Millet kıraathaneleri: Deforme ütopya

Geçen hafta beni arayıp “İstanbul’a geldim, görüşelim” deme talihsizliğine düşen Hollandalı bir mimar arkadaşımla Aydos Edebiyat Kıraathanesi’ne gittik. Bina hizmete açılalı bir aydan biraz fazla olmuş. Kitaplar okuma – çalışma salonuna geçen koridorun iki yanında dizili. Önce arkadaşımın dikkatini çekti. “Bu kadar büyük bir mekanın kitaplığı bu kadar mı ve bir yandan içeri girilip çıkılırken, aynı anda insanlar kitaplara nasıl bakacaklar bu daracık koridorda?” İyi ki yanımda getirmişim...

Hakkı Yırtıcı hyirtici@gazeteduvar.com.tr

CB Erdoğan’ın “her mahalleye bir tane, bedava kek ve çay” ve muhalefetin “ben endüstri 4.0 diyorum, o kek diyor” karşılıklı atışmaları sayesinde, 24 Haziran seçimleri öncesi “millet kıraathaneleri” ile tanıştık.

Gündelik dilde kıraathane ya da kahvehane kelimelerini aynı anlamda kullanıyoruz ya da kullanıyorduk. Akla ilk gelen, her mahallenin olmazsa olmazı, insanların genelde birbirlerine aşina olduğu, sadece erkeklerin kullandığı, çoğunluğunu işsiz ve emeklilerin oluşturduğu, bütün gün iskambil, okey ve tavla oynanan, biraz duman altı (en azından sigara yasağından önce) bir mekan.

Ancak Erdoğan bu sefer haklı. Her iki kelimenin de kökenine bakıldığında, Arapça kira’et (okuma) ve Farsça hane (ev, yer) kelimelerinin birleşmesinden oluşan kıraathane, “okuma evi”; Arapça kahve ve yine Farsça hane kelimelerinin birleşmesi ile oluşan kahvehane, para ile kahve, çay vb. şeyler içilen, nargile gibi tütün ürünlerinin servis edildiği ve sohbet edilerek vakit geçirilen dükkân anlamlarına geliyor.

Peki Erdoğan’ın bu konudaki büyük bir eksikliği gidereceğini söylediği millet kıraathenesinin özellikleri neler?

1. 24 saat açık olacak.

2. Ücretsiz internet imkanı bulunacak.

3. Gençler sessiz bir ortamda ders çalışabilecekler.

4. 7’den 70’e herkes kullanabilecek.

5. Bedava çorba, kek (simit olsa daha milli, hele yanına beyaz peynir – dometes ise muhteşem olurdu) ve çay servisi olacak.

6. Genç nesiller burada okumayı sevecek.

Esasen yukarıda sıraladığım maddelere tek tek kimse itiraz edemez. Millet kıraathanesi, herkesin tüm vaktini okuyarak - çalışarak geçirdiği, insanların kendilerini ilme adadıkları bir ütopya gibi, ama kendi sınırları içinde kaldığı sürece.

Zaten ütopyaların en belirgin özellikleri, zaman ve uzam ile sınırlarını belirlemesi, sınırlarını dışa karşı korunması, içerideki herkesi eşitlemesi, bireyi değil toplumu ön plana çıkarması ve herkesin refahını ve mutluluğunu düşünmesidir.

Buraya kadar bir sorun yok ya da sorun, asıl buradan sonra başlıyor.

ÜTOPYANIN DOĞUŞU

Altın Çağ’a gönderme yapan (Platon’un Devlet’i gibi) eserler daha önceleri de yazılmış olsa da, ütopya kelimesini icat eden Thomas More’dur. More, 1516 yılında yazdığı eserine isim verirken Yunanca iyi anlamına gelen “eu” ve yer anlamına gelen “topos” kelimelerini birleştirir ve böylelikle mutluluk ülkesi anlamına gelen Utopia doğar. Eleştirdiği ise yaşadığı dönemin İngiltere'sinin adaletsiz yöneticileri, hakimleri, toplumdaki eşitsizlikler ve sefalettir.

More’un Utopia’sı, hilal şeklinde (altında başka anlam aramayın, ayın ilk halinin ve yeniliğin temsili) bir adadır. Coğrafi koşulları sayesinde zapt edilemez. Ülke, 54 şehirden oluşur ve hepsi birbirinin aynısıdır. Birisini görmek, hepsini görmek demektir. Mülkiyet ve para kavramına sahip değildirler. Her şey bol olduğu için hırsızlık diye bir şey yoktur. Paraya önem vermez, bunu göstermek için dışkı taburelerini, çanak çömlekleri altın ve gümüşten yapar ama süs eşyası olarak asla kullanmazlar. Herkes çalışır (sadece altı saat), geri kalan boş zamanlarını okuyarak ve kendilerini geliştirerek geçirir, birbirinin tıpa tıp aynı evlerde oturur, aynı kıyafetleri giyerler. Toplumun temelinde aile vardır. Aile ile toplum bir bütündür. Yemekler, özel yemek evlerinde toplu halde yenir, sohbet edilir, eğlenilir. Birey değil toplum merkezli olan Utopia’da herkes refah ve mutluluk içinde yaşar.

Ütopya

Ancak sıkı bir hümanist olan More’un kusursuz ütopyası, kimsenin istemediği zor işler yapan köleleri, kurallara uymayan ve farklı davrananların diğerleri tarafından ayıplanarak hizaya getirilmeleri, savaşmak zorunda kaldıklarında kendileri yerine paralı askerler tutmaları ya da daha iyisi ellerindeki altınları kullanarak düşman ülkelerin yöneticileri arasına nifak sokmaları ve eğer kendi yöneticileri yetkilerini istismar ederse yerine başkalarının kolayca seçilmeleri gibi bir dizi naif çelişkiyi barındırır. Tüm bu özellikler dikkate alındığında Utopia’nın erdemli insanlarının ahlakı sadece kendilerinedir ve bireyi yok sayan totaliter bir anlayışları vardır. More, bu durumu hiç tereddüt etmeden sonuna kadar onaylar, kitabında.

DEFORME ÜTOPYA

Ütopya kelimesinin bir diğer anlamı ise “yok yer”dir. More kitabında Utopia’yı bilinmez, uzak, ulaşılmaz bir yer olarak tarif ederek gerçek dünyadan koparır ve etkilerinden korur. Aksi halde Utopia diye bir ülke var olamaz, gerçeklik içeri sızdıkça ahenk içindeki toplumun kuralları, refahı ve mutluluğu bozulurdu.

Literatürde “deforme ütopya” diye bir kelime yok. Ben uydurdum. Edebiyatın bu alanı, bilim-kurgudan sonra yeni kelime uydurmaya en uygun olanı. Deforme ütopya uydurması ile anlatmak istediğim, yazının en başında millet kıraathanesinin sıraladığım, kendi içinde bütüncül ve tutarlı görünen özellikleri, eğer belli bir zaman (bugün) ve yere (mahalle) konumlandığında yani dış, içe ve gerçek, ideal olana sızdığında neler olabileceğine bakmak.

1. 24 saat açık olacak.

En az iki kişinin çalıştığını düşünelim. Bu, üç vardiya halinde çalışacaklar demektir. Gece çalışanların iki gün izni olmalı. Hafta sonu için ayrı çalışanlar olacak. Muhtemelen asgari ücret alacaklar. Çalışanların taşerona mı bağlı olacağı yoksa kadrolu olarak mı çalışacakları ise ayrı bir soru. Hepsini alt alta toplayınca oldukça fazla insan demek bu.

Çalışanları geçelim, bir de kullananlara bakalım. Artık cinsel tacizin bu ülkede saati kalmamış ve 24 saat çalışan bir müesseseye dönüşmüş olsa da, yine de özellikle geç saatlere kadar okuyan, çalışan bir kadın evine nasıl dönecek? Hele bir de tacizciler bu yeni durumu keşfedip, etrafta pusuya yatmışlarsa. Demek etrafta devriye gezen polis kuvvetleri lazım. Hayda, bir de polise ek görev.

2. Ücretsiz internet.

Öncelikle Wikipedia 440 gündür kapalı. İlerde başka web sitelerinin de kıraathaneler için uygun olmadığına kolayca karar verilebilir. Mesela, ya “Evrim Teorisi” için araştırma yapacaksam? Sanırım milli ve yerli arama motorumuz olunca bu sorun aşılacaktır.

3. Gençler sessiz bir ortamda ders çalışabilecekler.

Demek ki böyle bir ihtiyaç var, çok güzel. Ama sürekli değişen eğitim sistemi ile yarışta öne geçmek dışında başka dertleri olmayan gençler, test çözmek, eve en yakın liseye gitmemek için uğraş vermek ve sınav kitaplarına başlarını gömmekten, kıraathanenin kitaplarını karıştırmaya pek fırsat bulamayacaklar gibi görünüyor. Oldu mu “okuma evi” şimdi size “etüd evi?”

4. 7’den 70’e herkes kullanacak.

Her kitap, her yaşa uygun değildir. Çocuklar için başka, gençler için başka, yaşlılar için başka mekanlar olmalı. Çocuk bu, mızmızlanır, çişi gelir, kek ister, sessiz çalışma ortamını bozar. E, nasıl olacak, bunu düşünen var mı? Hele bir de son olaylardan sonra insanlar çocuklarını bir saniye bile gözlerinin önünden ayıramıyorlar. Okul bitince, hemen servise bin ve doğrudan eve gel kuralı geçerli. Hem kitap çeşitliliği hem de (yine) güvenlik sorunu var.

5. Bedava çorba, kek ve çay.

Asgari ücret, yoksulluk sınırının altında. Akşam ailecek bedava karnını doyurmak için bundan ideal mekan mı olur? Kıraathane olacak bedava kafe. Olan yine okuma sevdalılarına ve ders çalışanlara.

6. Genç nesiller burada okumayı sevecek.

Pedagoji eğitimi almadım ama tarif ettiğim ortam pek okuma sevgisi kazandıracak bir yere benzemiyor. Hele bir de kıraathanelerin sahibi düşünülürse, çocuklar burada okumayı mı sevecek yoksa belli bir ideolojinin görüşünü mü öğrenecekler, o da belli değil?

Sultanbeyli Aydos Millet Kıraathanesi

Öncelikle seçim sonrası orada burada “Türkiye’nin ilk millet kıraathanesi açıldı” haberlerine kanmayın. Hiçbiri yeni değil, sadece isimleri değiştirildi. Örneğin Diyarbakır’dakinin adı Bilgi Evi idi ve zaten gençlerin çalışabilmesi için kullanılıyordu. İki yıldır faaliyette bulunan Zeytinburnu’ndaki 2 bin metrekarelik Merkezefendi Şehir Kütüphanesi’nin adı da ‘’Merkezefendi Millet Kıraathanesi” oldu. Sultanbeyli’deki “Aydos Edebiyat Kıraathanesi” ise seçimden bir ay önce açıldı.

Geçen hafta, bir gece önce beni arayıp “İstanbul’a geldim, görüşelim” talihsizliğine düşen Hollandalı bir mimar arkadaşımla Aydos Edebiyat Kıraathanesi’ne gittik. Bina hizmete açılalı bir aydan biraz fazla olmuş. Beklenileceği üzere eklektik Yeni Osmanlıcılık tarzında. Kapıdan içeri girer girmez bizi sessiz ve yaz sıcağından sonra hoş ve serin bir mekan karşıladı. Binanın dışı ile tezat bir şekilde içerisi sade ve modern bir anlayışla döşenmiş. Bizden başka sadece bir kişi vardı.

Kitaplar okuma – çalışma salonuna geçen koridorun iki yanında dizili. Önce arkadaşımın dikkatini çekti. “Bu kadar büyük bir mekanın kitaplığı bu kadar mı ve bir yandan içeri girilip çıkılırken, aynı anda insanlar kitaplara nasıl bakacaklar bu daracık koridorda?” İyi ki yanımda getirmişim. Benim aklımda Halk Evleri ve Köy Enstitüleri’nin yurttaş yaratma projesi ile millet kıraathaneleri arasındaki ideolojik benzerliği karşılaştırmak varken, bu detayı hayatta fark edemezdim.

Sultanbeyli Aydos Millet Kıraathanesi iç mekan

Şiir kitaplarından oluşan bir koleksiyonları var. Ama her şairi bulmayı beklemeyin, sadece yerli ve milli olanları. Haberlerde 7 bin adet deniliyordu. Her birinden dörder, beşer tane var. 7 bin bölü beş, eder benim evdeki kitapların sayısı.

Hareketsizlikten canı oldukça sıkılmış görevliye, hevesle en merak ettiğimiz şeyi sorduk. Hayır, kek yok, diğerleri ise parayla. Terasında buz gibi gazoz iyi gitti. Henüz fazla gelen giden yokmuş. Sonbahar’da okullar açılınca dolacağını umuyorlar. Bodrum katta kadınlara ve erkeklere özel iki tane mescit var. İnce uzun, halı kaplı ve yerde bir seccade duran boş bir oda. Görüntünün tuhaflığının görevli de farkındaki, “aslında isterlerse hemen karşıdaki camiye de gidebilirler” dedi. Mescitlerin yanında ise iki büyük özel okuma – çalışma odası. Orası da bomboş, bir köşeye konmuş “L” şeklinde büyük divan dışında.

“Nasıl olacak?” diye sordum. “Bir masa koymayı düşünüyoruz” dedi, uzatmadım.

Görevli gençten biri. En azından bütün gün şiir okuyordur diye düşünmüştüm ama öyle değilmiş. İki yıl yerel yönetimler okumuş, şimdi dikey geçiş sınavlarına hazırlanıyor, amacı kamu yönetimi okumak. Kitap ödünç alınabiliyor mu diye ise sormadım bile, ortada bir kartoteks sistemi görünmüyordu.

Teşekkür ettik, çıktık. Demek seçim ütopyası, gerçek ile buluşunca böyle oluyormuş.

Aklımda geriye tek bir soru kaldı: “Genç nesillere okumayı sevdirmek” böyle nasıl mümkün olacak?

Amsterdam Merkez Kütüphanesi (OBA)

Kütüphanelerin ölü sessizliği ve durağanlığı beni hep ürkütmüştür. Bir kere bile gidip çalışmışlığım yoktur. En fazla ödünç kitap için gir ve hemen çık. Ama Amsterdam’da, Central Station’un hemen yanında, kentin merkezindeki (AVM yapılmaya çok uygun bir yerde) Amsterdam Merkez Kütüphanesi’nde saatlerimi geçirmişimdir.

OBA zemin kat

Binanın giriş ve ara katı sessiz alan değil, cıvıl cıvıl. Yarı dairesel kitap raflarının ortasında minderler var ve dört – beş yaşındaki çocuklar minderlere serilmiş, rengarenk, yaşlarına uygun kitapları karıştırıyorlar, kitapla tanışıyorlar, kitabı sevmenin ve değer vermenin ilk adımlarını atıyorlar. Başka bir köşede, periyodik yayınları rahat koltuklarınızda inceleyebiliyor ya da 500 bilgisayardan birinden internete girebiliyorsunuz. Daha üst katlar konularına göre ayrılmış kitaplıklardan ve çalışma – araştırma bölümlerinden oluşuyor. Bu arada kütüphanenin koleksiyonunda 1.5 milyon kitap bulunuyor ve eğer bulamadığınız bir kitap olursa istetebiliyorsunuz. Ve tüm bu hizmetler ücretsiz.

.

En üst katta ise kafe ve restoranlar var. Amsterdam’ın güzel manzarasını seyrederken kahvenizi içmek ya da yemeğinizi yemek mümkün. Fiyatlar öğrenci bütçesine uygun ayarlanmış, bedava olmasalar da…

MİLLET KIRAATHANELERİ

Tüm bu anlattıklarımdan sonra, “bedava kek ve çay” ile akıllarda kalan millet kıraathanelerinin acaba bugünün Türkiye’sindeki yeri nedir?

Temel bir hak olan eğitim, araçsallaşmış ve niteliksizleşmiş durumda. Sistem sürekli değiştiriliyor, öğrenciler hangi okula gideceklerini, nasıl bir eğitim alacaklarını bilemiyorlar. Eğitim, test çözme ve sınav kazanma odaklı. Eğitim alanı bu şekilde boş bırakılınca da piyasa devreye girmekte ve eğitim kârlı bir sektöre dönüşmekte.

Üst-orta gelir grubu, çocuklarını daha ana okulundan başlamak üzere özel okullara yolluyor ve inanılmaz ciddi paralar ödüyorlar. Ya geriye kalan diğer aileler ve çocukları ne yapıyorlar? İşte millet kıraathaneleri onlar için varlar. Türkiye’nin uzun zamandır yürüttüğü “sürdürülebilir yoksulluk ekonomisi”nin bedava kömür ve makarnasının yanına şimdi bir de bedava kek ve çay eklendi.

Aslında bu konuda daha yazacak çok şey var ama sizleri şu gerçekle baş başa bırakarak bitiriyorum. PISA testinde OECD ülkeleri arasında ellinci, okuduğunu anlamada ise Meksika ile son sıradayız. Yani bırakın okumayı sevmeyi, daha okuduğunu anlayamayan bir nesil var elimizde.

Tüm yazılarını göster