Bezgin ve şehvetperest bir burjuva, manipülatör bir genel ev müşterisi hatta devrimci bir yürüyüşü engelleyen bir polis şefi… Büyük yönetmen Luis Bunuel’in sık sık beraber çalıştığı aktör Michel Piccoli’ye emanet ettiği karakterlerden sadece birkaçıydı. Piccoli kariyerinin bazı bölümlerinde (belki de çoğunda) böylesine ‘uçlarda gezinen’, her zaman bir sosyal boyut ve eleştiri taşıyan rolleri tercih etti. Bu roller belki de onun aykırı karakterleri canlandırma açısından ‘açlığını’ gidermesini ve klasik imajından sıyrılmasını, kendi ‘iç şeytanlarıyla’ boğuşan karakterler koleksiyonuna her seferinde değişik bir portre eklemesini sağlıyordu.
Michel Piccoli, 12 Mayıs günü, tam doksan dört yaşındayken aramızdan ayrıldı ve arkasında eşi benzeri zor görülen bir kariyer, ikinci dünya savaşının en büyük izlerini taşıyan bir yaşanmışlık ve çok göze sokulmayan ama değişmeyen bir politik duruş bıraktı.
Michel Piccoli’nin bir sinema ‘ikonu’ veya ‘efsanesi’ konumuna erişmesi kuşkusuz sadece iyi bir oyunculuk yeteneği ve zengin bir kariyere sahip olmasına bağlanamaz. Piccoli, belki onlar kadar Fransa dışında tanınmasa da, aynı Marlon Brando veya Marcello Mastroianni gibi sadece filmlerde değil ‘sinemada’ yer tutan, büyük yönetmenlerin filmlerinde oynayan değil onlarla beraber çalışan ve belki de bütün iş birliği yaptığı kişileri (yönetmenler dahil) karşılıklı sanatsal ‘alışverişlerle’ besleyen ve onlarla gelişen, büyüyen, sinemasal imajını çoktan aşmış bir ‘figürdü’.
Eşsiz sayılabilecek sinema kariyerinde hem eklektik hem de bazı yönetmenlere ‘sadık kalan’ bir yol izledi. Piccoli hayatın değişik dönemlerinde tanıştığı Louis Bunuel, Jean-Pierre Melville, Jean Luc-Godard, Rene Clement, Alain Renais veya Marco Ferreri gibi ‘antolojik’ olabilecek yönetmenlerle birçok kez beraber çalıştı ancak bunun yanında kendisine göre daha genç jenerasyondan sayılan Nanni Moretti (Habemus papam), Leo Carax (Mauvais Sang/Kötü kan) veya Jacques Doillon (La fille prodigue) gibi isimlerin de tekliflerini geri çevirmedi. Tam yedi filmde beraber çalıştığı Bunuel ve Ferreri dışında Piccoli’nin kariyerinde yönetmen Claude Sautet ve Manuel de Oliveira’nın da yerleri tabii ki özeldir. Daha önce diğer yönetmenlerle beraber ‘Le journal d’une femme de chambre’, ‘Belle de jour’,‘Le charme discret de la borgeoisie’ (Bunuel), ‘Les Doulos’(Melville), ‘Le Mepris’ (Godard) veya ‘La grande bouffe’ (Ferreri) gibi başyapıtlara imza atan Piccoli, bir sonraki ‘sadık oyunculuk’ ilişkisini yönetmen Claude Sautet ile kurdu ve 1970-76 yılları arasında onun tam beş filminde rol aldı. Bu ‘işbirliğinden’ de ‘Les choses de la vie ‘ veya ‘Vincent, François, Paul et les autres’ gibi çok önemli filmler çıktı. Diğer fetiş yönetmenlerinden Portekiz yönetmen Manuel de Oliveira nerdeyse hayatının sonuna kadar önemli filmler yönetmeye devam etti ( 106 yaşında olduğu 2015 yılına kadar) ve Piccoli onun ‘The party’, ‘Je rentre a la maison’ ve belki de ‘Belle de jour’ filminin hayal edilen ‘devamı’ gibi olan ‘Belle toujours’ filmlerinde önemli performanslar sergiledi.
Bizce bu çok önemli sinema kariyerinde Piccoli’yi çok büyük bir oyuncudan da öte bir yere koyan, onun seçtiği filmler, roller ve projelerin her zaman beraberinde bir yaşanmışlık, bir sorumluluk ve bir özel ‘ruh hali’ taşımasıydı. Sanki maddi kazanç veya sadece o yönetmenle ‘görünmek’ gibi bir amaç yoktu ve daha çok beraber bir şeyleri keşfetme, seyirciyi sarsma, politik duruşunu (fazla bağırmadan) duyurma ancak bunu yaparken sinematografik açıdan da çok yüksek bir çıta koyma hedefi dikkat çekiyordu.
Burjuva ama sanatçı bir aileden gelen Piccoli, henüz daha 18 yaşındayken oyuncu olma isteğini açıklar yalnız patlak veren ikinci dünya savaşı ve bunun bıraktığı tahribat, sadece bu kariyer ‘girişini’ geciktirmedi, aynı zamanda oyuncunun sonraki sinemasal deneyimlerinde ve ‘sol’ duruşunda da kendini gösterecekti. Sinema kariyerine ciddi anlamda 1949 yılında çekilen ‘Le point du jour’ ile başlayan Piccoli, aynı zamanda da çok sağlam bir tiyatro kariyeri de inşa etmeye koyulur. Bir ‘işçi kooperatifi’ tarafından yürütülen Babylon tiyatrosuna katılır ve üç yıl boyunca Beckett ve İonesco’nun ‘avant-garde’ piyeslerinde rol alır. Aktris Eleonere Hurt ile de bu sürede tanışır ve 1954-1966 yılları arasında evli kalırlar.
Tiyatroyu asla unutmasa ve zaman zaman geri dönse de Piccoli’nin sinema dünyasındaki kariyeri yükselişe geçmiştir. Birkaç büyük film (‘French Cancan/Renoir) ve popüler (ve kaliteli) televizyon filmlerinde rol aldıktan sonra Piccoli 1956 yılında, Bunuel ile tanışır ve bu karşılaşma, iki sanatçı açısından çok üretken ve derin bir işbirliğinin başlangıcı olur. Piccoli belki de ilk defa yaşadığı ve biraz sıkıldığı burjuva ve sıkı Katolik ailesine olan tepkisini göstermek ve bunu sinemasal bir dille ifade edebilmek ideal ortağı bulmuştur. Bunuel, zaten burjuvazi, Hristiyanlık, inanç gibi konular üzerine en derin eleştirileri yapmayı başaran büyük isimlerden biridir ve bu ortaklık dediğimiz gibi tam yedi filmle sürer. Bunuel’in ilk ortak filmlerinden biri olan ‘La mort en ce jardin’de (1956) Piccoli’ye bir ‘rahip’ rolü vermesi, hoş bir ironik durum olmuştur.
Piccoli, bir başka ‘karakter yaratma’ yönünü gösterme şansını, Godard’ın önemli filmi ‘Le Mepris’ de Brigitte Bardot’nun eşini canlandırarak yakalar. Bu rolde sert, karısını mütemadiyen döven bir senariste hayat vermektedir ve karakterindeki çatlaklar ve kırılmalar değişik ve etkileyicidir.
Aktör diğer büyük ‘ortaklarından’ biri olan Marco Ferreri ile 1969-1981 yılları arasında yine yedi filmde çalışır ve bunların arasında en göze çarpan kuşkusuz 1973 yapımı ‘La grande bouffe’ filmidir. Film gösterildiği Cannes Film Festival’inde skandal etkisi yaratır. Yönetmen Ferreri’nin ‘yakıcı’ ve ‘rahatsız edici’ eseri, modern toplumumuzun çürümüşlüğünü adeta çarmığa germektedir ve Piccoli yarattığı karakterinin ‘dizginlerini’ tamamen bırakmıştır.
1970’li yıllarda Claude Sautet ile tanışması ve sonrasında çalışması aktöre yine oyunculuk açısından yeni kapılar açacaktır. İlk bakışta ‘konformist’ gözüken ancak filme aldığı tutkulara her zaman ‘endişe verici’ bir doz veren Fransız yönetmenin filmlerine Piccoli, ‘huzursuz’ karakterlerle, bir ‘sancı’ ve dengesizlik duygusu katar.
Bütün bu kusursuz hatta birçok oyuncunun ‘düşleyeceği’ sinema ve tiyatro kariyerinin yanında Piccoli’nin çok dile getirmediği ama saklamadığı da bir ‘sol’ politik görüşü vardı. Her ne kadar Fransa’daki sol akım ve genel olarak politikadan beklediğini alamasa da fikrini ve duruşunu değiştirmedi. Çok genç yaşta tanıştığı ikinci dünya savaşı ve bu savaşın baş aktörü Hitler gibi karakterlerin söylemleri, onu her zaman aşırı sağ partilere karşı en sert tepki koyan kişilerden biri haline getirdi. Birleşmiş Milletler tarafından kurulan ‘Barış hareketine’ destek veren, Fransa’daki ‘sans papiers’leri (oturma izni olmayan göçmenler) savunan ve Fransa’daki aşırı sağ parti ‘Front National’a karşı mücadele eden Piccoli SOS Rasizm ve Uluslararası Af örgütü bünyesinde çok aktif görevlerde bulundu. Bunun yanında çoğu zaman Sosyalistleri destekledi. Zamanında Mitterand’a ve en son olarak da Royal’a destek vermişti…
Sonuç olarak Louis Bunuel’den Marco Ferreri’ye, Louis Malle’den Jean Luc Godard’a ve Agnes Varda’dan Alfred Hitchcock’a kadar bütün büyük yönetmenlerle çalışan, özellikle Avrupa sinemasının ‘Altın çağında’ en büyük sanatçı ve yönetmenlerin, en iyi filmlerinde sadece yer almamış, onlarla ‘ortak çalışmış’ bu ‘efsanevi’ aktör inanılmaz bir ‘sinema mirası’ bırakarak aramızdan ayrıldı. Aramızdan ayrılan her büyük sanatçı ‘unutulmaz izler’ bırakır. Michel Piccoli ise zaten ‘unutulmaz’ olmuştur.