Mimari proje elde etme yöntemi olarak yarışmalar, mimarlık meslek ortamı içinde neredeyse kutsal bir niteliğe sahiptir. Özgünlüğü ve niteliği arayan bir disiplin açısından bu durum şaşırtıcı değil. Katılımcıların ellerinden gelenin en iyisini ürettiği, uzman bir jürinin müelliflerin isimleri kapalı biçimde teslim edilen projeleri tarafsız bir gözle incelediği ve tartışmalar sonucu en iyisini seçtiği bir süreç yarışma. Dahası, yarışmalar sadece ‘en iyi’ projenin elde edilmesini hedeflemez. Yarışma sürecinin bir parçası olan kolokyumlar, jürinin, idarenin ve meslek insanlarının projeleri ve arkalarındaki fikirleri kıyasıya tartıştığı ortamlardır. Bir anlamda yarışma sonuçları kadar kolokyumlardaki tartışmalar da hem dönemin mimari gündemini yansıtır hem de aslında bu gündemleri inşa eder. Öyleyse tarihsel olarak mimari yarışmaların iki temel boyutunun nitelik arayışı ve açık tartışma olduğunu söylemek mümkün.
Ancak yarışmanın bir toplumsal ilişki olduğunu, tarihsel koşullar içinde anlam ve biçim kazandığını ihmal etmemek gerekiyor. Yani yarışma ne kendi içinde kutsal bir mekanizma ne de ürününe otomatik olarak dokunulmazlık halesi kazandıran bir süreç. Örneğin yarışma yoluyla proje elde edilmesi talebi 40’ların milliyetçi atmosferinde Türk mimarların, yabancı mimarların domine ettiği kamu mimarlığında yer açma çabasının aracı oldu. 60’ların kalkınmacı ortamında ise Bayındırlık Bakanlığı ile mimarlık meslek camiası arasında nitelik odaklı bir iş birliğinin enstrümanıydı.
AKP iktidarında mimari yarışmalar da ilginç bir dönüşüm geçirdi. AKP’li idarelerin (hem yerel hem de merkezi düzeyde) niteliği umursamayan tutumu karşısında yarışmalar, mimarlık camiasının ilk aşamada sarıldığı can simidi oldu. ‘Yarışmayla yapma’ talebi, niteliği garantileyecek iyimser bir beklentiyi ifade ediyordu. Ama öyle olmadı. Türkiye’de kentsel dönüşüm furyasının başladığı 2005 yılından sonra yarışmalar konusunun iki temel alanda geliştiğini ve giderek ayrıştığını söyleyebiliriz. Bir yandan mimarlık camiasının içinde bir grup idarelerle ilişki geliştirerek yarışmayla yapmaya ikna çabalarını sürdürdü. Diğer yandan ise, özellikle mimarlık örgütlerinin yarışmaları proje elde etmenin ötesinde alternatif tahayyüller geliştirmek üzere farklı mecralara taşıdığı gözlendi. Yazılı ve görsel birçok başka alanda mimarlığa ve kente dair söz ve fikir üretmenin aracı oldu yarışmalar. Bu genişleyen alan içinde özellikle Mimarlar Odasının farklı birimlerince çeşitli kentlerde açılan fikir projesi yarışmaları kentsel dönüşüme karşı önemli bir mücadele enstrümanı haline geldi. Uygulama hedefli yarışmaların neredeyse yok olduğu koşullarda bu yarışmalar açık tartışma geleneğini sürdürürken üretilen tahayyüllerin kentli kamuoyu ile paylaşılmasını sağladı ve giderek yerel muhalefet yapılanmalarının beslendiği bir kaynak oldu. Daha önce sadece mimarlık meslek alanına içsel olan yarışmalar böylece ilk kez meslek alanının dışından katılım boyutunu kazanmış oldu.
Biraz tarihselleştirmeye çalışırsak, 2011 seçimlerinin yarışmaların dönüşümü konusunda da önemli bir eşik olduğunu görmek mümkün. Seçimlerin hemen öncesinde kentsel dönüşüm diye isimlendirilen kentsel mekân üretim rejiminin merkezi ayağı yeniden yapılandırıldı (özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kuruluşu). Bunun hemen ardından deprem riski gerekçesiyle zorla dönüşüm olanakları genişletildi. İktidarın kentlere dayattığı bu yapılanmaya karşı oluşan toplumsal tepki 2013 yazında meydanlara aktı. Ama kentsel muhalefet Gezi Direnişi ile eşi benzeri görülmemiş bir düzeye ulaşırken Türkiyeli mimarlar (en azından bir kısmı) harıl harıl bir yarışma üzerinde çalışıyorlardı; Millî Eğitim Bakanlığının açtığı kampüs okullar yarışması.
2012’de başlayıp 2013 sonuna uzanan bu yarışmanın temel konusu, şehir hastaneleri projesine benzer biçimde, kent içindeki okulları, kent dışındaki büyük kampüslere taşımaktı. Bu yeni mekânsal organizasyon, o günlerde sıcak bir tartışma konusu olan eğitimin yapılandırılması ile (4+4+4 modeli) ilişkiliydi. Kent merkezlerinde boşaltılacak olan mevcut okul arazilerinin akıbeti ciddi bir kaygı konusuydu. Dahası, bir kentsel büyüme dinamiği olarak kampüs okullar tartışılmamıştı. Bu ve benzeri birçok nokta çeşitli kurum ve aktörlerce eleştirildi. Ancak yüzden fazla mimari ekibin katıldığı, onlarca farklı arsaya proje üretilen üç etapta yüzlerce ödülün dağıtıldığı, aynı isimlerin farklı etaplarda yarışmacı ve jüri olarak yer aldığı bu enteresan yarışma süreci, katılımcıları tarafından tam da yeni ve özgün fikirlerin üretildiği gerekçesiyle savunuldu. İlk defa idare yarışma düzenlemeye ikna edilmişti; mimarlar idare ile iş birliği yaparak nitelikli projelerin elde edilmesini sağlıyordu. Ancak aslında olan AKP’nin yarışma mekanizmasını da kendisine uygun hale getirip mimarlık alanı içinde pasifizasyon yaratmasından başka bir şey değildi. Yarışma etiğinin olmazsa olmazı olan birinci projenin (istisnai durumlar haricinde) uygulanması ilkesi çiğnendi; fiyat kırmaya yanaşmayan birinciler, ikinciler hatta üçüncüler elendi, mansiyon sahipleri idare ile el sıkışmakta beis görmediler. Daha sonra rafa kalkan bu projede mimarlar iyi bir sınav vermediler; dahası, yarışmaları AKP’ye teslim etmiş oldular.
Örneğin, AKP döneminin en tartışmalı projelerinden biri olan Çamlıca Camii bir yarışma ile elde edildi. Detaylarına girmeye gerek yok; neredeyse her boyutuyla göstermelik olan bu yarışmanın sonucunda birinci bile seçilemedi ve karar Başbakan Erdoğan’a bırakıldı. Onun seçtiği proje uygulanırken de müellifler sürecin dışına itildi. Çamlıca örneğinde yarışma formatının en büyük işlevi projeye (miktarı tartışmalı da olsa) meşruiyet kazandırmaktı. Bundan sonra idareler, davetli yarışma formatını, yarışmacıları idare karşısında dezavantajlı durumda bırakacak biçimde dilediğince kullandılar.
Bugüne geldiğimizde, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. Özellikle üç büyük kentte CHP’li belediye yönetimleri kentsel ölçekli proje yarışmalarını katılımcı bir süreçle proje elde etme yöntemi olarak kullanmaya gayret ediyorlar. Bu sürecin tam anlamıyla sağlıklı biçimde işlediğini söylemek mümkün değilse de, meslek kuruluşlarının iş birliğine açık ve fakat teyakkuzda olduğu koşullarda yarışma kültürünün temellenmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu dönemin, süreçleri açısından dikkate değer iki yarışması, İstanbul’da ‘Taksim Meydanı Kentsel Tasarım Yarışması’ ve Ankara’da geçtiğimiz günlerde sonuçlanan ‘100. Yıl Çarşısı ve Yakın Çevresi Fikir Projesi Yarışması’.
Yarışmalardan ilkini çarpıcı kılan, son aşamada halk oyuna başvurulmasıydı. Bir yandan projelerin yarışmacılarca kamuoyuna sunulması çabasının halkla ilişkiler kampanyalarına yaklaşması, bir yandan da popülizm olgusu bu sürecin tartışmalı yanları oldu. Her şeye rağmen böylesi simgesel bir kamusal mekânın biçimleniş sürecinde (eksiklerine rağmen) işletilen süreç kentsel demokrasi adına kazanım olarak görülmeli
100.Yıl Çarşısı için açılan yarışma ise başka birkaç açıdan ilginç. Her şeyden önce belediyenin yıkmaya niyetli (hatta kararlı) olduğu, kendisi de bir yarışmayla elde edilmiş olup döneminin nitelikli mimari örneklerinden olan yapı, meslek örgütlerinin ısrarlı takibi sonucu yıkımdan kurtuldu. Açılan yarışma yapının korunması yönünde bağlayıcı bir karar içermese de, katılan yarışmacıların çoğunluğunun bu yönde ortak bir eğilim yansıttığı görülüyor. Bu da yarışmanın odağını bir yeniden kullanım problemi haline getirmiş. Yıkıp yapma eğiliminin bu denli güçlü olduğu Türkiye’de hem kültürel miras bilinci hem de çevre etiği açısından bu eğilimden uzaklaşmamız gerektiği açık. Her ne kadar yerel yönetim elini bağlamamak için yarışmayı ‘fikir projesi yarışması’ olarak tarif etmişse de, bu yarışmanın uygulama aşamasına kadar sürdürülmesi büyük bir kazanım olacak.
Başta vurguladığım gibi, yarışma, ne niteliği garantileyen bir mekanizma, ne de kendi içinde bir meşruiyet kaynağı. Buna karşılık, doğru biçimde işletildiğinde sadece teknik bir yönetişim aracı olmaktan öteye geçip radikal mimari ve kentsel olasılıkları hayata geçirmenin imkânlarını sunabilir.