Sırf iddianame olarak kabul edilişiyle bir hukuk sistemini doğrudan üçüncü kümeye düşürebilecek metinde, Gezi’de “eylemcilere” maske, yiyecek vs. temini için muazzam gizli organizasyonlar yapıldığı ileri sürülüyor. Hesap açılmış, paralar orada toplanmış, vs.. Böyle bir hesap yok; hiç açılmamış. “Maske temini” de Osman’ın karşıdaki eczaneden aldığı, lastiği kulaktan geçirilen on adet basit bez maskeden ibaret. Osman poğaça da almış. Yargıç Osman’a poğaçalarla maskeleri “kendi cebinden” alıp almadığını soruyor. Öyle yapmış; bunlar için diyelim Soros’tan fon almamış. Masayla hoparlör de var, diye ekliyor Osman; “Kullanmıyorduk, götürdük,” diyor. Bunlar “mevcut delil durumu”nu etkilemiyor.
Osman, polisin Gezi’deki gaz kullanımının hem kötü hem de yasalara aykırı olduğunu söyleyince mahkeme heyeti dia gösterisine girişiyor. Ters çevrilmiş, yakılmış araçlar başta, “vandallık” diye tanımladığı görüntüleri art arda sıralıyor yargıç. “Polis ne yapsın?” demeye getiriyor. Oysa polis itidalli davransa o arabaların devrilmeyebileceği ihtimali çok güçlü. Mahkeme açısından asıl soru şu olmalı değil mi: Osman mı sorumlu bunlardan?
Belki de “mevcut delil durumu” konusunu yanlış anlıyoruz. Belki bunun mevcutlukla, delille, hattâ durumla alâkası yok. His meselesi bu. Bir telefon görüşmesinde Açık Toplum Vakfı Genel Müdürü, “Soros heyecanlı,” demiş. İşte! Burada delil arandığı belli. Hattâ bulunmuş da olabilir. Yargıcın Osman’a sorusundan anlıyoruz: “Neyin heyecanıymış bu? Siz tanıyorsunuz ya George Sorosu’u…” Sorunun üslûbu, bu aşamada artık delile gerek kalmadığını mı imâ ediyor?
BURALAR HEP SIZLIK…
İddianamenin gerçekler ve delillerle ilişkisi biz fânilerin sınırlı idrakına göre değil. Özellikle tarihler ve para hususunda. Kendisiyle ilgili telefon dinlemelerinin 21 Haziran 2013’te, yani Gezi direnişi bittikten beş gün sonra başladığını mahkeme heyetine hatırlatan Yiğit Aksakoğlu, iddianamede geçen “Amerika’dan gelen para”nın var olmadığını belirtti, “Almadığımız paranın hesabının sorulması ilginç,” dedi.
Osman da Gezi olayları için kendisinden para istendiği iddiasıyla karşı karşıya. Delil, her zaman olduğu gibi, bir telefon konuşması. Birileri bir sebeple Osman’dan para istiyor. “Gezi olayları için”! Belli! Başka ne olabilir? Bunu ilginç kılansa, konuşmanın 25 Ekim’de geçmiş oluşu. Gezi direnişinin bitiminden (16 Haziran 2013) aylar sonra. Osman imkânsızlığa dikkat çekiyor. İmkânsızlık iddiaya halel getirmiyor. Tıpkı mantıksızlık gibi. Buralar hep sızlık...
Nitekim arı haritası yine ortaya çıktı. Türkiye’deki arı cinslerinin dağılımını gösteren harita, ülkeyi bölme planı değil de Türkiye’deki arı cinslerinin dağılımını gösteren harita olduğu anlaşılmış ve iddianameyi hazırlayanın zihinsel kapasitesini ortaya koyan bir “delil” olarak defalarca konu edilmiş olmasına rağmen, Osman’a tekrar soruldu. O da arı haritası olduğunu tekrar anlattı. Ve hiçbirimiz bu sahneyi çok da özel saçmalık olarak kaydetmedik. Olağan karşıladık. “Mevcut delil durumu”nda sözü geçen “durum”, işte böyle bir durumdur.
Bu durumda, bir insanın çektiği ve kimseyle paylaşmadığı fotoğraf, telefonda söylediği söz, yaptığı şaka, sert sözlerle dile getirdiği şikâyet, özel, mahrem mesaj… Hepsi “delil” yerine geçebilir. Bir şeylerin delil yerine geçmesi gerekir, çünkü delilsiz dava olmaz.
DELİL YOKSA?
Delil yoksa, uydurursunuz veya delil sayılamayacak şeylere delil muamelesi yaparsınız. İddianamenin Dünya Birleşik Vatan Hainleri ve Vandallar Kongresi filan muamelesi yaptığı bir meşhur “Garaj İstanbul Toplantısı” var. Can Atalay, “Sıradan bir toplantıydı, iddianame hatırlatmasa hatırlamazdım,” diyor, Tayfun Kahraman, “Biz düzenlemedik, davetliydik, öyle gittik,” diyor; ama muhtemelen bir sürü benzerinin yapıldığı saptanabilecek bu toplantı, Taksim Dayanışması’nın en müthiş yeraltı faaliyeti muamelesi görüyor. Tayfun Kahraman’a, içinde HDK, BDP, İşçi Partisi, Kürtler gibi laflar geçtiği için Fethullahçı polislerce “mal bulduk” diye üzerine atlanmış, iddianameyi hazırlayanların da malı “yeniden kıymetlendirerek” mücevher niyetine vitrine koyduğu bir telefon görüşmesinden alıntı okudu yargıç ve sordu: “Neyin hakkında bunlar?” Kahraman günümüz yargı mekanizmasında karşılığı belli ki olmayan şu cevabı verdi: “Bunlar, telefonda birisiyle konuştuğum şeyler.” Yiğit Aksakoğlu’na da telefon konuşmasında geçen “şiddetsiz eylem”, “duran adam”, “piyano çalan adam”ı sordu yargıç: “Bunlarla ilgili ne yaptınız?” Aksakoğlu şöyle cevap verdi: “Bunları cümle içinde kullandım.”
Cevap fazla katı görülebilir, fakat gerçek, Aksakoğlu’nun bunlardan yalnız telefondaki muhatabına söz ettiği. İddianamenin fantastik ölçülerinde, ucu bir eyleme, örgütlenmeye vs. uzanmasa da can alıcı sayılan hemen her şey telefonda iki kişinin konuşmasına dayanıyor. Mücella Yapıcı’nın arkadaşına -veya onun ona, hatırlayamadım- söylediği, “Dur yahu, daha devrim yapacağız!” lafı, mahkemede ciddî ciddî sorgu konusu yapılabiliyor.
Çünkü ortada sahici delil yok. Bunun zorunlu sonucu olarak delil uydurma ya da delil olmayacak şeyleri öyle sayma yoluna sapılmış. Nitekim Yiğit Aksakoğlu mahkeme başkanına, bunca suçlamaya malzeme temin edilen telefon dinleme kayıtlarının asıllarının (yazılı dökümlerin değil de ses kayıtlarının) nerede olduğunu ısrarla sorduğunda yargıç öfkelendi, sesini yükseltti, bütün duruşma boyunca yalnız bir defaya mahsus olarak sanığa “sen” diye hitap etti, “Geç yerine!” diye bağırdı. Bundan önce de, “Burada soruları ben sorarım,” diye susturdu Aksakoğlu’nu. Ses kayıtlarının nerede olduğunun sorulmasına yargıç neden böyle öfkelendi? Klasörlerin kapağını aralama yetkisinden yoksun biz sıradan yurttaşlar bilemeyiz. Bildiğimiz, bu dava için de delil hazırlayan iki -Fethullahçı- sanığın, başka davada hukuka aykırı delil elde etmekten yargılandığı.
Tamamen hukuk dışında hukuk oyunu oynanmasına engel değil bu.
KAFAYA OYNAR BU DAVA
Osman mahkeme heyeti reisine, “İddianame hazırlanmadan bana bu soruların hiçbiri sorulmadı,” dedi. Savcı Osman’ı görmemişti bile. Bir buçuk yıla yakın zaman, Osman neyle suçlandığını bile bilmeden hapiste bekledi. Herkes biliyor ki, bu süre içinde Osman’a münasip suç ve bunu destekleyecek delil arandı. Bulunamadı. Sorun olmadı. Onu hapiste tutmaya devam ettiler. Sonunda olmadık bir bağlantı icat ederek, onun Gezi’nin finansörü olduğunu uydurdular. Bu akla aykırı senaryoyu hukuka da tamamen aykırı hale getirmeyi hedeflercesine, daha önce aynı suçlamayla yargılanıp beraat etmiş insanları da yeniden sanık yaptılar. Yasadışı hiçbir faaliyeti, şiddetle hiçbir ilişkisi olmayan başkalarını da araya katarak.
Evet, ya zaten hukukun dışında geziniyor ve işlerinizi orada görüyorsanız?
Osman’ın “iddianame hazırlanmadan bana bu soruların hiçbiri sorulmadı” sözüne karşılık yargıç şöyle diyebildi: “Ama iddianame size tebliğ edilmedi mi?”
Keşke bu yalnız insafın tükenişi olsaydı. Kurumsal nitelik kazanmaz, hepimizin bugününü ve geleceğini bağlamazdı. Osman’ın ömründen yıllar gasp edilmesine yol açması, yakınlarını, sevenlerini gün boyu yoksunluğa, mutsuzluğa mahkûm etmesi bir yana, bu dava aynı zamanda günün birinde hukuk-adalet gibi şeylere kavuşabileceğimiz umudunu tüketmeye de aday. Biliyorum elbette, bu dalda bol bol zorlu rakiple yarışıyor. Ancak fezlekesi devleti ele geçirmeyi hedefleyen gizli örgüt mensubu oldukları, yasadışı dinlemeler yaptıkları ve deliller uydurdukları için şu anda hapiste bulunan polislerce hazırlanan, hukukî metin olarak ciddîye alınması imkânsız iddianamesi neredeyse tamamen -yasaya aykırı olup olmadıkları tartışmalı- telefon dinlemelerine dayanan bu davanın yine de birçok özgün yönü var.
İddiaların başlıca dayanağı telefon dinlemelerinin neden hukuken geçersiz olduğunu Aksakoğlu’nun avukatı Turgut Kazan duruşma sonunda söz alarak tekrar izah etti. Osman’ın avukatlarından Deniz Tolga Aytöre de delillerin hukuka aykırı yollardan elde edildiğini uzun uzun anlattı. Yazıyı çok uzatacağı için bunları burada aktaramıyorum. Sadece Aytöre’nin önemli tarifini aktarayım. Avukat, şu mâhut “yeniden kıymetlendirme”yi “hukuka aykırı delillerin hukuka uygun delil haline getirilmesi” diye tanımladı. Yukarıda bu konuya azıcık ışık tutabildiğimi umuyorum. Yine de ortada hukuka uygun hale getirilmiş herhangi bir şey görünmüyor. Nitekim Aytöre de, “Bu kadar usûlsüzlüğün, bu kadar hukuksuzluğun nasıl ‘yeniden kıymetlendirildiğini’ anlamak mümkün değil,” dedi.
Yargıç, Mücella Yapıcı’ya -Gezi zamanı Taksim Dayanışması’nın faaliyetinden söz ederken- sordu (mealen): Yönetenlerin kararını beğenmeyenler “hukuk yoluyla” itiraz edip bekler. Halbuki siz, sürekli bir “birlik, çağrı, direniş, [mücadeleye] devam”… Niye? Mücella Hanım, “e, hukuk yolu buysa...” demedi haliyle (“hukuk yolu”ndan epeyce gidildiğini, sonuç da alındığını, sonra fiilî durumla karşı karşıya kalındığını izah etti).
Ancak bizim bunu yüksek sesle dile getirmekten başka çaremiz yok. Bugünkü bir “hukuk yolu”ndan gideceğimiz yer uçurumdur. Toprak fethederek engel olunabilecek şey değil bu. Ve en büyük “millî mesele” olmaya aday. Şayet birden kâbustan uyanılır ve memlekette sahici bir hukuk sistemi ve adalet mekanizması oluşturmak için çalışmaya girişilirse bu işte de en önde koşturacaklardan birinin Osman olacağını bilmek ne tuhaf duygu!..