Ülkedeki popüler kültür figürleri devletin resmî ideolojisinin
yükünü sırtlanıp bir kamu görevlisi sorumluluğuyla Kürt kentlerine
gidiyor olmalı. Henüz iyi ve güzel olanla tanışmamış,
Kürtlüklerinden kurtarılmaları gereken bölge halkını ıslah edecek
konserler verecek, bu yetmezse mesajlarıyla milli görevlerini ifa
etmiş olacaklar. 90’lı yıllarda askerler için moral konseri
düzenlemeyen şarkıcı yok gibiydi, makul ve meşru olmanın oluru bu
konserlerden geçiyordu bir bakıma. Aynı hassasiyet gazetecilerde de
var. Askeri operasyonlardaki heyecanları, helikopterli seyahatleri,
sınır karakollarındaki vatan nöbetleri hiç bitmedi. Son yıllarda bu
trende Youtuber’lar ve diğer sosyal medya ünlüleri dahil oldu veya
edildi.
Bu vatani görevini yerine getiren son kişi Bengü isimli şarkıcı
oldu. Turizm Bakanlığı’nın Van’da düzenlediği konserini neden
ihtiyaç duyduysa artık “Ne mutlu Türküm diyene” sözleriyle bitirmeyi uygun görmüş. Böylece
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıldır uğraşıp da başaramadığı misyonu
kendisi yerine getirmek istemiş, konserini korsan eyleme çevirip
Kürtlere neyden mutlu olmaları gerektiğini veya nasıl mutlu
olabileceklerini salık vermiş. Konserle ilgili haberlerden bu
sözlerin öncesi ve bağlamı anlaşılmıyordu, yalnızca dinleyicilerin
pet şişeli protestoları yansıtılmıştı. Ancak basına yansıyan
protesto ve tepkinin yoğunluğundan sözlerin o anki bağlamla bir
ilgisi olmadığı sonucu rahatlıkla çıkarılabiliyordu.
Bengü gibi bir pop figürü sıradan bir konserde bu sözlere neden
ihtiyaç duyuyor? Tam olarak hangi hissiyatla “andımız”ın bir
kısmını okuma gereği görüyor? Neden ülkenin yüzyıllık yükünü
omuzlayıp sefere çıkmış gibi vazifesini yerine getirme gereği
görüyor? Yüzyıldır müşterek bir vatandaşlık çerçeve ve duygusunu
kurmayı becerememiş devletin yanlışını neden gönüllü olarak
üstleniyor?
Türkiye’nin son yüzyılda merkezine Kürt meselesini alan
milliyetçi endoktrinasyonu zamanla sıradan vatandaşı Bengü gibi o
dalganın içine çekti ve her birine vatani bir görev yükledi.
Gündelik milliyetçilik böylece hayatın her alanını sararak o
kimlikten rutin görevler bekledi. Sanatçısı konserde, gazetecisi
haberde, futbolcusu sahada, vatandaşı da sokakta bu milliyetçi rol
ve görevi ifa eder hale geldi. Önceleri yukarıdan inşa edilen ve
aşağıda icrası yapılan gündelik milliyetçilik zamanla öyle hale
geldi ki artık neredeyse aşağıdan inşa edilip yukarıda icrası
yapılan bir döngüye kavuştu. Ya da bu iki özne rollerinin farkında
olarak etkileşim halinde üzerlerine düşeni yapar oldu. Melih
Demiral’ın maçtaki bozkurt işaretinin devletçe sahiplenilmesi,
2019’daki Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde futbolcuların
Türkiye’nin Rojava’ya yaptığı sınır ötesi harekâtına asker
selamıyla destek vermesi bu etkileşimin örnekleriydi.
Elifcan Çoruk’un gündelik milliyetçiliği tartıştığı makalesinde not düştüğü gibi;
“Milliyetçi tahayyülün ilk oluşturuluşu ve kitlelere yayılışı
yukarıdan aşağı şeklinde olmuş olsa da tahayyülü kalıcı kılan
sembol, ritüel ve söylemlere yüklenen anlamı yeniden yorumlayan,
gündelik akış içinde sürekliliğini sağlayarak somutlaştıran özne
sıradan insan.”
İşte o sıradan insan, uzun süredir bu milliyetçi denklem
üzerinden devletin siyasetine yön verebiliyor veya devletin
politikalarını, operasyonlarını meşrulaştıran, olumlayan bir
fonksiyona dönüşüyor.
Gündelik milliyetçiliğin bu düzlemde kurulabildiği, üzerinde
fikir ve eylem birliğinin sağlandığı en büyük alanın hala Kürt
meselesi olduğunu da belirtmek gerekiyor. Zira, bu denklem
mülteciler üzerinden aşağıdan inşa edilen milliyetçilikte devletin
aksi yöndeki siyaseti nedeniyle tam olarak -en azından şimdilik-
karşılık bulmuyor.
***
Bireylerin tek tek rol üstlenip milliyetçilik vazifelerini
yerine getirmelerinin çeşitli sebepleri oluyor. Bengü’nün yaptığı
gibi; Kürt dinleyiciyi asimile etme çabasında devletine yardımcı
olmak ya da birkaç gün sonra Edirne’deki konserinde kendisini “Ne mutlu
Türküm diyene” yazılı posterler ve çiçeklerle karşılayan
benzerlerini konsolide edip kurduğu milliyetçilik sahnesinden
yükselmek. Dolayısıyla bu heves karşısındaki kimliği değiştirme
çabasını içerdiği kadar kendi kimliğindeki insanlardan onay
almanın, kabul görmenin etkili bir aracı da olabiliyor.
Aşağıdan kurulan ve yukarıyla etkileşim halinde olan gündelik
milliyetçilik böylece etki alanını iyice genişletip karşısındaki
“diğer” öznenin yaşam, düşünce ve ifade özgürlüğü alanını kuşatıp
kısıtlıyor. Euro 2024’ün gösterdiği gibi milli takımı desteklememek
veya başka bir ülkenin milli takımına “bijî” demek vatan hainliği
olabiliyor, bunu yapanların vatandaşlıktan çıkarılması çağrılarına
sebep olabiliyor. Yahut dar bir milliyetçi parti ve bloğun sembolü
olan bozkurt işaretine itirazı bastırabiliyor.
Bu nedenle de milliyetçi blok durumdan memnun. Hukuken ve
siyaseten itiraz edilmemiş veya önüne geçilmemiş her sanal seferin
zaferini kendi hanesine yazıyor. Her sanal zafer ise milliyetçilik
çıtasını bir derece daha yukarı çekiyor. Ne Kürt, ne Arap ne Afgan,
makbul olan Türklük oluyor. Bunu bozkurtla süslemenin önünde de
engel kalmıyor.
Öte yandan, gündelik milliyetçiliğin her türlü alan daraltma
çabalarına karşı direnç de yerinde duruyor. Özellikle milli takım
etrafında örülen hamasetin vardığı boyut (Hepimiz
Merihiz/Türkiye, Atıl kurt/Fotomaç, Avrupalı
selam dur, Türkler geliyor/Fanatik, Bozkurt Türk’tür,
kesin sesinizi/Akşam, Milletin mücadele azminin
sembolü/Hürriyet), önce “bijî Portekiz”i doğurdu
ardından bunu “bijî Çekya”ya, “bijî Avusturya”ya,
ve “bijî Hollanda”ya çevirdi. Milliyetçiliği diğer
kimlikleri bastırma ve zayıflatmanın aracına, futbolu da bu aracın
parçası haline getiren siyaset ve kültür bu sefer de bu şekilde bir
sonuç üretti. Konserini propaganda sahnesine çeviren şarkıcının
alkış yerine protestoyla karşılaşması gibi.