Mırıltı, fısıltı, homurtu

Demek istediğim şu: Başbakanın icazeti ve dahliyle açılışı yapılmış, kurdelesi kesilmiş 'mırıldanma müessesesi' öyle torbada da durmaz ki! Eril devlet şiddetinin ve bunun muhafazakar toplumsal alandaki uzantılarının mırıltılarını düşünün.

Abone ol

Gülsüm Depeli

Son iki gündür gazete portallarının haberlerinden özellikle bazıları dikkatimi çekti. Haber olma mertebesine nail olmuş bu içeriklerde neler mi vardı? Bir kadın şort giydiği için tekmelenmişti. Bir diğer kadın kendisini taciz eden kişiye hayır dediği için ağır şiddete uğramıştı. Bir aile kayıp kızlarının peşine düşmüştü, kızının sonunun Özgecan gibi olmasından korktuğunu söylüyordu. Bir adam asansörde bir kadını taciz etmişti… Bitmedi. Bir adam metroda bir kadını “şortlu kadının başına geleni biliyorsun, kes lan sesini…” sözleriyle tehdit etti. Bir anne ile babanın ise kendi kızlarını, boşanıp aile evine dönmesinin devamında "akşam eve vakitli gelmiyor diye" öldürdüğü ortaya çıktı; 19 yıl önce olmuş bir olay. Bitmedi…

Tekmeci tacizci meselesiyle devam edelim. Tacizci erkek kendi yaptığını İslam hukukuna uygun olmakla taktir etti; açık gezen kadınların karısı sayılacağını söyledi. Salıverilmesinin ardından gecikmeli de olsa tekmeciyi tutuklatma yönünde karar çıktı. Fakat neden tutuklanıyordu ki!?

'TACİZCİYE SÖYLÜYORUM KADINLAR SİZ ANLAYIN'

Haliyle, evvela ve öncelikle bu tutuklamaya en çok şaşıran tacizciye bir açıklama yapılmalıydı. Koskoca devlet büyükleri adamın şahsi telefonunu tuşlayacak değil elbet, televizyonla iletişim diye bir şey var sonuçta. Nitekim Başbakan televizyona konuştu; böylelikle sesi tek bir tacizciye değil diğerlerine de ulaşabildi. Velhasılı kelam, bu vesileyle biz de hep birlikte "tacizciye söylüyorum kadınlar siz anlayın" kabilinden bir açıklama dinledik.

Başbakan tekmelemeyi ölçüsüz bulmuştu. Pedagojik bir yaklaşımla bir orta yol önerisi olarak, tacizciye tacizini örneğin mırıldanarak yapabileceğini bildirdi; homurdanarak da diyebilirdi. Otobüste değil de daha kuytu bir köşede tekme atsaydın daha iyiydi diye de akıl verebilirmiş aslında; onu söyleyen bunu da söyler. Taciz etme demiyor ki, ele güne karşı etme diyor.

Bu erkek şiddetin aklına tanıklık dehşetli ve iç bulandırıcı. Bir çok kadın gibi bu konuda benim de içim dolmuş. Dökeyim, şunu anlatmadan geçmeyeyim. Özgecan'ın katlinden sonra, mahalle kuruyemişçisinde "Abi adam parmak izi kalmasın diye kızın bileklerini kesmiş, bak bak bak akla bak!" hayretli taktiriyle baş parmağını şakağına vuran soluk benizli bir erkeği bizzat görmüş, duymuş biriyim. Dahası var. Toplam üç erkeklerdi. O soluk beniz bana döndü, Özgecan’a yapılanı kınadı: "Öyle değil mi yani, şimdi biz üç erkek siz tek kadın burda, aynı şeyi mi yapmamız lazım yani", dedi ve gözlerime baktı. Lafa girmeye cesaretim yoktu. Yakamda Özgecan'ın fotoğrafı ve ben olay mahalini terk ettik.

BAŞBAKAN TARAFINDAN DAĞITILAN 'AKIL'

Neyse, cinsiyetçi şiddetin ancak kadını kuytuda kıstırmaya kadar gidebilen erkek aklı, onların tehlikesini sığlığından devşiren ince hesapları hayli uzun mesele. Ne diyorduk? Evet, işte şimdi de hep beraber bunu duyduk, diyorduk: Erkek şiddetine "mırıldanma hakkı". Aynı aklın çıktısı; üstelik Başbakan'ın ağzından; kamuya dağıtılan “akıl.”

Kaygılanmamak mümkün mü?! İçinde bulunduğumuz toplumsal atmosfer malumumuz; korku, kaygı, travma toplumsallaşıyor, kimse geleceğini öngöremiyor. OHAL hukuksuzluğunun icraatları, şiddetin ve işkencenin her hali yaşanıyor. İhbar, muhbirlik, insanları birbirine düşmanlaştırma dili hat safhada. Bir toplum olmanın bütün gerekleri aşınıyor. Ve iktidar çok konuşuyor. Bağıra bağıra, hiç durup dinlenmeden konuşuyor. Çok ses var, ve hiç çıt çıkmıyor.

Tam da böyle bir toplumsal konjonktürde "mırıldanma" çağrısı ironi değil, basite alınacak bir şey değil, aksine toplumsal ölçekte açık kaygı hatta korku nedenidir. Hem de düşünce ve fikir üreten, barış ve demokrasiye taraf sözünü "mırıldanmadan", karnından konuşmadan, alın açıklığıyla ve yüksek sesle söyleyen sayısız yazar, akademisyen, sanatçı, gazeteci cezaevlerindeyken. Onlar konuştukları için susturuluyor, işlerinden ediliyor, milliyetçi muhafazakar hassasiyetlere hedef gösteriliyorken. Söylem hepimizi tekmeler ve/ya mırıltılar seçeneğine sıkıştırırken...

BİR BASKI YOLU OLARAK MIRILDANMA

Mırıltı, fısıltı, homurtu, anlama kavuşmayan seslemeler ürkütücü gelir bana. Size de öyle gelmez mi? Anlamadığınız seslerle yaklaşan saldırının niteliğini, boyutlarını, çeşidini anlamakta, ona nasıl savunma geliştireceğinizi bulmakta zorlanırsınız. Biraz abartıyor olduğumu düşüneceksiniz belki fakat “pusu kurma”ya benzer bu benim gözümde. Tekinsizdir. Bu şekliyle, iktidarın ağzında "masumlaştırılmış", “olağan” bir baskı yolu olarak mırıldanma, sinik hıncın ve saldırganlığın, öngörülmez eril şiddetin el feneridir; kendine yol yapar. Bir şiddet biçimine meydan sunup, sonra da dalgalanın ama taşmayın, vurun ama öldürmeyin, mırıldanın, homurdadın da tekmelemeyin, sınırı çizmek mümkün mü?!

Demek istediğim şu: Başbakanın icazeti ve dahliyle açılışı yapılmış, kurdelesi kesilmiş "mırıldanma müessesesi" öyle torbada da durmaz ki! Eril devlet şiddetinin ve bunun muhafazakar toplumsal alandaki uzantılarının mırıltılarını düşünün. Eğer tahayyül edemiyorsanız bizlere, kadınlara sorun, anlatalım. Sözün özü, bu mırıltıların korkutucu, kuşatıcı bir uğultuya dönüşmesinin ve büyümesinin, toplumdaki nefret ve şiddet faturası çok büyük olur; evvela ve öncelikle kadınlara. Sonra tüm farklılıklara. Bu savaştır. Peki, son zamanlar yaşadıklarımızla sürekli güç kaybeden hayretimi canlı tutmaya çabalayarak sormak istiyorum: İktidar savaş mı istiyor gerçekten..?!

Hem politik hem de gündelik bağlamda, barışın dilinden, savaşın her türlü eril, taşkın güzellemesine geçmiş olmayı sadece muhafazakarlaşma, totoliterleşme vs. olarak değil, açık bir ahlaki çöküntü durumu olarak okuyorum... Elbette, bu koşullar içinde dahi, bizler toplumsal barışı konuşmanın, kurmanın, hayatı üretmenin yollarını araştırmalı, asla vazgeçmemeliyiz.

Ama, yine de, bu yazıyı bir soru daha sorarak sonlandırmak istiyorum, hala hayretle:

Şu soruya verilecek etik-politik bir cevabı burundan değil, karından değil, sesi bize ulaşan bir ağızdan duymak istiyorum: Barışmak, toplumsal barış hangi nedenlerle bir seçenek değildir?... İktidar aklının cevabıyla yatışmak için değil sorum, şeffaflaşmak adına…