Mevrek’ten Şikago’ya: İki Seyadın Hikâyesi

Hikâyede, köyleri ve kaderleri aynı olan iki Seyad’ın yaşamı ele alınır. Her ikisi de, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda memleketlerindeki kaçakaç sırasında, anne ve babalarından kopar ve kaybolurlar.

Abone ol

Wezîrê Eşo’nun yazdığı Memleket Hasreti adlı bu hikâye, ilk kez Erivan’da çıkan Rêya Teze gazetesinde yayınlanmıştır (Rêya Teze, 27-1-1971). Hikâye yazarı Wezîrê Eşo (1934 -2015) hikâyenin kahramanları gibi aynı yöreden yani Kars ve Digor yöresinden gelmektedir. Hikâyede isimleri, köyleri ve kaderleri aynı olan iki Seyad’ın yaşamı ele alınır. Her ikisi de, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda memleketlerindeki kaçakaç sırasında, anne ve babalarından kopar ve kaybolurlar. Artık birbirlerini göremeyeceklerdir. Ermeni Seyad hastalık nedeniyle ölür, Kürt Seyad ise kendini Amerika’da bulur ve orada büyür. Ardından, Amerikan vatandaşı olur ve 40 yıl kadar Şîkago şehrinde kalır. Seyad’ın yaşam serüvenini içeren bu hikâye onun ağzından anlatılıyor. Hikâyenin sonunda, Kürt Seyad (Seyadê Felemez), uzun yıllardan sonra, Amerika’dan memleketine dönmeye karar verir. “Memleket Hasreti” (Kesera Weten) başlıklı hikâyenin ismi Seyad’ın memleketine karşı sönmeyen hasretinden gelir. Kürt Seyad, Amerika’dayken, bir gün, Ermeni arkadaşı Aram’la beraberdir. Aram, Ermenilerin çıkardığı bir gazetede, isimleri Harût ve Şûşanîk olan bir anne babanın yıllar önce kaybolan Seyad adındaki oğullarını aradıklarını görür. Seyad’ın aklına, hemen Ermeni arkadaşı Seyad’ın kendisiyle aynı olan adı gelir ve iki Seyad’ın çocukken başından geçenler gözünde canlanır. Bu habere çok sevinir, bu aileye bir an önce ulaşmayı ister, belki onların yardımıyla, kendi aile üyelerini de bulabilecektir! Kürt Seyad’ın sevincine, Karpis adındaki arkadaşı şahit olur. Seyad, Karpis’e, başından geçen olayları, ilk kez, tek tek anlatır. Bu kısım, hikâyenin en önemli ve en uzun kısmını oluşturuyor. Hikâyenin başında da gördüğümüz üzere, bu iki çocuğun ailesi, 1920’li yıllardan önce, Mevrek köyünde yaşarlar (Kars/Digor civarında). O vakitler, köy nüfusunun çoğunluğu Ermenilerden oluşur, ancak bir miktar Kürt ailesi de vardır. Kars/Digor bölgesindeki savaş ve çatışmalardan sonra, Ermeni, Kürt ve Müslüman olmayan diğer tüm gruplar, Osmanlı-Türk saldırıları nedeniyle, yollara dökülüp Ermenistan’a doğru yol alırlar. Bunlar arasında, yüzlerce çocuk da vardır, tıpkı Kürt Seyad ve Ermeni Seyad gibi. Hasret konulu aşağıdaki hikâyede de, bu iki çocuğun yaşamı yer alıyor. Hikâyenin sonunda şu sözleri okuruz: “Her kuş kendi sürüsüyle uçar”. Yazar Wezîrê Eşo, bu hikâyesiyle okuyucuları, Kars, Digor ve Digor’un köyü Mevrek’in tarihinin bir kesitinin derinliğine ve Kürt-Amerikan ilişkilerine götürüyor. Şüphesiz, “Memleket Hasreti” adlı bu hikâye, Kürtler ve Ermeniler arasındaki var olmuş/var olan dostluğu da öne çıkarıyor. Amerika’da da bu dostluk devam etmiştir, zira Kürt Seyad’ın bazı yakın arkadaşları Ermenidir, Karpis ve Aram gibi… Kiril alfabesinden Latin alfabesine transkripte ederek uyarladığım bu Kürtçe hikâye, kendisi de Digor’un Mevrek köyünden olan yazar ve araştırmacı Zehra Ayman tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

Mevrek’te Ermenilerden kalma eski bir ev

Memleket Hasreti, Wezîrê Eşo

Çeviren Zehra Ayman [1]

Sanki, kırk kara senenin ardından memleketin yüzü Seyad’ın önünde açılıyordu, ata dedelerinin köyünün ses ve sedalarını duyuyordu. Çocukluğunda bir şarkı öğrenmişti, o şarkı da Seyad’ın aklına düştü. Elbette, seneler yapacağını yapmıştı: diğer şarkılar aklından gitmişti. Bitkin ve nefesi kesilmiş halde kendini eve attı. Ardından, odanın ortasında dans ederek hatırladığı şarkıyı seslendirmeye başladı, ama bu kez memleket gözünün önüne gelmedi, sanki o bizzat oradaydı.

Ha min dîl bana, bana...
Can min dîl bana, bana...

Seyad gelişigüzel, bir başına halay başını çekiyordu. Sağ elinin parmakları arasına bir gazete koymuş, mendil yerine, sağa sola onu sallıyordu.

İşte, evlerin üst tarafında, çayır çimenlerin arasında, köyün kuzularına bakıyor. Hayır, o yalnız değildi. Arkadaşı Seyad da yanında, elini tutmuş, ikisi birlikte “diz kırıyorlar”. Ansızın, bir tas suyun insanın başından aşağı dökülmesi gibi, Seyad yaptığından pişmanlık duydu. Kendini öylesine suçlu hissetti ki, sanki ağır bir günah işlemişti. Arkadaşının ve onun talihsiz ölümünün aklına gelmesiyle dalıp gitti. Terden ötürü de “kapkara” olmuştu. Sonunda, yorgunluk içinde kendini karyolaya attı. Teri soğuduğunda, elindeki gazeteyle alnını temizledi. Baktı ki elindeki mendil değil, yatağından hızlıca kalktı, buruşmuş gazeteyi dizinin üstüne koydu ve her iki eliyle düzeltti. Gözleri yine sevinçten ışıldadı. Ayağa kalktı. Bu defa, Avrupai bir oyunun makamını burnundan çalarak kendi etrafında dönmeye başladı ve arkadaşının içeri girdiğini hiç farketmedi.

- Hey hey, Allah hayırlı etsin. Sana ne oldu Seyad?
- Way, Karpis sen misin?
- Bugün sen her zamanki gibi değilsin, bu ne hal, sana neler oldu? İlk kez seni bu kadar keyifli gördüm, dans ediyorsun, bir de tek başına?
- Ben gidiyorum Karpis can, senin birkaç günlük misafirinim artık,
Seyad bunları der demez her iki eliyle Karpis’in boynuna sarıldı, iki elinin parmaklarıyla boyun çukurunu kavradı ve ona asıldı. Karpis sendeliyordu, çok zorlanarak kendini ayakta tuttu,
- Lo cehennemin dibine gidesin. Karpis yarı şakayla kızarak Seyad’ın sözlerine karşılık verdi, haydi söyle “tavuğun uçması samanlığa kadardır.”  Filadelfiya, Vaşington ya da New York’a mı gidiyorsun?
- Hayır, kardeş can bu defa yolum uzak! 
- E haydi kardeşim Pasifik Okyanusu’na kadar olsun ya da Los Angeles’a.
- Hayır Karpis can daha uzak. Seyad “daha uzak” sözünü tekrarlayıp söylerken, onu kızdırmak ister gibi, elindeki kağıdı Karpis’in burnunun önüne götürüp getiriyordu.
- E senin aklın bir karış havada. Öyle olmasaydı, bu kırlaşmış saç sakalınla, aklını kaçırmış gibi, evin içinde tek başına oynayıp, kapıyı da açık bırakır mıydın? Benim yerime bir gangster karşına çıksaydı, o zaman halini sorardım.
- Bırak gangsterleri, yedi göbek babalarıyla da gelseler benimle baş edemezler. Bugün gençlik kanı damarlarımda dolaşıyor, yeniden dünyaya gelmiş gibiyim Karpis!
- E demek ki sen artık “kuyruk sokumundan yeşeriyorsun!”[2]
- Senin sözün olsun. Seyad Karpis’e kızgınlıkla söyledi, ben gittiğimde de yine “kuyruk sokumundan” diyecek misin bakalım?
- Babana rahmet, Seyad, beni usandırdın, nereye gideceğini söyleyecek misin?
- Nereye gidiyorum? Memlekete gidiyorum, ata dedelerin memleketine, bu kez anladın mı?
- Memleket? Karpis, şaşırmış halde Seyad’a sordu.
- Evet. Aynen memleket. Ermenistan, Sovyet Ermenistan’ı. Seyad öyle yüksek bir sesle bağırdı ki, sanki arkadaşının kulakları ağır işitiyordu.
- Böyle birdenbire mi?
- Evet Karpis, böyle birdenbire! Seyad bunları söyledi ve kızgınlığı geçti. Karpis’i kucakladı, karyolada kendi yanına oturttu.
-Karpis, Seyad şevkle sözlerine başladı, bugün Aram’ın evinde oturmuştuk, bir baktık ki, evlerinin postası geldi. Aram “Hayrênîkî dzayn” (Vatanın Sesi) gazetesini aldı, ona biraz göz attı ve birdenbire bağırdı: "Seyad seni arıyorlar!" Kim beni arıyor, diye ona sordum. "Harût ve Şûşanîk!" Sanki kafamda şimşek çaktı, başım döndü ve kendinden geçmiş, sevdalı biri gibi Aram’a baktım. Seninki de bu durumumu anladı, şaşkınlık ve hayretle dedi ki "Sana ne oldu Seyad? Şaka yaptım ben, onlar başka bir Seyad’ı arıyorlar. Neticede sen Kürtsün, bildiğim kadarıyla, ne babanın adı Harût, ne de annenin adı Şûşanîk’tır." Hayır, onlardır onlar, dedim. "Onlar kim öyleyse," diye Aram ısrar etti. Onlar arkadaşım Seyad’ın babası annesidir, çocukluk arkadaşımın, paylaşamadığım kardeşimin. Sonra sırrımı ve arkadaşımı Aram’a bir bir anlatmaya başladım Karpis.

- Ne sırrı Seyad, söyle ben de bileyim?
- Bugün sana ilk kez anlatacağım. Bugüne kadar, sırrımı ve arkadaşımı hiç bir Allah’ın kuluna anlatmamıştım, çünkü ben Seyad’ın ölümüne sebep oldum, benim yüzümden anne ve babasını kaybetti, onunla birlikteyken ben de kaybettim. Sanki ben olmasaydım, o şimdi hayattaydı, bu yüzden de, vicdan azabım yüreğimi yakıyordu. Arkadaşlarıma sırrımı söyleyecek gücü kendimde bulamadım. Bugün artık zamanıdır, anlatacağım: 1918 yılındaki kaçışımızdan önce, bizim aile ve bazı Kürt aileler bir Ermeni köyünde, Mevrek’te yaşıyordu. Mevrek, Kars kazasına bağlı Digor nahiyesindeydi. Güzel bir köydü, hatırlıyorum 10-12 yaşlarındaydım. Ben ve Seyad bizim mahallenin kuzu çobanı idik.
- Seyad kimdi? Karpis arkadaşının sözünü kesti, hala anlayamadım, nihayetinde Seyad sensin.
- Sabret, sabret, Seyad’ın kim olduğunu söyleyeceğim.

Derin bir kederle nefes aldı ve şöyle dedi:

-Seyad benim arkadaşımdı, evlerimiz komşuydu. Duvarlarımız bitişikti. O zamanlar, öyleydi. Ben doğduğumda, Ermeni arkadaşım Seyad bir yaşındaydı. Harût amca ve Şûşanîk hala, köy bakkalından, has kumaş, kuruyemiş ve kesmelik şeker (qende şekir)[3] alarak, bizi ziyarete gelirler. O gün bana, Harût amcanın oğlunun adını vermeyi kararlaştırırlar. Bizi ayırt etmek için aile üyelerimiz bana “Küçük Seyad”, arkadaşıma “Büyük Seyad” diyorlardı. Köylüler Seyadê Felemez, Seyadê Harût diyordu. Ne bizim aile, ne de onun ailesi, ben ve Seyad arasında ayrım yapıyordu. İkiz gibiydik.

Bu sözlerden sonra Seyad sustu ve gözleri yol çekiyormuş gibi karşı duvara baktı. Bir süre öyle kaldı. Karpis de susmuş, onun yüzüne bakıyordu.

- Sonra?..
- Sonra… Sonra savaş başladı, altınsı çocukluğumuz sona erdi… Sanırım 1920 senesiydi. Gümrü’ye ve Erivan’a doğru kaçıyorduk. Köylülerimiz bizim ve Seyad’ın evini taşıdılar ve Karasu/Arpaçay nehri kıyısına geldik. Zifiri bir karanlık vardı. Kör kader işte, sanki on kişi bana şunu söyledi: “Seyad’ı al ve biraz göç kervanından kopun”.

Ben ve Seyad çocukların ve büyüklerin feryat figanlarından insan selinin gürültüsünden çok rahatsız olmuştuk. Birden kurşun sesleri gelmeye başladı. Ben diyeyim on bin, sen de yirmi bin tane. Hepsi birbiriyle çarpışıyordu. Gecenin kör karanlığında yeri göğü bu sesler ve insanların bağırış çağırışları kaplamıştı. Biz ne kadar yardım istesek de göç kafilesine sesimizi duyuramadık. Biz zavallı küçük çocukların imdat çağrısını o kargaşa içinde kim duyacak ki? O gece birçok insan sele kapıldı, nehirde boğuldu. İşte böyle, benim yüzümden miydi yoksa değil miydi bilmiyorum ama, ben ve Seyad kaybolduk, ta ki Gümrü yetimhanesine gidene kadar. Orada ise Seyad ile birbirimizden sonsuza dek ayrıldık.

Birgün, ansızın Seyad’ın rengi gitti ve yere yığıldı. Gidip öğretmenlere haber verdim. Doktor da geldi ve Seyad’ı götürdüler. Bir süre sonra öğrendim ki Seyad koleraya yakalanmış ve ölmüş. Onun mezarını da görmedim. Seyad’dan sonra, sefil ve boynu bükük kaldım. Bundan sonra bizi Amerika’ya getirdiler. Bu şekilde Şikagolu oldum.

- Öyleyse, “Hayrêniki dzayn”ın yazdığı Seyad’ı arayanlar, senin arkadaşının annesi ve babası!
- Evet, ta kendileri.
- Bu defa, sen gidip onlara ulaşmak mı istiyorsun?
- Evet Karpis, gideceğim, o ihtiyarlara ulaşacağım, hani biraz yürekleri ferahlasın, Seyadlarının kokusunu benden alsınlar. Olur da belki, benim annem babam da sağdır, kız ve erkek kardeşlerim de. Onları görebileceğim içime doğuyor. Onları göremezsem de, arkadaşımın annesi babasını görmüş olurum. Kesin şimdi, köylülerimiz de oradadır, bizim oranın ve komşu köylerin insanları.
Hüzünlendi Seyad. Ayağa kalktı pencereye bakacak gibi oldu, ama ansızın yönünü değiştirerek Karpis’e dedi ki:

- Karpis hiç dışarıya bakmak istemiyorum, artık Şikago’nun siyah ve yüksek binalarına doymuşum. Bu kocaman binalar üzerime üzerime gelecek ve ben ortalarında ezileceğim gibi geliyor bana.
- Peki şimdiye kadar nasıl dayandın?
- Ben de hiç bilmiyorum Karpis.…Buradaki hayata doydum. Amerika’yı da tattım, sağlığımı da kaybettim...
- Peki sen diyorsun ki ben gideceğim, Karpis Seyad’ın sözünün arasına girdi, bu kalple nasıl hava değişimi yaşarsın.
- E kardeş, bırak değişsin!
- Neticede kalp dayanmayabilir.
- Peki oraya kadar dayanır mı?
- Herhalde dayanır!
- O da yeter, Seyad kendinden emin şekilde söyledi, ondan sonra patlarsa da patlasın, “her kuş kendi sürüsüyle uçar”.  Yetti artık sürülerimizden koptuğumuz, gurbette, sahipsiz ve kimsesiz kalışımız!
- Doğrudur, dediğin gibidir, Karpis Seyad’ın sözlerini onayladı.
- Peki öyleyse Karpis can. Çabuk ol, kardeşini uğurla, tahammülüm kalmadı. Bu gazete, kalbimde alevlenen ateşi harladı. Artık burada dayanamam. Çabuk ol kardeş, beni uğurla.
- Başım gözüm üstüne, Seyad can. Sen kaygılanma. Karpis Seyad’ı teselli etti, onunla vedalaştı ve gitti.
Bir müddet sonra, Seyad’ın içinde olduğu uçak, Sovyetler Birliği’ne doğru yola çıkmıştı.

Mevrekli çocuklar, sağdaki Mahmut Alınak[4]

Dipnot:

[1] Bu çeviride değerli katkıları bulunan annem Belkız Ayman, dilbilimci Zana Farqînî ve elbette Rohat Alakom’a çok teşekkür ediyorum.
[2] Dilbilimci Zana Farqînî Kürtçede “ser poçikê şîn bûn” şeklinde kullanılan bu deyimin, “mahşer gününde yeniden dirilmek” manası taşıyan dinsel kökenli bir deyim olduğuna işaret etti. “Yeniden dirilmek, dünyaya gelmek ve varolmak,” şeklinde de yorumlanabilir.
[3] Belkız Ayman, metinde, ”qende şekir” olarak geçen şeker türünün, o yıllarda, büyük kütleler şeklinde üretilip satılan ve genelde kesilip kırılarak tüketilebilen şeker için kullanıldığını belirtti.
[4] Tüm fotoğraflar Zehra Ayman’ın arşivinden.