‘İnsan nasıl insan oldu?’ sorusuna verilen en yaygın yanıt, insan tekinin, insanın biyolojik yetersizliklerinin üstesinden gelme zorunluluğunun yarattığı ortaklaşmanın, ‘kendine yeter’, dolayısıyla mesuliyet sahibi bir unsuru olmasının, görece uzun zaman alıyor olmasıdır. Yani diğer canlılara göre kendine yeterliğin genetik aktarımın yanı sıra kültürel aktarımı da gerektirmesinin, diğer sürü hayvanlarına göre ise kültürel aktarımın giderek genetik olana baskın hale gelmesinin, en önemlisi de epey uzun bir zaman almasının, insanı insan yaptığı yaygın olarak kabul edilir. Gerek genetik aktarımın gerekse kültürel aktarımın en biçimsel amacı bilmektir. Hangi canlı olursa olsun, genetik aktarımla var olan bedeni, her ediminde içinde olduğu dünyayla temas halindedir, ne işle iştigal ediyor olursa olsun, nihai olarak bilmektir yaptığı ve hafızasız bilme olanaklı değildir. Bu nedenle insanı insan yapan ve nihai biçimsel amacı bilmek olan genetik ve kültürel aktarımlar hafıza ile mümkün olur. Genlerimizde biriktirilen biyolojik varlığımız kendiliğinden aktarılıyorken, kültürel varlığımızın biriktirilip (muhafaza edilip) aktarılması eğitim diye adlandırdığımız istisnai bir ‘kuruma’ yol açmıştır. O halde eğitim her toplumsal formasyonun zorunlu unsurudur ve ortaklaşma ürünü olduğundan kamusal olmak zorundadır.
Her toplumsal formasyon kendini iktisadi, siyasi ve ideolojik düzeylerde yeniden üretir. Eğitim, insanı insan yaptığından toplumsal yeniden üretimin söz konusu üç düzeyini kuşatır. Zira geçim, etik-hukuki-yönetsel faaliyet, meşrulaştırma-bilicilik için özel eğitim mekanizmaları oluşturulmuştur. Dolayısıyla, toplumsal formasyona müdahale en kestirme yoldan bu üç düzeyi kuşatan eğitime müdahale ile olur. Nitekim toplum mühendisliğinin en çok başvurduğu yol, eğitim sistemine müdahaledir. Bununla birlikte, buradaki nedensellik ilişkisi çift yönlüdür. Eğitim sisteminden doğru toplumsal formasyona müdahale edilebilir, ancak bu nadiren istenir, başarılması da zor bir iştir. Diğer yandan toplumsal formasyonun ihtiyaçları eğitim sisteminde değişikliklere neden olur; daha sık gerçekleşeni ve toplumsal formasyonda köklü değişikliklere, yeni yaşam biçimlerine, insan tiplerine yol açanı budur. Değişiklik hangi yönden gerçekleşirse gerçekleşsin, eğitim, nihai olarak baskın biçimde iradidir, doğası itibarıyla müdahildir, eğip büker, şekillendirir, terbiye eder, yetiştirir, yetilendirir, yön verir. Bu durum, eğitim için kurucu bir gerilime neden olur: Eğitim, ne kadar eğitebilir, eğitilene ne ölçüde müdahale edilmelidir?
Esasen kendine yeter olmasını sağlamak amacıyla bireye ‘müdahale’ etmek olan eğitimin sınırını tayin eden, toplumsal yeniden üretim mekanizmasının ihtiyaçları, dolayısıyla eğitilecek olanın toplumsal yeniden üretim mekanizması için anlamıdır. Örneğin yöneticilerin seçimle başa geldiği, evrensel hukuk ilkelerinin yürürlükte olduğu kapitalist bir toplumda (yeniden üretim mekanizmasında), bireyden yurttaş, mükellef, vatansever, inançlı, meslek sahibi, vb. olması beklenir ve ona bu yönde müdahale edilir. Yani eğitim, temelde toplumsal yeniden üretimi sağlayacak ortalama bireyi şekillendirir ve bu çoğunlukla kendine yeterliğin sağlanmasına bile tekabül etmez. Çünkü hele de kapitalizm gibi, azınlık iktidarı için muazzam bir ihtiyaç fazlasını istifleyebilen yeniden üretim rejimlerinde, toplumsal yeniden üretimin devam etmesi için çoğunluğun kendine yeter duruma gelmemesi gereklidir.
Oysa eğitimle kişi kendini iktisadi düzeyde hayatta tutacak ve doğanın kendisine koyduğu sınırlardan serbestleşmesini, politik düzeyde toplumun kendisine koyduğu sınırlardan özgürleşmesini, ideolojik düzeyde, aklın, duyunun ve sezginin sınırlarını zorlamasını sağlayacak her türlü yetenekle donatabilir. Ancak, toplumsal yeniden üretim mekanizmaları hemen her zaman tahakküm-iktidar mekanizmaları olduklarından, insanı insan yapan bu elzem kurum, onu kafeslemenin bir aracına dönüştürülür. Örneğin kapitalizmde öteki canlılara nazaran zaten çok uzun olan kendine yeterlik süresi alabildiğine uzatılmış, buna koşut olarak kişi uzun yıllarını çoğu kez asla yetkinleşemediği ve kendini hep eksik hissettiği bir uzmanlıkla iştigal etmek zorunda bırakılmıştır. Neticede ortaya çıkan, birçok bakımdan muhtaç, kifayetsiz, elinde avucunda olanı her an yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir biçare: hiçbir gündelik ihtiyacını göremeyen (beslenme, giyim, barınma, vb.), en ufak hastalığını sağaltamayan, asgari hukuk bilgisine sahip olmayan, bunların hepsini satın almak zorunda bırakılan biçare. Sahi, hukukçuların, hekimlerin, iktisatçıların, mühendislerin bu denli uzman olmalarına hacet var mı, kimsenin anlayamadığı mesleki dilleri, uzun eğitimlerinin anlamı nedir? Denecektir ki bilgi, o seviyede ki uzmanlaşma kaçınılmaz. Buna ancak asgari ücretin 1600 lira olduğu bir memlekette 1500 lira muayene ücretiyle hasta bakan ‘uzmanlar’ inanır. Makbul yurttaşı günde en aşağı altı saat televizyon başına çivileyip asgari tıp, hukuk, mühendislik, iktisat, siyaset bilim bilgisinden mahrum bırakmak ancak alçakların tevessül edeceği bir tahakküm yoludur. Paul K. Feyerabend’in meşhur Yönteme Karşı eserinde modern bilimin uzmanlık mitinin gerisindeki patoloji anlatılırken, öğretici bir örnek verilir: İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede çok sayıda hekime ihtiyaç duyulunca altı yıllık temel tıp eğitimi altı aya düşürülmüş. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeyken çoğu, bankalarda, devlet kurumlarında uzman, müfettiş olarak çalışacak öğrencilerimizi maruz bıraktığımız eğitimin gereksiz düzeyde uzun olduğunu düşünürdüm hep. Mezuniyetten sonra bir sene dershaneye devam ettikleri, işe girdikten sonra yoğun hizmet içi eğitime tabi tutuldukları göz önünde bulundurulursa, sağlam bir lise eğitimi ile de yapılabilecek katkımız haricinde, bu büyük israfın nedeni, büyük bir suç ortaklığından başkası olamazdı. Kişi yaptığı lüzumsuz işle, çektiği çile ile açgözlülük, ikiyüzlülük, bencillik ve israf karışımı bir yaşam tarzını onaylamak zorunda bırakılmaktadır.
Özetle eğitim, toplumsal tahakküm-iktidar mekanizmasını yeniden üreten en etkili kurumdur. Üstelik kapitalist tahakkümü olanaklı kılan uzmanlaşma, kültürel aktarım süresini uzatmak suretiyle eğitimin özgürleştirici potansiyelini adamakıllı ortadan kaldırmaktadır; bunun sonucunda kültürel aktarım saf bir pragmatizmle tam bir çöküşe maruz bırakılmakta, eğitim de ‘Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur’ mertebesine yükselmektedir. Böyle tenekeden bir kültürel aktarım çabasının, ‘büyük medeniyet’, ‘büyük adam’ hamasetine sarılması kaçınılmazdır. Bu bakımdan eğitime ‘milli’ denmesinde de şaşılacak hiçbir şey kalmıyor. Sormak lazım tabii, milli tarih öğretenler, neden milli fizik de öğretmiyorlar? Ya da bütün bu millilik arzusu neden üniversite eğitimine taşınmıyor? Çünkü insan, insan olsun diye değil de uyruk (yurttaş, soydaş, ümmet, ırkdaş) olsun diye eğitim namına kültürel varlığı inkâr edilmek, kendine yetemez, biçare kılınmak zorundadır. Sonuçta, yıllarca eğitimini aldığı ‘mesleği’ doğru dürüst yapamayan, ama yapıyor görünen, onun dışında da elinden hiçbir şey gelmeyen, yıllarca eğitilmiş olmasına rağmen ana dilinde bile doğru dürüst okuyup yazamayan, ama ortalığın tozu dumanı dağıldıktan sonra hizmet sektöründe garson, temizlik işçisi, odacı, park görevlisi, vb. olarak çalışacak, kısacası hep altta kalacak yığınlara ihtiyaç vardır. Diğer yandan pahalı, en zekilerin üstesinden gelebileceği bir eğitimle kerameti kendinden menkul önemli işlerin erbabı yeni elitleri oluşturacaktır. Özünde pek de yeni olmayan bu akıl dışılığın ‘yeni’ hamasi kılıflara bürünmesini beklemeliyiz. Bununla beraber, insanı insan yapan, onu zihinsel, doğal, toplumsal bağlarından serbestleştirecek eğitim, ancak onun kamusallığı öne çıkarılarak, tartışılarak mümkün olabilir. Bana kalırsa, özgürleştirici bir eğitimin kamusallık ufku, herkesin insan kardeşinden sorumlu olduğu özgür bir ‘dünyadır’.