“Bana göre Mihri, hayatı dolu dolu yaşamış, yeteneğinin peşinden gitmiş, içinde yaşadığı dünyanın ona ve genel olarak kadınlara dayattığı kısıtlamalardan yılmamış bir kadın.” Çoğumuz böyle değil miyiz? Mihri’nin bir mektubunda dediği gibi, “sanatkarın yolu yürüdükçe uzar gider”.
19. yüzyıl sona ermek üzereyken, hekim ve dönemin Tıbbıye Nazırı Rasim Paşa’nın kızı olarak İstanbul’da bir konakta doğuyor Mihri. Rasim Paşa’nın ataları Abhazya’nın soylu bir ailesine mensuptur ve Paşa’nın kardeşi Fatma Pesend, 2. Abdülhamid’in Selanik sürgününe beraberinde götürdüğü eşlerinden biridir. O yıllarda aydın babaların kızlarının okuma-yazma öğrenmeleri, hatta bir veya birkaç yabancı dil, edebiyat ve müzik eğitimi almalarına imkan tanıdıklarını biliyoruz. Bu babaların bazıları bununla da kalmayıp, her türlü tenkidi, tehdidi göğüsleyerek, Halide Edip örneğinde olduğu gibi, kızlarını Batılı eğitim veren misyoner okullarına gönderiyorlar. Fakat Mihri “konak eğitimi” almakla yetinmek zorunda.
Sanata, özellikle de resim sanatına tutkun Mihri, muhtemeldir ki yirmili yaşlarına varmadan veya bu yaşlarını sürerken evden ayrılıyor ve bugün bile birçok kadının cesaret edemeyeceği bir kararla Roma’ya resim eğitimi almaya gidiyor. Devrin gazetelerinde bir trajedi olarak sunulan haberlerde Mihri, baba evinden kaçan, asil ailenin asi kızıdır. Fakat bu cesurca hamleye ailenin onay verme veya boyun eğme ihtimalini de göz ardı etmeyelim. Gazeteler olayları dramatize etmeyi oldum olası severler. Mihri öyle bir kadın ki kabına sığmıyor ve dünyada kapladığı yeri sürekli zorlayarak genişletiyor. Roma’dan Paris’e, sanatın kalbine yollanıyor. Fakat 1. Dünya Savaşı Avrupa’ya türlü hayallerle gelmiş birçok genci olduğu gibi, onu da yıldıracaktır. Böyle bir ruh hali içindeyken, dönemin Osmanlı nazırlarından biriyle tanışır Paris’te. Darülmuallimat’ta resim dersleri veren Müfide Kadri, henüz 21 yaşında veremden ölmüştür. Ki onun hikayesi de başlı başına önemli. Onun ölümü üzerine açılan pozisyonu Mihri’ye teklif eder nazır. Bu cazip teklifi kabul eden Mihri İstanbul’a döner. Artık Müşfik Bey’le evlidir ve onu tanıyan sınırlı insanın aklında kalan kimliğini edinmiştir: Mihri Müşfik.
İstanbul’da, Darülmuallimat’ta ders vermeye başlar. Darülmuallimat’ta hocalık yaptığı dönemde, Osmanlı kadın hareketinin eğitim hakkı mücadelesinin rüzgarını da arkasına alarak, İttihat ve Terakki Hükümeti’nden bir talepte bulunur. Her fırsatta eşitlik ve eğitim hakkından söz eden hükümet, kadınlara yönelik bir güzel sanatlar okulu da açmalıdır. Mihri’nin mücadeleci ve tuttuğunu koparan kişiliğine dair size bir emare daha! 1914’te kurulmasında pay sahibi olduğu İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde, öğrencileri arasında Bülent Ecevit’in annesi Nazlı Ecevit’in de olduğu bir atölyesi olacaktır. Hatta bir dönem okulun yönetiminde de yer alacaktır. Mihri’den sonra uzun yıllar güzel sanatlar akademisinde başka bir kadının kendi atölyesi olmayacaktır. Neşe Erdok’a kadar.
Mihri tek hayatla, tek dünyayla, kendisine verilenlerle yetinecek biri değildir. İstanbul’da, erkeklerin hakimiyetindeki sanat camiasında aradığını bulamamış olacak ki, Roma’ya döner. Girişkenliği kişiliğinin bir başka özelliği gibi görünen Mihri, Roma’da Türkiye’den gelen öğrenciler için bir güzel sanatlar okulu kurmanın derdine düşer. Bugün bile marjinal bulunacak bu girişim tabii ki karşılıksız kalır. Fakat zorlukların onu yıldıramadığı açıktır. 1927’de bu kez dümeni Amerika Birleşik Devletleri’ne kırar. Bir kadın ressamın o yıllarda tek başına sergi açması dünyanın her yerinde zorken, henüz bir yıldır New York’ta bulunan Mihri solo sergi açmayı başarır. Dünya nimetlerinden de vaz geçmiş değildir. Tek tük fotoğraflarından giyimine kuşamına, sosyal hayata düşkün biri olduğu izlenimi uyandıran Mihri, New York’ta ikinci kez evlenir. Bu kez İtalyan asıllı bir opera bestecisiyle. Evlilik kayıtlarına bakılacak olursa yaşı ve medeni hali konusunda yanıltıcı küçük kaçamaklar yapmıştır. Onun buna ihtiyaç duymasına sebep olan düzen utansın!
Yılmak nedir bilmemesine rağmen, mesleki hayatında da hiçbir şey yolunda gitmemiştir. Hem kadın, hem Doğulu, hem de her türlü destekten yoksun olması hayatta kalmak için taktikler geliştirmesine sebep olmuş olsa gerek. Devrin ünlü siyasetçileri ve bilim insanlarının (örneğin Eisenhower, Edison, Mussolini ve Atatürk) dev boyutlu resimlerini yapmış ve bunların pazarlanması işini de kendisi üstlenmiştir. Dönemin ünlü şairi Edwin Markham’ın portresini, onun konuşma yapacağı salona götürerek, oturacağı masanın arkasına asmak dahiyane bir pazarlama stratejisi değil mi? Edison’un portresini akrabalarına satmaya çalışırken ise, onun kendisine bizzat poz verdiğini iddia eder. Fakat resmin bir fotoğraftan yola çıkarak yapıldığını yıllar sonra Özlem Gülin Dağoğlu ortaya çıkarır. Yabancı bir coğrafyada, kıyasıya rekabetin hüküm sürdüğü bir piyasada parasızlık, sanat aleminin dışına itilmek insana bunları yaptırabiliyor demek. Üstelik de büyük buhran dönemidir.
Mihri’nin Amerika yılları hakkında da çok fazla bilgi yok. Sanatsal çalışmalarının yanında, bazı gazete kupürleri, arşiv bilgilerinden yola çıkarak orada da “rahat durmayıp”, oy hakkı için mücadele eden kadınlara destek olduğu anlaşılıyor. Hatta onlara finansal destek sağlamak için resim yapıp satmış. Anlaşılacağı üzere, Mihri kendi kariyerini parlatma çabasında olan bir kadın değil sadece, eşitlikçi bir toplum için, özellikle de kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelelerinde dayanışmacı bir tutum takınmaktan hiç geri durmamış.
İki evliliğe rağmen anılmayı tercih ettiği baba adıyla Mihri Rasim, 1954’te New York’ta ölüyor. 70 yaşına yaklaşırken maddi ve manevi olarak ne durumdaydı, merak ediyorum. Bildiklerimi de onunla ilgili her şeyin peşine düşen Berna Gençalp, onun hakkında kapsamlı bir tez yazan Özlem Gülin Dağoğlu, akademisyen Burcu Pelvanoğlu’nun ağzından Kim Mihri belgeselinden öğrendim. Bu belgesel sayesinde sadece Mihri Rasim’in hikayesi ana hatlarıyla ortaya çıkmadı, sanat tarihimizin kadın sanatçılara hak ettikleri yer verilerek yeniden yazılması gerekliliği bir kez daha anlaşıldı.
Berna, İstanbul Modern’de Burcu Pelvanoğlu’ndan Türk Resim Sanatı Tarihi seminerini alırken rastlar Mihri’ye. Merak edip araştırmaya başlayınca, Mihri’nin hikayesinin boşluklar ve rivayetlerle dolu olduğunu görür. Onu ya kimse bilmemektedir ya da ilk kadın ressamlarımızdan biri olan Hale Asaf’ın akrabası olarak anmaktadırlar. Bu bilinmezlik, yıllar sonra tamamlanabilecek belgeselin adı olacaktır: Kim Mihri? Berna, iğneyle kuyu kazarak edindiği bilgilerin sorularına tatmin edici cevaplar sunmak yerine onları çoğalttığını görür. Ama Mihri’nin kıtalar arasında süren hayat yolculuğu öyle göz alıcıdır ki, “Bu bir film!” der Berna ve işe koyulur. Önce uzun metrajlı bir sinema filmi için senaryo yazar: Mihri Yolda. Bu senaryoyla Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde ödül alır. Fakat burası Türkiye’dir ve Mihri’nin döneminden beri çok fazla şey değişmemiştir. Yüklü bir maddi sermayesi olmayan bir kadının, tarihteki izi silinmeye yüz tutmuş ve birden çok ülkede yaşamış bir başka kadını anlatacak bir sinema filmi çekmesi neredeyse imkansızdır. Fonlar, destekler hem çok sınırlı, hem de çoğunlukla sektörün deneyimli, “güçlü” isimlerine yöneliktir. Haliyle bunların da neredeyse tümü erkektir.
Hal böyle olunca Berna, Mihri’nin hikayesinden heyecan duyan Berat İlk ve Yonca Ertürk’ün ortak yapımcılığında, görüntü yönetmenliğinde Gözde Koyuncu, kurguda Fırat Terzioğlu’ndan oluşan bir ekiple, Mihri’ninkine benzer uzun ve zorlu bir yola çıkar. 2016’da işe koyulan ekibin yolu Özlem Gülin Dağoğlu ile kesişir. Özlem sanat tarihçisidir ve Mihri hakkında bir tez yazmıştır. Hem Özlem, hem de Berna’nın Mihri’yle tanışmasına vesile olan Mimar Sinan Üniversitesi’nden Burcu Pelvanoğlu Mihri’nin hikayesini keşfederken ekibin yanı başındadırlar. Tabii Abhazlar’ın tarihini yazarken, Mihri’yi bir başka kimliğiyle, Abhaz prensesi olarak keşfeden Mahinur Tuna’yı da unutmayalım. Berna’nın üç kıtada dolaşarak, arşivlerde çalışarak, uzmanlarla görüşüp, sokak sokak iz sürerek yaptığı çalışma araştırmacı belgeselcilik diye bir kategorinin varlığından haberdar etti beni. Akademik çalışmalarla, araştırmacı gazetecilikle eşdeğer bir pratik. Sadece sanatsal değil, bilimsel artı değer de yaratan bir tür.
MİHRİ’NİN BİRLEŞTİRDİĞİ KADINLAR
2022’de ilk gösterimi yapılan ve 59. Altın Portakal Film Festivalinde en iyi belgesel ödülünü alacak olan Kim Mihri’nin hazırlıkları yine türlü soruyla başlar. Mihri kimdir, nasıl bir aileden gelmektedir? Resme nasıl merak sarmış, yaşadığı dönemde bırakın kadınları, erkeklerin bile cesaret edemeyecekleri bir maceraya atılarak bir başına Avrupa’ya gitmeye nasıl karar vermiştir? Orada neler yapmış, neler yaşamıştır? Neden İstanbul’a geri dönmüş ve İnas Mektebi’nde neler yapmıştır? Tekrar Avrupa’ya dönme ve oradan ABD’ye geçme kararının arkasında hangi saikler vardır? Eserleri nerededir ve neden unutulmuştur? Saray ressamı Fausto Zonaro’dan özel ders almış bu kadın, Zonaro’nun kapsamlı ve ayrıntılı anılarında neden yer bulamamıştır mesela? Bu sorular, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin birçok mücadeleci ve yaratıcı kadını için sorulabilir. Bu yanıyla tarihin dışına itilmiş üretken, yetenekli kadınların sembolüdür Mihri.
Belgeselin özgün yanı tam da budur. Çok katmanlı bir anlatı olan Kim Mihri, ressam Mihri’nin izini sürerken sanat camiasına, piyasasına sığmayan/sığdırılmayan/sığınmak istemeyen başka kadınlarla da tanıştırır bizi veya zaten tanıdıklarımızla da özdeşlik kurmaya davet eder. Türkiye’de sanatsal üretim yaparak adını duyurmanın, geçinmenin, fırsatlardan yararlanmanın, sergilerde, ödül listelerinde yer almanın ne kadar meşakkatli olduğunu hatırlarız tekrar. Belgesel boyunca, daha önce adını hiç duymamış veya hakkında pek az şey bilen kadın sanatçılar hikayelerini Mihri’ninkiyle birleştirirler.
Bunlardan biri Feride Çetin. O Mihri’yi duyup da heyecanla ekibe dahil olanlardan. Bir animasyon karakteri olarak Mihri’yi canlandırıyor Feride. Berat İlk’in yönetmenliğinde bir animasyon ekibinin tasarladığı Mihri karakteri Feride’nin gözleriyle izleyiciye bakıyor. Bedeninin geri kalan kısmıyla bir animasyon karakteri. Bu ayrıntı, Mihri’nin portrelerindeki capcanlı gözlere bir selam göndermek niyetini taşıyor. Eleni Lomvardou’nun orijinal film müziği ise bir festivalde ödül kazanacak kadar yaraşıyor anlatıya. Kayıt tekniklerinin yetersiz olduğu bir dönemin insanı olarak Mihri’nin ses tonunu, vurgularını Deniz Türkali ve Ece Dizdar kendilerince yorumlayarak, onun devrin maarif nazırıyla diyalogunda nasıl bir tavır takınmış olduğunu kestirmeye çalışıyorlar. Fatmagül Berktay, Hülya Uğur Tanrıöver, Tomur Atagök ve birçok kadın sanatçı onunla ilgili bildiklerini anlatıyor, bilmediklerini Berna’dan öğreniyorlar. Kimi, anlatılanlardan yola çıkarak dev bir portresini yapıyor Mihri’nin ve onu annesiyle özdeşleştiriyor, kimi ise zihinlerinde canlanan Mihri’yi resmeden afişler hazırlıyorlar. Mihri, kendinden sonraki kuşaklarla buluşuyor böylece. Can buluyor. Yine Berna’nın girişimiyle Salt Galata’da bir Mihri sergisi açılıyor.
Berna belgeselle ilgili bir söyleşide, Mihri’yi olağanüstü becerileri olan bir kadın veya bir kurban gibi görmememiz gerektiğini hatırlatarak şöyle diyor: “Bana göre Mihri, hayatı dolu dolu yaşamış, yeteneğinin peşinden gitmiş, içinde yaşadığı dünyanın ona ve genel olarak kadınlara dayattığı kısıtlamalardan yılmamış bir kadın.” Çoğumuz böyle değil miyiz? Mihri’nin bir mektubunda dediği gibi, “sanatkarın yolu yürüdükçe uzar gider”. Belgeselin finalinde vurgulanıyor: İlgi alanımız ne olursa olsun, bu engebeli yolları hep birlikte yürüyoruz.