Devletin yurttaşla yüz yüze geldiği mekânlarda neden her şey üstünlük kavramı eksenine oturtularak tasarlanır? Çünkü tasarlanan mekân değil ilişkidir. Mahkeme, bu anlamda, devletin bizimle ilişkisinin feriştahı sayılmalı. Girer girmez, size burada haddinizin bildirileceğini anlarsınız. Ve hakkınızda karar verilecek bünyenin sizin gibiler için ne kadar ulaşılmaz olduğunu. Görebildikleriniz, asıl gücü saklayan bir perdenin üzerindeki desenlerdir.
Bu defa bizi klasörlerden bir perde karşıladı. Tutuklu sanığı yakınlarından 60-70 metre uzağa koyup arkasına jandarma dizen mahkeme düzeninin, karar verici tarafından rahatlatıcı iktidar teyidi sayılan, hakkında karar verileneyse ezici dev yumruk gibi gözüken heybeti, heyet makamının hemen arkasında fon oluşturan klasörler yığınıyla pekiştirilmişti. Diklemesine sıralanmışların üzerine üst üste yatırılmışlar. Mavi klasörlere gözünüz takılmış dururken başka şey düşünmenize imkân yok; bu manzara tek şey söylüyor: “Bunların içerisinde, ömrünüzün istediğimiz kadarını elinizden almamıza elverecek devlet klişesi, yalan ve boş laf var.”
Boş lafın amacı mutlak monologu seyre değer oyun haline getirmek. Muktedirlerin bizi oyuna katmaya ihtiyacı var. Sonucu tayin kudreti bir tarafın elinde olsa da oyun kalabalıkları cezbeder. Seyir heyecan getirir. Fakat seyredilecek şey de baştan heyecan vaat etmeli. Halkı meydana toplayıp idam seyrettirme günlerinden bu yana kaydettiğimiz ilerleme sandığımız kadar mı? Şu klasör yığını, heyecandan başka her şeyi vaat ediyor. Ötesi uçurum mu bilmeden keskin viraja doğru yol alan sürücününkini heyecan saymazsak.
Dikine sıralı elli kadar klasör. Üzerlerine, belirli bir düzen içinde yatay yığılmış bir o kadar daha. Sanırım biraz daha fazlalar. O sessizliği ve hareketsizliği içinde manzara başlı başına tehditkâr. İktidar sahiplerinin hakkımızda tuttukları zabıtlar? Kadere dair hükümlerin görünmez yazılarla doldurulduğu boş sayfalar? Dikine sıralı mavi klasörler üzerinde, üçer beşer üst üste yatırılmış mavi klasörlerden oluşan “iş”le, bireyin iktidar karşısındaki güçsüzlüğünü mü işlemiş sanatçı? Yoksa sanatla falan, sanatçı hapsetme dışında alâkası olmayan yetkililer, bu yerleştirme aracılığıyla bize mesaj mı vermek istemişler: “Çırpınmanızın anlamı yok; çabanız sonuç vermeyecektir. Adalet klasörlerin neresinde, bulamazsınız.” Bulamayız. Çünkü bunlar kapaklarını bizim kaldıramayacağımız klasörler. Yanlarına yanaşamayız, bir; çok ağırdırlar, iki. Devletin ağırlığı. Sanatçı şöyle anlatıyor “iş”ini: “Devletin mavi klasör yığını karşısında birey hiçtir. Klasörlerin boş sayfalarla dolu oluşunda devletli hayatın anlamı gizlidir. Birey boş sayfayla da suçlanabileceğini bilmelidir. Bireyin hiçliği ile sayfanın görünürdeki boşluğu âhenk içindedir. Devlet hayatı bu âhenk sayesinde sürer.”
Mahkemeler âleminin tecrübeli muhabiri meslektaşımızdan öğrendik ki, bunlar Adnan Oktar teşkilatı davasına ait klasörlermiş, mütemadiyen oradan oraya taşımak zor olacağı için orada tutuluyorlarmış. Karşıdan bakarken, hangi davaya ait oldukları izlenimi, duyguyu değiştirmiyor. Devletin klasörleri onlar. Ömrümüz, kaderimiz, birilerinin gündelik işidir.
KADERİMİZİN OYUNU
Gelirler ve “klasörler” yerleştirmesinin önünde, bizden yüksekte, yerlerini alırlar. Biz kaderimizin onların elinde olduğunu biliriz. Sanıksanız, başınızı kaldırmış yukarı bakarken anlarsınız en geç. Yapacakları her şeyi mâkûl saymaya mecbursunuz. Hele sanık yakınıysanız. Yargılanan, hasret kaldığınız, sevdiğiniz biriyse. Gerçekliğine inanıyor gibi, etkinliğe katılmak zorundasınız.
Duruşma etkinliği yeni heyet reisinin alkış ve “ses çıkarma” konusundaki uyarısıyla başladı. Daha doğrusu, “kalkışırsanız dışarı atarım, tutuklarım” tehdidiyle. (Heyet reisi, bir hakim ve savcı değiştirilmişti, belki hatırlıyorsunuzdur. Yalnız Osman için “tutuklu kalsın” oyu veren hakimlerden biri kalmıştı. Önceki duruşmalarda Osman’ın tutukluluğuna devam kararları ikiye birle alınmıştı, şimdi oy birliğiyle alınsın diye heyet değiştirildi, öyle de oldu.)
Etkinliğin ilk gösterisi, Fethullah’çılıktan Muş’ta tutuklu bulunan eski polisin SEGBİS aracılığıyla ifadesinin alınamayışıydı. Epey sürdü bu iş. “Bir teknik arıza nedeniyle”ye hepimiz çok alışık olduğumuzdan hadise yadırganmadı. Ömürler gasp edebilen, hayatlar karartabilen koca mekanizmanın, hotzotla, yasakla, baskıyla halledilemeyen her işte her an gösterebildiği beceriksizliğin salondaki yabancı gözlemciler dışında birilerince de yadırganışı belki ülkemizin ulaştığı gelişmişlik seviyesine işarettir, bilemedim.
GÜNÜN MODALARI
Osman’a, birlikte Gezi direnişini örgütlediği Mehmet Ali Alabora’nın, seyirciyi de işin içine katıp ayaklanma hazırlayacağı tiyatro oyunu soruldu. Osman, “Böyle saçma şey olur mu?” demedi. Alabora ile bir defa telefonla konuştuğunu, bunun da “Gezi olayları başladıktan sonra” olduğunu hatırlattı. Olgunun iddiayı baştan imha edişi, bugün “yargı” adını verdiğimiz sistemde “mevcut delil durumu”na zarar vermiyor, bildiğiniz üzre.
Günün “yargı”sının bir başka özelliği, sanığın suçsuzluğunu ispatla yükümlü oluşu. Yargıç, Gezi direnişini çevre duyarlılığıyla desteklediğini söyleyen Osman’a, Alabora’nın meşhur “mesele sadece ağaçlar değil” tweet’ini hatırlattı ve şöyle sordu (mealen aktarıyorum): “Peki, buna karşı bir beyanınız oldu mu? Bize ispat için gösterebileceğiniz, yazılı beyanınız vs. var mı?” Osman, bütün nezaketiyle, “İspat, iddia makamının yapması gereken şey,” dedi. Yani tanıdığımız herhangi birinin herhangi bir zaman edeceği herhangi bir söze kazara savcılar takılırsa, herhangi birimize buna karşı beyanımız olup olmadığı, bunu ispat edip edemeyeceğimiz sorulabilir; eğer yoksa bu da bizim suça katıldığımıza yorulabilir. Tarih böyle bir yargı mantığı gördü mü, bilmiyorum.
Aynı mantık, Taksim Dayanışması’nın çağrılarına karşı tavır alıp almadığının Osman’a soruluşunda da geçerli. Yargıç bu soruyu ısrarla tekrarladı. Şu anda hepimiz her suça katılıyor olabiliriz, teorik olarak.
SUÇ VE CEZADA BİLİNEMEZLİK FELSEFESİ
Geldik günümüz yargısına özgü olmayan, Türkiye’de başından beri bu mekanizmanın vazgeçilmez özelliklerinden olan “bilinemezlik” düsturuna. Gezi direnişi ile Kürtlerin ilişkisi konusunda birisiyle telefonda görüşürken Tayfun Kahraman “zaten Öcalan da şöyle dedi” yollu bir laf ediyor. Anlaşılan, yargıç, vurguyla telaffuz ettiği “teröristbaşı Öcalan”dan böyle normal bir şekilde söz edilişinden Kahraman’a yüklenecek suç çıkarılabileceği görüşünde. Kahraman, “Çözüm Süreci zamanıydı,” diye hatırlatıyor. PKK’nin önkoşulsuz TC topraklarından çekilmeye başladığı, Öcalan’ın mektubunun Newroz’da milyon kişiye okunacağı, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın, Mesud Barzani ve Şivan Perwer’le birlikte katıldığı Diyarbakır mitinginde, “Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun bir olduğunu göreceğiz,” diye konuşacağı, Dolmabahçe’den tarihî “mutabakat” ilanının yapılacağı günler yaklaşıyordu. O gün suç olmayan, 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP barajı geçip AKP’ye tek başına iktidarı kaybettirdikten sonra suç haline gelmiş, barışçılıktan savaşçılığa dönüldükçe suçun kapsamı genişlemişti. Bugünün hukuku, suç sayılmayan o günkü eyleminden bugün suçlanmanı meşru sayıyor. Yani “mevcut delil durumu” dendiğinde, mevcut da ne zaman mevcut, ona da bakmak şart.
VE HER KAPIYI AÇAN ANAHTAR: SOROS
“Soros’u tanıyor musun?” bahsi, “delil durumu” açısından davanın en ilginç kısımlarından. George Soros ve Açık Toplum Vakfı ile ilgili olarak aslında müphem hiçbir şey yok. Osman da, vakfın yönetim kurulu başkanlığını yapmış sanık Hakan Altınay da, bütün faaliyetlerin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından sürekli denetlendiğini, karanlık ilişkilerin işareti gibi sunulan “fon” mevzuları ve para hareketleri hakkında gerek Açık Toplum Vakfı gerekse onunla ilişki içerisinde netameli işler çevirmekle itham edilen Anadolu Kültür’ün web sitelerinden her türlü bilginin alınabileceğini tekrarlayıp durdular. Ama bu, sivil toplum kuruluşlarının proje bazında fon ve destek sağlaması süreçlerine vâkıf olmayan ve kendileri için karanlıkta kalanı herkese karanlık göstermek için uğraşan polis ve savcıların kurduğu fantastik bağlantıların mahkeme heyetlerince ciddîye alınmasını engelleyemiyor.
George Soros’un Yahudiliği gündeme geliyor -aksi mümkün mü? Yahudi olduğu için İsrail devleti lehine çalışıyormuş. Osman, Soros’un İsrail politikalarına, özellikle Netanyahu’ya karşı muhalif tutumuna işaret ediyor, “Aklın alacağı şey değil,” diyor. Hele Soros hakkında, gerçeğin hiçbir hükmü yok. Sağından soluna bütün ülkeyi birleştiren müthiş motif, Soros. Emperyalizm gibi bir şey.
Nitekim Osman bütün emperyalistlerle görüşüyor. Amerikalılar, Almanlar… Reis soruyor: “Haydi onunla görüştünüz, bununla niye görüştünüz?” Osman, “Fransızlarla da görüşürüm,” diyor. Reis soruyor: “Siz kimsiniz ki gelenler sizden bilgi alıyorlar?” Ve işaret ediyor: “Sanki onların temsilcisiymişsiniz gibi bir şey çizmiş iddianame.” Mahkeme heyeti iddianameyi ciddîye alıyor. Osman, “Temsilcileri olsam,” diyor, “Talimat verirler. Görüşümü sormazlar.” İddianamenin dünyasına yabancı, bu denklem. Kimse oralı olmuyor. Osman, eczaneden alınma maskeler ve poğaçalarla Gezi isyancılarını örgütlerken ülkenin birtakım sırlarını da emperyalistlere dağıtıyor; ileri sürülen bal gibi bu. Dünyanın en nazik adamı, yine sıradan toplantıların gizli-karanlık örgüt işleri gibi sunulduğu bir noktada kendi sınırını zorluyor: “O toplantıları fonlamadığımız gibi ben onlara katılmadım da. Bunlar safsatadan ibaret.”
İbaretse ibaret. Karşısında kapı gibi “mevcut delil durumu” var.
Otuz senelik arkadaşım Yiğit Ekmekçi’ye, Avrupa devletlerini Türkiye’ye biber gazı satmasınlar diye örgütleyip ambargo uygulattıracak bir süper diplomat ve casus makamını münasip gören metnin iddianame sıfatıyla ciddîye alındığı durum bu.
O iddianame ki, çekilmeyen filmin çekilmiş olduğu iddiasını içeriyor, üstelik -film mevzusuyla ilgili olarak asıl suçlanan Çiğdem Mater’in haklı olarak “mucize” diye nitelediği şekilde- daha kurgu için destek aramaya başlanırken filmin tamamlanmış olduğunu varsayıyor; bambaşka bir filmi o film diye gösteriyor; Osman’ın varolmayan birtakım görüntüleri bir yerlere “yanında götürdüğünü” uyduruyor.
“Mevcut delil durumu” bir tuhaf. Bu üç kelimeyle oynamaya başladığınızda derhal mesele çıkıyor. “Mevcut durum”da, meselâ, “delil” yok. “Delil durumu” da “mevcut” değil.