Mikro faşizm: Hırsızsa bizim hırsızımız!
Korkan, ürken, muhtaç olduğunu zanneden birey bu duygulardan korunmak için ya bir partiye körü körüne üye olur ya takım tutar veya bir cemaate yaslanır. İçine girip özdeşleştiği sürünün içinde yaşamını korur belki ya da yaşamını sürüye adar; ama benliğini koruyamaz. Zira bir benliği yoktur artık
Cem Kertiş
‘Kötülük’ her zaman ilgimi çeken bir konudur. Peki, nedir kötülük? Bir eylemi, bir ideolojiyi ya da bir insanı kötü yapan nedir? Bu, o kadar geniş bir konu ki… Bu konuyu etraflıca yazacak olanağım burada yok. Bu sebeple sorunu daraltacağım.
ODTÜ’de okuduğum dönemde 28 Şubat kararlarıyla üniversite, türbanlı öğrenciler için hapishaneye dönüşmeye başlamıştı. Bu durum elbette ODTÜ’ye özgü değildi. Sol oluşumlar, olan biten üzerine bir toplantı yapma kararı aldılar. Toplantıya katılım yoğundu. Sol çevrelerin büyük bölümü devletçi anlayışa karşı tavır konulması gerektiğinde hemfikirdi. Herhangi bir polemiğe girmek istemediğim için adını yazmak istemediğim bir parti de, ilericilik ve laikliği bahane göstererek soruna devletçi bir tutumla yaklaştı. Toplantıdan kısa süre sonra kantinde, yemekhanede bu partiye mensup olan bir kadın arkadaşımın dalgınlığına ve mutsuzluğuna tanık oldum. Arkadaşıma selam veriyordum, görmüyordu; sesleniyordum, duymuyordu. Çok sevdiği bir yakınını kaybetmiş gibiydi. Bu duruma kayıtsız kalamadım ve ona, “Nedir bu halin? Neyin var?” diye sordum. Anlattı ve zaman zaman gözleri doldu, ağladı. Toplantı sonrası parti içinde de bir toplantı yapılmış ve bu kadın arkadaşım da devletçi tavrı doğru bulmadığını, türbanlı öğrencilere yapılan bu haksızlığa karşı çıkılması gerektiğini söylemiş. Bu eleştirel tavra karşı üniversitedeki partili arkadaşları selamı sabahı kesmişler... Birlikte mücadele ettiği, arkadaşları bildiği, aynı kaptan yemek yediği, derdini paylaştığı, dert dinlediği yoldaşları onu yoksaymışlar.
Dahası, arkadaşları arasında platonikçe âşık olduğu biri vardı. Bir süre sonra bu kişi arkadaşıma selam vermeye başlamıştı. Çok sevinmişti, umudunu yitirdiği bir anda bir kişiden de olsa, ki bu kişiye âşıktı, insanca muamele görmesi arkadaşımı sevindirmişti. Fakat anlaşıldı ki, bu insan müsveddesi de parti tarafından, arkadaşımın fikirleri partinin çizgisine gelsin diye görevlendirilmiş. Adam bunu başaramayınca arkadaşıma selamı sabahı yeniden kesmiş. Kadın arkadaşım derin bir depresyona girdi. Yaşadığı yabancılaşmayı atlatması çok uzun zaman aldı. İntiharın eşiğinden döndüğünü bizzat biliyorum.
Mikro faşizm kavramını duymuşsunuzdur. Doç. Dr. Şahin Filiz’in ilk olarak ülkemizde kullandığı bu kavramı kabaca açmam gerekirse: Aykırı olana ya da bir süre sonra aykırı davranana, benzemeyene, grubun değerlerini eleştirene karşı yok sayma, dışlama ya da yaptırımda bulunma.
Arkadaşıma yapılan ve bu ülkede çoğu kişinin, topluluğun maruz kaldığı durum tam da bu. İster mikro faşizm deyin ister kötülük, adını ne koyarsak koyalım bu tavır, kaynağını bir bakıma feodal kültürün yoz tarafından alıyor. Bu ülkede aydınlanmanın gerçekleşebilmesi için feodalizmin yıkılması gerektiğini bize bir kez daha gösteriyor. Geri kalmış ülkelerin devrimcileri de gerici; çünkü insanların doğdukları kültürle hesaplaşması zaman alan bir süreç. Bir kişinin ya da topluluğun ideolojisinden gelen düşünceleri içinde yaşadığı yoz kültürü yıkmaya teşne bile olsa kişilerin içinden çıktığı kültürden beslenmiş olması durumu daha da çelişik, karmaşık hale sokuyor.
Mikro faşizm sadece bireyi ayrıştırma, yalnızlaştırma, hizaya getirme işlevi görmez. ‘Mahallemizin çocuğu yedirmeyiz. Hırsızsa bizim hırsızımız. Muhitimizin kızı kimseye kaptırmayız,’ gibi söylemlerle de sürü psikolojisinin güvenlik sağlayan enstrümanlarını devreye sokar. Hiçbir olaya hakkaniyet, vicdan üzerinden yaklaşmaz. Sürü, topluluğun üyesine, sahiplendiği bireye şu mesajı verir: Seni, bize aykırı davranmadığın sürece ne yaparsan yap koruruz. Yeri gelince sen de bizi ya da bizden birini koruyacaksın.
Peki, bu olgu sadece feodal düzenin insan ilişkilerinde mi ortaya çıkar? Yaşamım ve gözlemlerim mikro faşizmin çocuklar arasında da olduğuna yönelik. Grubun baskın üyesi tarafından dışlanan biri diğer çocuklar tarafından da acımasızca dışlanabiliyor. Sürünün değerlerine uyarsan bizimle oynayabilir, içimizde yaşayabilir, bizimle kendini güvende hissedebilirsin. Aksi durumda seni sürünün içindeki (aslında sürüye ait olan) olumsuz, yıkıcı duyguların sahibi yaparız. Ne kadar kötü nesne varsa üzerine boca ederek kendimizi iyi seni de kötü yaparız.
Bu son söylediğimle Melanie Klein’in yansıtmalı özdeşim kavramını kabaca da olsa açma ihtiyacı duyuyorum. Yansıtmayı yapan kişi ya da sürünün yansıtma yaptığı kişiye vermek istediği örtük mesaj şudur: “Sen bizim(benim) istediğim(iz) kişi olacaksın, bizim(benim)sana yüklediğimiz misyonu itiraz etmeden kabul edeceksin.” Klein, bu mekanizmanın insanın en ilkel savunma mekanizmalarından biri olduğunu savunur. Evet, henüz bebekken hepimiz bu mekanizmayı kullanırız. Spinoza’nın, insanın eylemlerinin, sözlerinin arkasında yaşama, hayatta kalma isteği vardır görüşünü onaylarcasına biz yansıtmalı özdeşimi tam da hayatta kalabilmek için yaparız. Güçsüz, zayıf, bakım veren olmasa kısa sürede ölen bir canlı insanoğlu ve tam da bu sebeple bakım vereni (anne nesnesi) yönetmek, taşıyamadığı olumsuz duyguları ona yüklemek istiyor. Ve anne nesnesinden yansıyanlarla özdeşleşerek benliğini oluşturuyor. Örnek vermem gerekirse: Aç kalmış bir bebek kıyamet kopmuşçasına gece yarısı ağlıyor (Kötü nesneyi-açlık- taşıyamadığı için anneye yüklemeye çalışıyor); ama öte tarafta anne oldukça zor bir dönem geçirmiş olabilir (işten atılmış, aldatılmış, kirayı ödeyememiş vs.). Yorgunluktan uyanamıyor belki, bebeğin ağlamasının şiddeti artınca uyanıyor ve bebeğini emziriyor. Fakat, küfür ederek, bebeğine lanet okuyarak yapıyor bunu. Hem sesiyle hem de bakışlarıyla bebeğinin ona yansıttığını bebeğine fazlasıyla geri yansıtıyor. Bebek zaten olumsuz olanla boğuşmakta zorlanırken üstüne üstlük bir de muhtaç olduğu kişinin agresyonuyla yükleniyor. Ama işte benliğini öyle ya da böyle özdeşleşme yoluyla kurmak zorunda. Ve büyük olasılıkla kurduğu benlik olumsuzluklarla dolu olacak: Sen pişmanlıksın, sıkıntısın, dertsin, ömür törpüsüsün…
İktidarların ve ‘din’lerin de yaptığı budur aslında. Hakkı olanın tanınmasını isteyen, düşüncelerini özgürce paylaşmak isteyen, emeğinin karşılığını talep eden herkese şu mesajı verir: Sus, nankörlük yapma, varlığım sayesinde varsın, şükret, bugün vatan için ne yaptın, inandığın Tanrın için ibadet ettin mi, varlığını varlığıma armağan et, düzene uy, yoldan çıkma… Sürü insanı bir zamanlar zavallı bir bebekken yaptığı gibi ağlamayı, şikâyeti, hakkı olanı talep etmeyi bırakır; çünkü muhtaç olduğu nesnenin (iktidarın, topluluğun, sürünün vs.) onu terk etmesinden ya da cezalandırmasından korkar. Evet, bir zamanlar annenin nefretinin çağrıştırdığı ölümdü (annem sevmez de nefret ederse bana kim bakar?). Artık büyüse de, bir zamanlar yaşadığı ölüm korkusu kişinin peşini kolay kolay bırakmaz. Sürünün, topluluğun, iktidarın ya da ‘din’in tehdidi çok ilkel bir korkuyu daha önce anne nesnesiyle deneyimlenmiş olanı bilinçsizce hatırlatır. Kişi ya istencinden vazgeçerek sürüye uyacak, sürü insanı olacaktır ya da insan olacaktır. İnsan olmanın bedeli ağırdır ama: Yalnızlıktır, dışlanmışlıktır, anlaşılamamaktır, hatta ölümdür.
Faşizm sadece toprağı, malı mülkü çalmaz. Duyguları da çalar. Mağduriyeti de çalar. Zayıf gördüğü millete ya da azınlığa şiddet uygular, dilini yasaklar, kültürünü geliştirmesine izin vermez… Kısaca akla hayale gelecek her türlü zulmü uygular; ama yine mağdur faşistliği yapandır ve kötü olan da yine şiddete maruz kalandır. Faşizmin ya da faşistin yaptıklarına maruz kalan olarak öfkelenme hakkınız yoktur, öfkelenecek olan hâlâ odur. Mağdur da olamazsınız, mağdur her daim odur. Faşizm, haklı mağduriyetinizi de çalar, duygularınızı da. En yavuz hırsızdır. Çocuğunu döven annenin çocuğu ağladığı için onu bir kez daha dövmesi gibi şiddete durmaksızın devam eder. Yaptığı yıkımın sorumluluğunu yüklenecek empatiyi kuramaz. Gerçekte zavallı olan faşizmdir çünkü.
Mikro ya da makro faşizmin en tipik savunma mekanizmasıdır yansıtmalı özdeşim. Faşist iktidarlar, bireyler ya da topluluklar sömürecekleri, olumsuzlukları boca edecekleri, yönetebilecekleri bir öteki yoksa dışarıdan ya da kendi içlerinden bir öteki yaratırlar. Kendi bünyelerinde bulunan olumsuzlukları oraya yansıtarak kendilerini iyi hissederler. Mesela, “Bizim bizden başka dostumuz yoktur,” diyerek herkesi düşman yapar. Tüm dünya kötüdür, kalleştir bir tek biz iyiyizdir. En zeki biziz, en çalışkan biziz ve bütün dünya da bunu kıskanıyor. Lanet olsun dünyaya, helal olsun bize.
Korkan, ürken, muhtaç olduğunu zanneden birey bu duygulardan korunmak için ya bir partiye körü körüne üye olur ya takım tutar veya bir cemaate yaslanır. İçine girip özdeşleştiği sürünün içinde yaşamını korur belki ya da yaşamını sürüye adar; ama benliğini koruyamaz. Zira bir benliği yoktur artık. O ülküdaştır, dindaştır, yoldaştır, takımdaştır…
Peki, insan mıdır? İnsan olarak kalabilir mi?