Yeşil alanlar, kentin içindeki gereksiz/değersiz alanları doldurmaya yarayan özensizce kentin dokusuna dikilmiş yamalar değillerdir. Kentin özgün dokusunun birer parçasıdırlar. Eğer bu tür alanları korurken ya da yenisini üretirken gereken siyasi irade ve sürekliliğe sahip değilseniz, kenti yok edersiniz.
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri öncesi “millet kıraathaneleri”ni duyduk. Seçimin hemen ardından çok daha büyüğü geldi: “Millet bahçeleri.” Gençler, çimlerde yuvarlanacak, eğleneceklerdi. O günlerden bugünlere, yurdun farklı yerlerinde “millet bahçesi” adı altında yapılan icraatlar düşünülürse, benim açımdan artık bu konu hakkında yazmanın vakti gelmişti.
Görünen o ki, AKP’nin inşaat imparatorluğu kendisine yepyeni rant alanı keşfetmiş durumda. Aslında denklem aynı, sadece denkleme verilen isim farklı. AKP en çok tepki gördüğü, kentleri birer rant alanına çevirme ve betona boğma eleştirisini tersine çevirerek, ülke ekonomisinin taşıyıcısı inşaat sektörünün başına “millet bahçesi” ekledi ve yepyeni bir rant alanı açtı. Bunun, hemen yerel seçimler öncesine gelmesi de tesadüf değil. Tıpkı "dikey değil yatay mimari söylemi"nde kentlerin asıl koruyucusu olduğu gibi, şimdi de yeşilin ve doğanın tek koruyucusu olarak kendisini gösteriyor.
Ancak elinde çekiç olan çevresindeki her şeyi çivi görürmüş. AKP inşaat imparatorluğunun buldozerlerinin dişlilileri için coğrafya, florası, faunası, insanları ve tarihleri ile basit bir yüzeyden yani topoğrafyadan ibaret. Gerekirse her şey kazılır, parçalanır, ufalanır, doldurulur, yontulur; akla ne gelirse yapılabilir. Abartmıyorum, üçüncü havalimanının bulunduğu coğrafyaya yapılanları düşünün. Kanal İstanbul ise köşede bekliyor.
Hal böyle olunca, bu yeni alan, farklı yerlerde, farklı biçimlerde, bazen absürtlük düzeyinde kendisini yeniden üretiyor. Önce bu anomolilerle başlayacağım, sonra kentlere ve kendi küçük dünyalarımıza kadar ineceğim.
PAMUKKALE MİLLET BAHÇESİ
Aslında bu yazıyı, hafta başı Pamukkale Millet Bahçesi’nin devasa horozunun gündeme düşmesi tetikledi. Devasa derken, 27 metre yüksekliğinde ve 26 ton ağırlığında bir horoz heykelinden bahsediyorum. Denizli’yi biraz bilirim. Horoz, Pamukkale Üniversitesi’nin yamacına dayandığı dağın tepesine kondurulmuş. Kentin tamamına hakim. Gündüz gözüyle görünmesi yetmemiş, gece de renkli ışıklandırma sistemi ile aydınlatılacakmış. Kimsenin görmemesine izin verilmeyecek. Kaçış yok.
Horozla başladık ama mesele horoz değil. Halkın gündelik yaşamında kullanacağı bir bahçenin, kentin yerleştiği zeminden, 280 metre (80 katlı bir gökdelen eder) yukarıya yapılması, inşaat için küçük dağ yolunun genişletilmesi, dağın kente bakan yüzünün büyük taşlarla kademelenerek örülmesi (Denizli bundan sonra, bir horoz uğruna 30 dönüm taş örülü istinat duvarına bakacak), tepenin yeşil örtüsünün tamamının makilik alan diye tıraşlanması ve nihayetinde buraya kendi zihinlerindeki yeşil alanı zorla yamamaları... Ne gerek vardı bu kadar çabaya? Motivasyonları nedir? Üstelik aynı dağın, bir sonraki tepesine teleferik ile çıkılan, bungalovların bulunduğu ve halkın aktif kullandığı bir mesire yeri zaten mevcut. Kent içindeki, 180 dönümlük diğer iki parkı hesaba katmıyorum bile.
Pamukkale Belediye Başkanı Hüseyin Gürlesin, bu projenin geride bıraktıkları beş yılda tarihe not düşen en özel projeleri olduğunu söylüyor. Hatırlayın, üçüncü havalimanı da tarihe nakşedilmişti. Gürlesin’in motivasyonunu nereden aldığı belli. Herkes, kendi imkanlarınca demek.
SALDA GÖLÜ MİLLET BAHÇESİ
Pamukkale Millet Bahçesi’ndeki akıl dışılık ve pervasızlık akla Salda Gölü Millet Bahçesi'ni getiriyor. Geçenlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, elinde (bir mimar olarak gayet kötü ve alelacele hazırlanmış olduğunu düşündüğüm) sunum paftaları ile gölün önünde durup, buraya 300 bin metrekarelik millet bahçesi yapacaklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Basına yansıyan fotoğraflar absürt ötesi idi. Arkada bembeyaz kumsalı ile güzeller güzeli Salda Gölü. Kimse dönüp bakmıyor. Sunum paftalarında ise göl möl yok. Onun yerine, yine tıraşlanmış bir alan, önde bungalovlar, arkada kocaman bir otopark. Bölgeye ayrıca festival alanı, tuvalet, mescit, kafeterya, yürüyüş yolları vs. inşa edilecek. Alın size doğayı, topoğrafyaya indirgeyen başka bir yamama proje daha. Her yer beton, her yer asfalt.
Acaba bakan ve yanındakiler, ayakkabılarını çıkarıp, kumaş pantolonlarının paçalarını sıyırıp, suları sıçratarak gölde gezinmenin keyfine varmayı akıllarına getirmişler midir? Sanmıyorum. Yok öyle bir fotoğraf. Zaten dönüp göle bakan da yok. Göl yok. Sadece devlet erkanının tüm ciddiyeti ile ellerine tutuşturdukları üç beş dandik sunum paftası var. Ne(ler) olacağı şimdiden belli.
PARK VE BAHÇELER MÜDÜRLÜĞÜ
Ülkemizde park ve bahçelerle ilgilenen bir kurum bulunuyor. İBB Avrupa Yakası Park ve Bahçeler Müdürlüğü'nün ilgili internet sayfasına girin, orada görevleri uzunca sıralanıyor. Buraya sadece ilk maddeyi yazıyorum: “Park, bahçe, yeşil alan, koru alanları, kent ormanları, çocuk parkları, sahillerdeki düzenlenmiş alanlar ile spor ve oyun alanları ile bu alanlar içerisinde yer alan tesislerin bakımını, onarımını ve korunmasını yapmak.” Kendi kurumsal adındaki isimleri aşan tanımlar birbirlerinin içine girmiş.
İşi sizler için basitleştireyim. Kuzey Amerika ve özellikle Avrupa coğrafyasında park, kentin içinde, kolayca ulaşılabilen ve kentte olduğunu unutturacak şekilde doğal hayata uygun düzenlenmiş alanlara verilen addır. Bahçe ise bahçecilik zanaatinin uygulandığı, farklı floralardan bitkilerin bulunduğu, Yağmur Ormanları ve Tropik Bölgelerden gelmiş ağaçları alabilecek kadar büyük seraların da çoğunlukla eklendiği, hassas ekolojik yapıya sahip ve özel bir coğrafyanın bitkisine, mesela “maki”ye “maki” deyip, önemsemeden geçmeyecek yerler.
Her ikisi için de birer örnek vereceğim.
Amsterdam’daki “Vondel Park,” 1865 yılından beri kentin ortasındaki 120 dönümlük bir doğa parçası. Yürüyüş yaparsınız, bisikletle gezersiniz, güneşlenirsiniz. Çevreye zarar vermeyecek küçük festivaller verilir. Sayısı fazla olmayan ve bangır bangır müzik çalmayan kafeler vardır. Vondel Park’ı her sene 10 milyon insan (Amsterdam’ın nüfusu bir milyondan biraz fazladır) ziyaret eder.
Paris'teki 28 dönümlük “Jardin des Plantes,” 1635 yılından beri kentin merkezinde yer alan sakin ve bakımlı en güzel botanik bahçelerindendir. Gezi rehberi kitaplarında muhakkak ziyaret edilmesi tavsiye edilir. Bahçe, çok geniş bir koleksiyona sahip doğa tarihi müzesi ve yanındaki serasının yarattığı iç dünya ile sizi bambaşka bir çağa götürür. Jardin de Plantes, her yıl üç milyona yakın insan tarafından ziyaret edilir.
Her iki örnek de kente sonradan eklemlenmemiştir. Kentin merkezinde ve kentin parçasıdırlar. Sağından solundan, rant için çekiştirilmemişlerdir. İnsanlar, tam da bu özelliklerinden dolayı her sene buraya gelir, gezer ve hoşça vakit geçirirler. Bu iki örneği, onlarda var, bizde yok yakınması için değil, kent ile park ve/veya bahçenin nasıl iç içe geçen dokular olduğunu göstermek için bu satırlara taşıdım.
KENT İÇİ MİLLET BAHÇELERİ
İstanbul kişi başına dört metrekare yeşil alan düşen kentlerden. Bu ortalamaya yol kenarındaki kullanılamayan yeşil alanlar dahil. Ortalama dedim. Kentin çok yoğun bölgelerinde kıçınızı koyacak yeşil alan bile bulamayabiliyorsunuz. Zaten yukarıdaki örneklerden, tek meselenin kişi başına düşen yeşil alan olmadığını anlamışsınızdır. Şimdi yeni millet bahçeleri açılıyor ama bunların kent ölçeğinde gerçekçi bir planlaması yapılmıyor. Kentte yaşayan her insanın makul bir zamanda toplu ulaşım ya da daha iyisi yürüyerek yeşil alana ulaşabilmesi çok önemli. Maalesef böyle bütüncül bir bakış ya da planlama anlayışı yok.
Yukarıdaki fotoğraf Başakşehir’de açılan yeni açılan Hoşdere Millet Bahçesi’ne ait. 150 dönüm. Yedi dönümlük göletin ortasında 2 bin 500 kişilik bir cami var. Yanına inşa edilen ve eski Osmanlı evlerini andıran kurs binası kafeterya hizmeti veriyor. Ayrıca 600 de ağaç dikilmiş. Evet bir şeyler yapılmış, bir şeyler bir şeylerin yanına konmuş ama ben ortada park mark göremiyorum. Asıl niyet cami yapmakmış gibi duruyor. Geri kalan boşluk, çimle kaplanmış/yamanmış. Yazın kavurucu sıcağında kim durur o tuhaf boşluğun ortasında?
ATATÜRK HAVALİMANI ARAZİSİ
Tabii, herkesin ağzını asıl sulandıran Atatürk Havalimanı’nın arazisi. En gözde ve büyük proje. Nasıl her kentin dev bir parkı varsa, burasının da öyle bir yer olması amaçlanıyor, New York’daki Central Park ile falan kıyaslanıyor. Ama bu nasıl bir park olacak, kente nasıl bir değer katacak, kent-insan-doğa arasındaki ilişkiyi nasıl kuracak?
Büyük turizm yatırım firmalarına göre, 11.7 milyon metrekarelik alanıyla dünyanın en büyük üçüncü parkı, kente nefes aldırırken, turist de çekebilir. Yeşil alanlarının yanı sıra konser, sergi, bienal, kongre gibi etkinliklere ev sahipliği yaparsa kente ilave bir milyon turist çeker (Amsterdam ve Paris örneklerindeki sayıları hatırlayın). Bölgede bir Disneyland yapılabilir. Tıpkı London Eye gibi büyük bir dönme dolap yapılıp, adı Panorama İstanbul olabilir.
Bu sözleri eden turizmcilere, aşağıdaki fotoğrafa bakmalarını tavsiye ederim. Central Park 300 dönüm büyüklüğünde ve her sene 25 milyon turist çekiyor. Bunun için tek yaptıkları ise 160 yıllık parkı olduğu gibi korumaları. İlla bir marka olunacaksa, hiçbir şey yapmamak da yeterli.
KENT VE YEŞİL ALAN
İstanbul 15 milyonu çoktan aşmış nüfusu ile devasa bir metropol. Ulaşım, barınma, yeşil alan, kamusal hizmetlere kolayca ulaşım sorunları gibi pek çok konuda dünya sıralamasının önlerinde. 1950’li yıllardan beri biriken problemler ve kent toprağının sadece sermayeye çevrilir bir meta olması, kentin ihtiyacı olan yeni yeşil alanların yapılmasına izin vermedi, mevcut olanları ise zamanla yok etti ya da anlamsız parçalara çevirdi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından Modern Avrupa’nın kent içi gezinti parklarına öykünen “Gezi Parkı” Taksim’de açıldı. Bugünkü Gezi Parkı, 1940’larda Henri Prost’un şehrin merkezine büyük bir yeşil alan kazandırma planının başlangıç noktasıydı. Taksim’den başlayıp, şu anda yıkılmış olan, parkı Divan Oteli’ne bağlayan o küçük köprüyle Divan Oteli’nin arkasından devam edilen, oradan şu anki Hilton’a ve oradan da Maçka Parkı'na uzanan ve nihayetinde Dolmabahçe sırtlarında son bulan Avrupa’daki benzerleri gibi bir park. Ama bu yeşil hat korunamadı. En büyük darbeyi Hilton Oteli’nin yapılması ile aldı. Ardından her gelen iktidar, bu değerli yeşil hattı biraz daha bozdu. Bosphorus Otel, Dolmabahçe Sarayı’nın arka bahçesine yapıldı. Bugün de durum aynı. Gezi Parkı’nın akıbeti meçhul. Maçka Parkı, ortasından geçen taşıt yolu, park içindeki geniş beton yol, bir türlü temiz olamayan pis havuzları, her köşesinden yüksek sesle müzik çalan kafeleri ile öylece duruyor ve “yok yol yapacağız, yok tünel açacağız” diye halen kıyısından köşesinden eksiltiliyor.
Anlatmaya çalıştığım şu: Yeşil alanlar, kentin içindeki gereksiz/değersiz alanları doldurmaya yarayan özensizce kentin dokusuna dikilmiş yamalar değillerdir. Kentin özgün dokusunun birer parçasıdırlar. Eğer bu tür alanları korurken ya da yenisini üretirken gereken siyasi irade ve sürekliliğe sahip değilseniz, kenti yok edersiniz.