Covid-19 pandemisi kriz yönetiminin analizi için otoriter-demokratik ayrımının çok da geçerli olmadığını gösterdi. Kamu yönetimi, politika yapım ve uygulama süreçleri açısından devletler katılımcılık, şeffaflık ve hesap verilebilirlik mekanizmalarının işleyişi, merkez-yerel ilişkileri gibi faktörler daha açıklayıcı. Örneğin, otoriter bir devlet olan Singapur, süreci üzerinde bir hesap verme baskısı olmadığı halde, şeffaflığın getirdiği güvene dayanarak yürüttü. Bu anlamda, örneğin Almanya’yla benzetebiliriz kriz yönetimi süreçlerini. Ya da demokratik özgürlükçü ülkeler olan Güney Kore ve Tayvan da Çin’in kullandığı gözetleme teknolojilerini kullanıyor salgın döneminde ama kararları katılımcı olarak aldıkları için aldıkları önlemler de etkili oluyor. Bir diğer deyişle, totaliter olan teknolojinin kendisi değil.
Öte yandan, Çin salgına hem bilimsel hem kamu yönetimi açısından güvenlikleştirici bir açıdan baktı. Virüsün bulaşıcılığını kabul ettikten sonra tüm idari ölçeklerde devleti teyakkuza geçirdi ve aldığı önlemlerde katılımcı bir süreç izlemedi. Bunda, devlet açısından bu halk sağlığı krizini ulusal düzeyde bir güvenlik sorunu olarak algılaması rol oynadı elbette ama bu ‘ulusal’ ölçek, toplum içinde kimi grupların hak kaybına uğramasına, ezilmesine ve hatta kamuoyunda ötekileştirilmesine neden oldu.
Devletin güvenlikçi yaklaşımlarının ‘sürü bağışıklığı’ değil ‘sınıf bağışıklığı’ yarattığı fikri, bugünlerde Türkiye için de tartışılıyor. Çin devletinin siyasi ve ekonomik güvenliği, insanı ve toplumsal güvenliğe öncelediği örnekler neler oldu?
• Wuhan kentini ve Hubei eyaletini kapatınca, içeride ‘mahsur’ kalanlar nitelikli sağlık hizmetinden yararlanamadılar.
• Kentte belediye hizmetleri kesilince, örneğin toplu taşım gibi, özel arabası, kendisine bakacak yakını olmayanlar, göçmen işçiler, fakirler, yaşlılar, engelliler, tek ebeveynler sağlık hizmetlerine erişemediler. Bu gruplar kendi aralarında örgütlenip dayanışma ağları kurdukları zaman, ki bu güzel bir ontolojik güvenlik örneği, toplum krizlere dayanıklı olduğunu kanıtladı ise de, devletin siyasi güvenlik radarına yakalandılar ve kriz zamanlarında ‘milli birlik ve beraberliği’ bozmakla suçlandılar. Onları destekleyen kamusal aydınlar da bu tehdit algısını pekiştirdi.
• Diğer eyelet ve kentlerde yaşayanların gözünde Wuhan ve Hubeililer virüsü yayan ‘düşmanlar’ olarak görülüp bir kimlik grubunun içine zorlandılar. Bugün karantina bittikten sonra bile Hubeililer iş bulmakta zorlanıyor. Devlet bu noktada müdahele etti ve Hubeililere iş verecek işverenlere mali destek sözü verdi. Bunu du aslında klasik anlamda bir güvenlik sorunu olarak gördüğü için yaptı. Salgın sonrasında kentli işsizliği zaten büyük bir sorun olacak ve bunun bölgesel bir boyutu olmasını engellemek için, bir ekonomik güvenlik önlemi olarak yaptı.
*
Peki devlet güvenlikçi politikalar izlerken, toplumsal aktörler nasıl tepki verdi? Toplumsal aktörlerin karar alma mekanizmalarına katılımı ve kamuoyunu etkileme gücü ne kadar örgütlü olduklarına bağlı. Örneğin, Çin’de sendikalar devletten göreceli özerkliğini bu dönemde iyice yitirdi. Ama karantina sonrası ekonomik darboğazda şimdiden artmaya başlayan grevleri örgütleyen bağımsız işçi komiteleri toplumsal güvenliğin aktörleri olarak ortaya çıkabilir.
Bir diğer örnek de, yerel ağlar. Çin’de kamu yönetimi fiilen adem-i merkeziyetçi olduğu için ve sosyalist dönemde çalışma ve yaşama birimlerinin aynı olmasından dolayı bugün mahalleler hem toplumsal ağlar hem belediyelerin kamu hizmeti sunma ve kent güvenliğini sağlama işlevleri açısından önemli aktörler olarak ortaya çıkıyorlar. Wuhan’da salgından önce de varolan mahalli gönüllü ağları ve yerel ölçekteki STK’lar karantina döneminde yardımlaşma ağlarının temelini oluşturdular. Karantina kararının daha çok koruyucu önlemler için alındığı diğer eyaletlerde, yerel hükümetler mahalli dayanışma ağlarını halk sağlığı koşullarına uygun hale getirmek bahanesiyle mahalle ölçeğindeki örgütlenmeleri kontrol altına almanın yolunu buldular. Mahalle ölçeğindeki sivil toplum kuruluşlarının özerkliğini kısıtlama, birkaç yıldan beri süregelen bir eğilimdi, salgının güvelikleştirilmesiyle toplumsal muhalefet susturulmuş oldu.
*
Salgın sadece Çin’deyken, devlet için ulusal düzeyde bir güvenlik sorunuydu. Toplumun değişik kesimleri içinse, ki bunun daha önce konuştuğumuz gibi bölgesel boyutları da olsa aslında temelinde sınıfsal bir güvenlik sorunuydu. Wuhan’da da olsa orta-üst sınıflar göçmenlerin, güvencesiz işçilerin yaşadığı toplumsal güvenlik sorunlarını yaşamadılar.
Salgın bir pandemiye dönüştüğünde ise Çin devleti için uluslararası düzeyde bir ontolojik güvenlik tehdidi haline geldi çünkü Çinlilere karşı yurtdışında saldırılar başladı. Bundan daha önemlisi, ABD yönetimi pandemiyle mücadelede bir meşruiyet aracı olarak Çin’i sorumlu tutma söylemini benimsedi. Bu da Çin’in son yıllardaki yumuşak diplomasisini baltalayacak bir durumdu.
Karşılık olarak Çin iki yol izledi. Birincisi, ABD yönetiminin iddialarını yalanlama ve hatta karşı saldırıya geçerek virüsün kökeni konusunda karşılıklık komplo teorileri geliştirerek saldırıları etkisiz kılmaydı. İkincisi, Çin’e karşı gelişen zenofobiyaya karşılık, kendi yabancı düşmanlığını geliştirme oldu. Çin’de salgın kontrol altına alındıktan sonra ikinci dalgaya hem belirti göstermeyen taşıyıcılar, hem de yurtdışından Çin’e dönmeye çalışan Çin’de yaşayan yabancılar ve yaşadıkları ülkede Çin’deki kadar iyi sağlık hizmeti alamayacaklarını düşünen Çin kökenliler neden oldu. Çin, hem hükümet hem kamuoyu söylemi olarak ilk grubu hasıraltı etti ve son iki grubu ötekileştirdi. Özellikle yabancılar toplum içinde fark edilebilir oldukları için ayrımcılığa hatta fiziksel saldırıya hedef oldular.
Toplumsal güvenlik çerçevesi içinde söyleyecek olursak, salgınla mücadele sürecinde yeni kimlik grupları ve onların güvenlik kaygıları ortaya çıkmış oldu. Üstelik bu durum ulusötesi ölçeğe dayandı.
Bu durum, salgının güvenlikleştirilmesinde gördüğümüz iki söylem tipinin çatışmasını da açıklıyor: Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası kuruluşların söylemi olan bunun küresel dayanışma gerektiren bir insanlık sorunu olması ve ABD ve onun zorlamasıyla Çin’in adapte ettiği, salgının bir devlet güvenliği sorunu olduğu söylemi.
Dün Çin’in Twitter’i Weibo’da bir mesaj gördüm, diyordu ki, "Sevgili halkım, daha bir ay önce Dr. Li Wenliang’ın ölümüne ağlıyor ve hükümeti suçluyor ve eleştiriyordunuz, bugün devlet milliyetçiliği yapıyor, Amerika’yı suçluyor ve hiç tanımadığınız insanların ölümüne oh olsun diyorsunuz, ne altın balığı hafızalı insanlarsınız siz!"
Gerçekten de, henüz geleneksel güvenlikten toplumsal güvenliğe geçiş konusunda bir yargıya varmak için erken. Salgının ilk döneminde, bir toplumsal güvenlik farkındalığı oluşmuş gibi duruyordu. Bugün yaşanan yabancı karşıtlığı dalgası karşısında şaşkınlığa düşmemek elde değil.
Ama unutmamak gerekir ki, daha bunun gelecek aşamaları var. Küçük ve orta ölçekli işletmeler iflas etmeye başladığında, kentli işsizliği ciddi boyutlara ulaştığında, hava kirliliği yeniden arttığında (çünkü belediyeler KOBİ'ler iflas etmesin diye kömür bazlı elektik kullanımına tekrar izin verdi) toplumdaki dezavantajlı kesimlerin güvenlik algısı yeniden değişebilir. Şu noktada, Çin hükümeti tüketimi yeniden arttırmak için vatandaşlara kupon dağıtma gibi palyatif çözümler üretmekte. Daha yapısal değişiklikler yapılmazsa toplumsal bir kriz kaçınılmaz.