daha futbol oynadığı dönemde Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini açıklamıştı. İşçi sınıfının da gönlünü çelmişti. Bir tren seyahatinde rastladığı Çetin Altan’a “Bizi sosyalist yaptın ama sen aramızdan çektin gittin” diye sitem etmişti bir keresinde.

Metin Oktay’ın yardımseverliğini ve dayanışmacılığını anlatan bir başka isim de, Galatasaray’a Metin Oktay’ın jübilesinden bir yıl sonra gelen futbolcu Metin Kurt’tur. Metin Kurt da solcuydu ve aynı zamanda futbol sahalarına sendikayı getirmek için mücadele ediyordu. Bir dönem hayatında birtakım güçlüklerle karşılaşan Metin Kurt’un yardımına koşan da Metin Oktay olmuştu. Metin Oktay, Kurt’a desteğini, solcular arası bir dayanışma olarak tarif etmişti. Şöyle demişti Metin Oktay, Metin Kurt’un mahcubiyetini gidermek için: “Ben senin hem ağabeyinim, hem de solcuyum. Solculuk sadece sana mı kaldı? Buraya gelmem, seni aramam, futbolun dışında, senin solculuğundan, benim solculuğumdan.”

O zamanlar futbol başka bir şeydi, tabii. Solcu futbolcular, soyunma odalarında sağcı (çoğunluk) takımdaş abilerince sorguya çekilmez, zorbalık görmezdi.

Metin Oktay, ticarette başarılı olamamıştı. Anlatılanlara bakılırsa, futbolu çok özlüyordu. Gençlik ve güzelliği.

Giderek daha çok alkol tüketmeye başladı.

İngiliz romancı Jean Rhys’ın bir sözünü hatırlarım Metin Oktay’ın o yıllarını düşünürken, “Bu dünya ayık gezmeye layık değil.”

13 Eylül 1991’de arkadaşlarıyla içtikten sonra, tek başına bindiği otomobiliyle yıllarca top oynadığı Ali Sami Yen Stadı’nın önünden köprüye çıktı. Ve az ileride otomobilini bariyerlere vurdu. 55 yaşında öldü.

Coşkun Özarı, takım arkadaşının ölümünün kaza değil intihar olduğunu söylüyordu. Bariyerlere bilerek vurduğunu iddia ediyordu. Coşkun Özarı, defalarca Galatasaray yöneticileri ile konuşmuş, Metin’in bunalımda olduğunu anlatmış ve Galatasaray’da bir iş vermelerinin ona iyi geleceğini belirtmişti. “Parası vardı, ama o iş, Galatasaray’da olmak, onu bunalımdan çıkarırdı” diyor, “yine de yöneticilere dinletemedim” diye ekliyordu Özarı. Yıllarca boş mukavelelere imza atan Taçsız Kral’a reva görülen buymuş demek ki. Belli ki, futbolda da (haliyle) önce yöneticiler bozulmuştu. Futbolu onlar çirkinleştirdi, birçok başka şeyde olduğu gibi.

Ayten Gökçer ise şöyle konuşuyor filmde ilk aşkını oynadığı Metin Oktay’ın ardından: “İnsandı, insan kaldı, kendi hayatını oynadı, sessiz sedasız çekip gitti bu dünyadan.”

Galatasaray taraftarları Metin Oktay'ın mezarı başında. 

Ben de, hükümdarlığı boyunca Avrupa’nın en güzel, en yakışıklı ve en şık kralı olarak nam salmış, müzik aşığı, besteci Richard Wagner’in hayranı ve meseni, Almanya’nın Neuschwanstein dahil bugün en çok turist çeken üç şatosunu (birini Wagner operalarını sahneletmek için) tasarlamış ve inşa ettirmiş, hep formalitelerden uzak yaşamış, kral kostümü yerine sivil ve son moda giyinmiş ve son yıllarına doğru inzivaya çekilmiş, sadece etraftaki sivil halkla, köylülerle görüşmüş Bavyera Kralı II. Ludwig’in, henüz 41 yaşındayken, Belle Époque’un eşiği sayılabilecek 1886’da, henüz intihar mı suikast mi olduğu anlaşılamayan ölümünün ardından söylenen bir sözü biraz değiştirerek tekrarlamak istiyorum Taçsız Kral Metin Oktay için:

Sadık hayranlarına çok erken öldün

Tüm yazılarını göster