Michel Foucault’nun Norgunk Yayınları tarafından basılan 'Rezil İnsanların Yaşamı' adlı 1977 tarihli metni, düşünürün başka metinlerdeki fikirleriyle de ilişkilenebilecek bir okuma sunuyor.
Michel Foucault’nun çalışmalarında resmi kayıtların önemli bir yeri olduğunu çeşitli metinlerinden biliriz. Bu kayıtlar önemlidir çünkü bir dönemden başka bir döneme geçildiğini de hatırlatır. Hristiyanlık için belirleyici olan “hakikat yükümlülüğü”, günah çıkarma gibi tekniklerle kendiliğin kurulmasında işlevselken kişinin kendini kendine itirafı, bir yandan onun bağışlanmasını içeriyordu. Bu durumda ortada sadece söz vardı, itiraftan pek bir iz kalmıyordu. Ancak on yedinci yüzyıl sonlarında bunun yerini alan kayıtlar, bir anlamda insanın kâğıtta veri hâline geldiği bir dönemi işaretler. Bu daha sonrasında hastane, okul, karakol gibi kurumlarda insanın sadece sayısal bir kategori olarak varlığının değerlendirilmesine sebep olduğu gibi onu takibi yapılabilecek bir şeye dönüştürür. Disipliner iktidarın gözetleme mekanizmasının bir parçası olarak işlevsel kılınır sözün uçuculuğunun yerini artık her yerde kaydı olan, sayılarla ifade edilen bir insan figürü alır. İvan İllich gibi düşünürler bu konuyu daha da derinleştirerek hastanın değil hastalığın ön planda olduğu, insanın laboratuvarda nesne hâline getirildiği, kâğıtta veri olduğu modern kurumları sorgulamışlardır ki Foucault’nun “denizin sınırında bir kum gibi kaybolan” insan ifadesi biraz bununla da ilişkilenir.
Kayıt altına alınma, Foucaultcu anlamda iktidar bahsi açısından da önemli çünkü bu durum disipliner iktidarla temas etme, onun tarafından “görülür” olma gibi bir anlam taşır. Sıradan insanın yaşamı da artık bu kayıtların parçası olduğunda ise disipliner iktidarın gündelik yaşamın her alanına sızdığı yeni bir ilişki, özel bir söylem türü ortaya çıkar. Bu ilişkiler sonrasında kurumların farklı uzmanlıklarla insanları kayıt altına aldığı başka iktidar biçimlerine yol açar. Ama bir yandan da Foucault düşüncesinde iktidarın sabit bir kategori olmadığını biliyoruz. İktidar her yerdedir çünkü biz iktidarı her ilişkide üretiriz. Bu bize verilmiş bir durum olmadığı gibi herhangi bir şeyin etrafımızı sardığı anlamına da gelmez. İktidar, toplumlarda bulunan karmaşık ve stratejik durumun adıdır.
Michel Foucault’nun Norgunk Yayınları tarafından Emre Koyuncu çevirisiyle basılan 'Rezil İnsanların Yaşamı' adlı 1977 tarihli metni, disipliner iktidarın “silik” ve “sıradan” insanların yaşamına, kayıtlarla sızan hikâyesine odaklanırken, düşünürün başka metinlerdeki fikirleriyle de ilişkilenebilecek bir okuma sunuyor. Bu kayıtlarda bir yandan disipliner iktidarın “silik” insanlar tarafından nasıl işlevselleştirildiğini görürken, diğer yandan bu ilişkiyle birlikte iktidarın yaşamın farklı alanlarına sızan dönüştürücü işlevini takip edebiliyoruz. Bu durum bize Foucault düşüncesinde önemli yeri olan hem her yerde hem de hiçbir yerde olabilen sınırsız, sabit olmayan iktidar tahayyülü hakkında düşünme imkânı sunuyor. Çünkü iktidar bizi her zaman sınırlayan, sesimizi kısan, korku yayan bir şey değildir. Onun baskısına karşı üretilen her söz karşı bir iktidarın varlığına sebep olur. Bu karmaşık ilişki her zaman disipliner iktidarın yararına da olmayabilir.
'Rezil İnsanların Yaşamı'nda Foucault, bir şekilde kayıtlara girmiş “silik” insanın disipliner iktidar tarafından hangi yanıyla görünür olabildiğini sorgularken, hiçbir “kahramanlık” vasfı olmayan bu “sıradan” insanların kayda geçmesini şans/talihsizlik açısından sorguluyor. Bu bir yandan şans çünkü kayda geçmek bugün onlar hakkında söz söyleme imkânı veriyor, iktidarla temas görünürlük kazandırıyor. Diğer yandan talihsizlik çünkü disipliner iktidarın, farklı tekniklerinin gündelik yaşamda başka biçimlerde yer almasında işlevsel olabiliyor. Çünkü disipliner iktidar “göz ve kulak”tan ibaret değil; Foucault’nun işaret ettiği gibi, kayıt altına alma, devamlı gözetlenme, hayatın kılcal damarlarına sızma, sizi veri hâline getirme gibi farklı stratejileri olan bir yapı aynı zamanda. Foucault bu metni tanımlarken şöyle söylüyor: “Bu bir varoluşlar antolojisi. Birkaç satırlık yahut birkaç sayfalık yaşamlar, bir tutam kelimede bir araya gelmiş meçhul talihsizlikler, maceralar. Kitaplarda ve belgelerde şans eseri karşılaşılan kısa yaşamlar.”
Peki, bu yaşamlar nasıl kayıtlara giriyor, hangi açıdan önemli? Bu insanların kayıt altına alınmasının önemi “iktidarla olan karşılaşmalarıydı” yoksa onları hatırlamamız, şu an üzerlerine konuşuyor olmamız imkânsızdı. Foucault’nun özellikle üzerinde durduğu bu kayıtlar, 1660 ile 1760 arasına tarihleniyor; kapatma arşivleri, polis arşivleri, krala yazılan dilekçeler ve lettre de cachet arşivlerinden oluşuyor. Bu metinlerdeki ilginç noktalardan biri, düşünürün deyimiyle “ışıltılı” bir üslup içermeleri. Gündelik yaşamın sıradan dertlerinden oluşan bu dilekçelerin böylesine bir üslup içermesinin elbette iktidarla karşılaşma anıyla ilişkisi var. Kötü kocalar, yıldız falcıları, hayırsız evlatlar, sahtekârlar tüm bunlardan dert yanan kayıtlar, eskiden Hristiyanlığın günah çıkarma vasıtasıyla, gündelik yaşamı düzenlemek için kullandığı yöntemin değişimiyle ilişkileniyor. Çünkü on yedinci yüzyıl sonlarından itibaren bunun yerini alan kayıt, dini mekanizmaların yerine kayıt mekanizmasını getiriyor. Böylece krala yazılan dilekçe disipliner iktidarla direkt karşılaşmanın vesilesi olurken, bu dilekçeler de kayıt altına alınan veriler hâline geliyor. Kayıtların günah çıkarmadaki itirafın yerini alması Foucault’nun ifadesiyle söylersek, “Yoksulluk ve yapılan hatalar gibi ufak sıkıntılar artık o zar zor duyulan itirafın sırdaşlığıyla semaya gönderilmeyecektir: Bunlar dünyada yazılı izler hâline birikecektir. Bu, iktidar, söylem ve gündelik olan arasında bütünüyle farklı bir ilişki, gündelik olanı yönetmek ve formülleştirmek için bütünüyle farklı bir yoldur. Sıradan yaşam için yeni bir mizansen doğmuştur.”
Bu durum bize ilk bakışta kralın gündelik yaşama dâhil olduğu, disipliner iktidarın tahakkümünü arttırdığı bir durum gibi yansıyor. Bir açıdan doğru ama iktidar ilişkilerini sabit bir şekilde kurmadığımızda, dilekçe yazanın da işin içinde olduğunu kabul ettiğimizde, bu karmaşık ilişki şunu da açığa çıkarıyor: “Bu, kralın keyfi kararlarının davetsiz bir şekilde yaşamın gündelik boyutuna müdahale edişini ortaya çıkarmış değildir. Daha ziyade, iktidarın karmaşık devrelerde ve dilekçeler ile bunlara verilen yanıtların karşılıklı oyununda dağılmasını sağlamıştır.” Çünkü dilekçeleri yazan tek tek bireyler bir açıdan kendi sorunlarını çözmek için “mutlak iktidarın büyüklüğünden menfaat sağlaması anlamında” onu işlevselleştirmişlerdir. Foucault bunu şöyle açıklıyor: “Oyunun nasıl oynandığı bilindiği müddetçe herkes bir diğeri için korkunç ve yasa tanımaz bir monark haline gelebilirdi: Homo homini rex. Bütün bir siyasal zincir gündelik yaşamın ilmekleriyle iç içe geçiyordu. Ancak hâlâ bu iktidarın, en azından bir an için, temellük edilmesi, bir kanala sevk edilmesi, yakalanması, istenen doğrultuda bükülmesi gerekliydi; eğer kişi ondan faydalanmak istiyorsa, onu ‘ayartması’ gerekliydi.”
Bu metinlerde bahsettiğimiz “ışıltılı dil” de bana kalırsa bu açıdan işlevseldi, yani dilekçeyi yazanın üslubu “ayartma”nın bir parçasıydı. İktidarla karşılaşma anlarında onu bükmenin bir stratejisiydi. Çünkü krala yönelen söylem, gündelik olana dair sözün ancak onun vasıtasıyla söylenebilir olması, özel bir söylem biçimi ortaya çıkarmıştı. Sonraki dönemdeki kayıtlarda böylesine bir üslup yoktu, tam tersine kurumlar içinde disiplinin bir parçası hâline gelen kayıtların dili olabildiğince gri ve sönüktü. Buradaki durum, Foucault’nun, “alelade olanın siyasi söylemi muhakkak heybetli olmalıydı” cümlesiyle ilişkiliydi, belirleyici olan söylemin krala yönelmesiydi. Sıradan olayların “orantısız” biçimdeki parlak ifadesinin bir koşuluydu bu, şikâyet edenin iktidarını gösterme onu bir krala anlatacak söylem hâline getirme biçiminin göstergesiydi.
Foucault’nun 'Rezil İnsanların Yaşamı' metni, onun düşüncesini yansıtan başka metinleriyle ilişkilendirilerek okunacak bir metin. Bunun yanında bahsettiğimiz özel söylem biçiminin sonrasında kurumlarda başka şekilde işlevselleştirildiğini görebiliyoruz. Bu “silik” insanların kaydı, aynı zamanda yeni edebi biçimlerde de yer alıyor. Sıradan insanın gündelik yaşamının bu metinlerde yer etmesinin tarihsel seyrinde bu kayıtlarla ilişkisi metnin ilginç noktalarından bana kalırsa. Foucault’nun bunu bir başlangıç noktası olarak görmediğini de belirtmek gerek: “Lettre de cachet’nin yeni edebi biçimlerin orijin noktasında olduğunu söylemeye çalışmıyorum; daha ziyade, on yedi ve on sekizinci yüzyılın sonunda söylem ilişkileri, iktidar, gündelik yaşam ve hakikat, edebiyatın da müdahil olduğu yeni bir kipte düğümlendiler.” Bu bir çıkış noktası olmasa da edebiyat metinlerinde sıra dışı olanın daha ikna edici olması, görünmeyenin hikâyesinin açığa çıkarılması, gündelik olanın metinlerde “ışıltıyla” yer alması etki yaratma biçimlerinin değişmesi bununla bir şekilde ilişkilenebilir sanıyorum.
Foucault metinde, hiçbir efsane olma özelliği göstermeyen, gündelik yaşamda sıradan olan “rezilliklerin”, polis tutanaklarında, kralla yazışmalarda bir kayıt hâline gelmesiyle ortaya çıkan, iktidarla karşılaşma anlarının açığa çıkardığı ilişkileri sorguluyor. Bu kayıtlarda yer etmeseler haberdar olmayacağımız yaşamların, kendi iktidar stratejilerini nasıl ortaya koyduklarını görmemizi sağlıyor. Kısacası, benim açımdan özellikle Foucault’nun iktidar bahsiyle birlikte düşündüğümde, sıradanın söylemin parçası hâline nasıl geldiğini kavramak ve iktidarın sabit bir kategori olarak tahayyül edilmediğinde neler olabileceğini görmek açısından, metnin farklı açılardan düşünmeme vesile olduğunu söyleyebilirim.