Milli bir ekolojik mücadele mümkün mü?
Çevre mücadelesi alerjik bir ilişki içinde olduğumuz tek adamlara ya da diktatörlere karşı politik mücadelede zaman zaman uğramak zorunda olduğumuz bir istasyon değildir. Bu mücadele kendimizden çok çocuklarımızın geleceğini ve çevremizdeki biyolojik canlılığı, türler arasındaki varoluşsal ilişkiyi tehdit ederek yaşamlarımız üstünde “yüksek çıkarlar” adına biyo iktidar talep eden küresel ve endüstriyel kapitalist sisteme karşıdır.
Besim Erarslan*
Son günlerde ana akım ve sosyal medyada çokça gündeme gelen siyanürlü altın madenleri, alarm veren nükleer santral inşaatları, HES’ler , Salda Gölü vb. yerlere yapılması planlanan turistik tesisler ve bunların sonucunda ortaya çıkan orman ve çevre katliamları vesilesiyle aktüel bir duyarlılık oluştu. Bu duyarlılığı arkasına alan bir takım çevreci dernek ya da çevrelerin çevreyi savunurken “milli” bir tutum almaya da özellikle dikkat ettiğini görmekteyiz. Söz gelimi bir yandan; en çok tepki çeken Çanakkale/Kirazlı’daki altın madeninin Kanadalı olması ön plana çıkarılmakta, kelime oyunuyla “Altıncı filo Kirazlı'dan defol” denilerek 68 kuşağının ünlü anti Amerikan eylemlerine gönderme yapılmakta, başka bir yandan da Kazdağları'nın eteğindeki Havran mevkiindeki Demirtepe altın madeninin Çanakkale kahramanı koca Seyit’in mezarına çok yakın olmasının onun mezarına saygısızlık olacağı argümanının kullanılması, Kazdağları, Karadeniz, Munzur Dağları vb. diğer bölgelerde maden veya HES ruhsatı alan şirketlerin çoğunun mevcut iktidara yakın yandaş ve yerli şirketlere verilmesi arasındaki muhtemel tutarsızlığa engel olarak görülmemektedir.
Bu ve benzeri birçok yerde çevreci bir dünya görüşüne ya da ekolojik bütünlüğün anlamına dair yeterince kapsamlı eleştirel bir çerçeveye sahip olmayan birçok insandan oluşan topluluk ve kuruluşların (sırf neo-liberal küresel kapitalizmin daralan küresel kaynaklar karşısında yeni bir biyo iktidar talep eden çevre talanının bölgesel temsilcisi olmaktan öte bir misyona sahip olmayan) AKP/MHP iktidarına ve onun temsili yüzü olan tek adama karşı oldukları için çevreci rolünü elverişli bir giysi olarak kerhen giyindiklerini görüyoruz. Burada kerhen derken ağır konuşuyor olabiliriz, doğal olarak çevreci protesto, mücadele ve etkinliklere birey olarak katılan herkesin kendisine ait bir dünya görüşü ve orada olma gerekçesi mevcuttur. Ne bana ne bir başkasına bu gerekçeleri bireyler düzeyinde sorgulamak düşmez. Ancak siyasal parti, topluluk veya STK’ler düzeyinde bu tür etkinlik ve protestolara katılım gerekçelerini eleştirmek bir hak ve ödevdir. Örnekse, geçenlerde siyasal iktidarın gizli ortağı olan bir ulusalcı parti çevre mücadeleleri amacıyla AB’den fon alan çevreci dernekleri vatan haini ilan etti. Oysa bu derneklerden biri Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı'nın mezarının dibindeki altın madeninden dolayı rahatsız olacağı argümanı üstüne çevreci bir politika yapmaya çalışıyordu. Keza sosyal medyada Kirazlı’daki Kanadalı şirketin altın madenine karşı çok ulusalcı ve çevreci bir duyarlılık gösterenler Artvin Cerattepe’deki yandaş şirkete veya Salda Gölü'ndeki turistik projeye karşı muhalefetlerinin “milli açıdan” mesnetsiz kaldığını fark edemiyorlardı.
Sözü çok uzatmadan sadede gelelim. Ormanların, akarsuların, çevrenin ve doğal zenginliklerin birer “iktisadi kaynak” olarak iktidar yanlısı veya onunla ilişki içindeki küresel firmalara peşkeş çekilmesi ne yeni bir durum ne de sadece bu topraklarda görülen bir istisna… Afrika’dan Asya’ya Güney Amerika’ya kadar küresel kapitalizmin bütün periferisini oluşturan koskoca bir coğrafyada benzer çevresel soykırım denebilecek olaylarla karşılaşmaktayız. Bu tür yağmanın öznesi bazen Türkiye, bazen Hindistan, bazen Brezilya, bazen Venezuella, bazen İran bazen de Nijerya olabiliyor. Orada çevresel soykırımın failinin kim olduğu, olayın mağdurun olan yerli halkların kimliğinin niteliği tabii ki farklı olacaktır, ancak her durumda olayın gelişmesi ve fail şirketlerin hükümetlerle ilişkileri birbirine çok benzemekte. “Milli ekonomiye katkı ve kalkınma hamlesi” teraneleriyle çevresel zenginlikler canlıların birbirine bir döngü ile bağlı olduğu ekosistem kar uğruna acımasızca talan edilmekte sadece ormanların yok edilmesi, yeraltı sularının, doğal kaynakların kirletilmesi değil ekosistemler içinde her birinin yaşamı bir diğerinin yaşamına bağlı olan habitatlar da onarılamayacak şekilde yok edilerek doğada soykırımın önü açılmaktadır.
Hal böyle iken 7 milyar insan nüfusuna ve endüstriyel uygarlığa sahip olan şu küçücük gezegenin hızla bozulan ekolojik dengelerinin oluşturduğu küresel ısınma ve her bir köşesinde zuhur etmekte olan bu ekolojik soykırımları sadece küresel sistemin nispeten “küçük” bir bölgesini ilgilendiren milli değerler açısından açıklamaya çalışmak bu işi “Yabancılar topraklarımızdan defolun” tarzı bir zenofobiye vardırmak akıl almaz bir dar görüşlülük olurdu.
Şunu iyice unutmamalıyız; çevre mücadelesi alerjik bir ilişki içinde olduğumuz tek adamlara ya da diktatörlere karşı politik mücadelede zaman zaman uğramak zorunda olduğumuz bir istasyon değildir. Bu mücadele kendimizden çok çocuklarımızın geleceğini ve çevremizdeki biyolojik canlılığı, türler arasındaki varoluşsal ilişkiyi tehdit ederek yaşamlarımız üstünde “yüksek çıkarlar” adına biyo iktidar talep eden küresel ve endüstriyel kapitalist sisteme karşıdır. Bu anlamda karşımıza aldığımız soykırımcı şirketlerin “milli” bir kimliğinin olmadığını sadece o anda ve o bölgede çevresel soykırımı gerçekleştirmekle görevli nöbetçi aktörler olduklarını bir kez daha hatırlamalıyız.
*Blog yazarı