Yönetmen Roland Emmerich, dünyanın sonunu anlatan sinema filmleri yaratmakta ‘uzman’ olduktan sonra, (‘Independance Day’, ‘The Day After Tomrrow’, ‘2012’…) kamerasını çok daha gerçekçi bir olaya, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesine ve Savaş'ın ortalarındaki yıllara çeviriyor. Savaşın güçlü tarafları olan Amerika ile Japonya arasındaki çarpışmalar ve savaşı iyice alevlendiren Pearl Harbor olayı (daha doğrusu bombalanması) konunun merkezini oluşturuyor. Film, bu bombalama olayı ve Amerika’nın buna karşı verdiği sert misilleme konusunda teknik açıdan çok etkileyici görüntüler barındırıyor. Anlatımda tabii ki Amerikalı seyircilerin gönlünü okşayacak taraflı bir bakış açısının yanında, pek derinlik taşımayan karakterler ve senaryoya hoş bir şairane, romantik hava katacak yan öyküler de mevcut. Dolayısıyla filmin savaş sekanslarını heyecanlanmış, adeta gözlerimizi kırpmadan, biraz başımız dönmüş ama etkilenmiş bir halde izliyoruz. Ancak filmin senaryosundaki zayıflık, karakterlerindeki basmakalıplık ve hikayedeki biraz ‘light’ romantik hava, ‘Midway’i gösterim sonrasında aklımızda pek bir iz bırakmayan bir yapım haline getiriyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesi, 1937 yılında Japonya ve Amerika arasındaki diplomatik ilişkiler çok hassas bir süreçtedir ve iki ülke de birbirlerinin politik tavırlarını tartmaya çalışmaktadırlar. Bu gergin ortam savaşının patlak vermesiyle ve Japonya’nın beklenmedik ‘Pearl Harbor’ bombalamasıyla en alevli haline dönüşür. Tam olarak 7 Aralık 1941 yılında gerçekleşen bu saldırı hem Amerika’nın askeri istihbarat olarak zaafını gözler önüne serer hem de sonrasında Amerika’nın izleyeceği savaş stratejisine yön verir. Askeri güç olarak Japonya’nın çok gerisine düşmüş olan Amerika, düşmanının şifreli savaş mesajlarını çözerek Japonya’nın savaşı ‘resmen’ bitirecek olan ‘Midway’ projesini engellemeye ve ellerinde kalan bütün güçle direnmeye çalışacaktır. Savaşın galibiyetle bitirilmesindeki en büyük görev Amerikan ordusunun başarılı savaş pilotlarına düşmektedir.
MİCHAEL BAY Mİ, YOKSA ROLAND EMMERİCH Mİ?
Aslında Emmerich’in ele aldığı tarihi olay, kuşkusuz daha önce Amerikan sinemasında değinilmemiş bir konu değil. İkinci Dünya Savaşını anlatan filmleri bir kenara koysak bile, ‘Midway’in can damarını oluşturan ‘Pearl Harbor’ saldırısı ve sonrası, Michael Bay’in 2001 yılında çektiği gösterişli ‘Pearl Harbor’ filmiyle işlenmişti. Aşağı yukarı benzer bütçeye ve bakış açısına sahip olan bu iki film, ana olay olarak aynı konuyu ele alsa da, hikayenin duygusal ve romantik tarafında farklılıklar taşıyordu. Daha doğrusu Bay, belki de filminde savaşı arka plana koyup asıl konusunu iki yakın arkadaş olan savaş pilotunun aynı kadına aşık olması üzerine kuruyor, Pearl Harbor olayını neredeyse bu karmaşık ilişkilerin filizlenmesine uygun bir dönem gibi sunuyordu. Kuşkusuz bu filmde de etkileyici savaş sekansları, kahraman pilotların yaptığı inanılmaz uçuşlar bolca vardı ancak seyirciler bir yandan da senaryodaki bu kişisel aşk hikayesine odaklanıyordu.
Emmerich ise filminin duygusal yönünü tamamen ikinci plana atmış ve ana konusunu Amerika’nın ‘kahramanca’ direnişine ve stratejik savaşına çevirmiş gibi duruyor. Dolayısıyla Amerikan ordusundaki subay ve askerlerin, özellikle filmin ana karakterlerini temsil eden savaş pilotlarının aileleri, eşleri, sevgilileri, çocukları ve bütün bu kişilerin yaşadıkları şeyler, ara sıra, çok göze çarpmayan ve kısıtlı konuşma içeren sekanslarla önümüze geliyor.
ASIL SAVAŞ, KAFADA KAZANILIR!
‘Midway’ ne zaman kamerasını filmimizin kahramanlarının ailelerinden ayırıp Amerikan ordusunun savaş gemilerine ve uçaklarına getiriyor, yönetmende ve ‘mise en scene’ninde adeta bir ‘ciddileşme’ hissediliyor. Yönetmen Emmerich karakterlerine minimum düzeyde de olsa, insani bir boyut katmak için aralarındaki ‘vicdani’ ve ‘mantıksal’ farklılıklara dikkat çekiyor. Hepsinin asıl amacı ve düşmanı aynı olsa da, savaşa aynı gözle bakmıyorlar. Kimi savaşmaya ‘fanatik’ derece meraklı, kimi taktik ve stratejiyi her şeyin önüne koyuyor, kimi ise olaylar karşısında vicdani ve ahlaki bir sorgulama yaşıyor.
Örneğin savaşın en sıkıntılı döneminde Deniz Kuvvetleri'nin başına getirilen Amiral Chester W. Nimitz (Woody Harrelson) ‘Pearl Harbor’ sonrasında ani bir ‘tepkisel’ cevaba yanaşmıyor, önce düşmanı taktik açıdan çökertmenin yollarını bulmaya çalışıyor. Ordunun başındaki Amiral William Halsey ise çok daha ‘içgüdüsel’ davranan, otoriter ve soğuk görünmesine rağmen ‘hakkaniyetli’ ve yeri geldiğinde askerlerinin hakkını fazlasıyla veren bir komutan… Bir diğer önemli karakter olan, ilk saldırıyı ön göremediği için stratejik bir fiyaskonun sorumluluğunu kabul eden ancak sonrasında savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynayan İstihbarat Subayı Edwin Layton, son derece mantıksal ve vicdanlı bir adam...
Bütün bu pragmatik ve mantıklı karakterlerin arasında öne çıkan isim ise baş kahraman, savaş pilotu Dick Best oluyor. Bu karakter, üst düzey bir pilotaj kabiliyeti ve inanılmaz bir cesareti olduğu halde neredeyse savaşmaya ‘hevesli’, savaştaki her hamleyi kişisel bir intikama dönüştüren, tamamen ‘içgüdüsel’ davranan ve çarpışma sırasında arkasında bıraktığı ailesini unutan, taktiği ise umursamayan bir adam portresi çiziyor. İşin garip tarafı, Dick Best ve tepkileri o kadar şairane, yüce bir amaç uğruna ve kahramanca olarak sunuluyor ki sanki yönetmen Dick Best’in herkesten daha haklı olduğunu, ‘izlenmesi gereken asıl savaşçı’ olduğunu ima ediyor. Bu tutum, karakterin pilot olarak gerçekleştirdiği her eylemi, bütün insani zaaflarını, amiyane tabirle ‘gaza geldiği’ ve gereksiz hırslandığı her şeyi affettiriyor, mazur gösteriyor…
Hikayenin taktik savaşı gösteren sekanslarına gelecek olursak… Bu sekanslar kuşkusuz filmi basit bir savaş filmi olmaktan kurtarma çabasında ve yönetmenin göstermek istediği ‘stratejik’ aklın üstünlüğünü kanıtlama gayretinde gibi duruyor. Aslında çok önemsiz gibi görünen bir adanın savaşta nasıl kilit bir noktayı oluşturabileceğinin ve sabırlı, planlı bir saldırının her zaman bir intikam saldırısına galip geleceğinin altını çiziyor.
Bu arada bu sekanslarda da, savaş sahnelerinde de Amerikalılar için bir savaş ‘güzellemesi’, bir ‘kahramanlık destanı’ havası eksik olmuyor. Japon komutanlarını kısıtlı sürede görüyoruz, ailelerini neredeyse hiç tanımıyoruz, aralarındaki konuşmalar ise genelde hep bir emir-komuta zinciri çerçevesinde gerçekleşiyor.
OYUNCULAR İSİMDE KALIYOR…
Bu ölçekte ve bütçede bir filmin oyuncu kadrosu da tabii ki sağlam isimlerden oluşuyor. Oyuncu kadrosunda Patrick Wilson, Woody Harrelson, Luke Evans, Aaron Eckhart, Dennis Quaid gibi isimleri görmek seyirci olarak beklentimizi yükseğe çıkarıyor ancak neredeyse her biri minimum düzeyde kullanılmış ve sanki oyunculuk yeteneklerini sergileyebilmek için yeterli zamanları yokmuş gibi duruyor. Her birine verilen rol ve ekranda görülme zamanları biraz ‘aceleye’ getirilmiş, canlandırdıkları karakterlerin insani yönlerini ‘törpülemiş’ gibi bir hava var.
Başrolde oynayan Ed Skrein ise bizce gerçekten ‘yetersiz’ bir oyunculuk sergiliyor. Böyle tarihsel bir filmde, bu kadar önemli bir rolde, çizdiği ‘Kahraman pilot’ portresinin içine hiçbir insani yön katamıyor. Ne eşiyle konuştuğu sahnelerde, ne arkadaşlarıyla dertleştiği sekanslarda ne de komutanlarının emirlerini sorguladığı sahnelerde karakterinin duygusal derinliğini anlayamıyoruz, onun gibi biz de ‘buzdan’ bir ifadeyle bakakalıyoruz.
Bütün bu ‘ortalama’ performanslar arasında gözümüze tek çarpanı, belki de deneyimli oyuncu Dennis Quaid’in, kusursuza yakın bir oyunculukla canlandırdığı Amiral Halsey karakteri oluyor. Yan bir rolde olmasına rağmen, Quaid artık ‘yaş almış’ yüz hatlarıyla ve etkileyici yüz ifadesiyle bu komutanı gerçekten ete kemiğe büründürüyor…
‘Midway’ bahsettiğimiz gibi teknik açıdan başarılı, sanat yönetmenliği açısından neredeyse kusursuz, senaryo açısından ‘orta halli’ ancak ideolojik açıdan ‘militan’ düzeyde tek taraflı ve oyunculuklar açısından ise ‘sınıfta kalan’ bir yapım… Bu Amerikan usulü ‘savaş destanı’ kuşkusuz sinemaseverlerin ilgisini çekecektir ancak dediğimiz gibi bizce filmlerde ‘Biçim’ her şey değil…
Yönetmen: Roland Emmerich
Oyuncular: Ed Skrein, Patrick Wilson, Woody Harrelson, Luke Evans, Aaron Eckhart, Mandy Moore, Dennis Quaid, Nick Jones…
Ülke: ABD