Adım Abdurrahim. Siz de bana Abdurrahim deyin.
Şimdilerde elektrikler kesilince “Eskiden ne yapıyorlardı acaba?” diyorlar ya, size onu anlatacağım şimdi. Adım Abdurrahim. Bunu en az bir kere daha söyleyeceğim.
Arayan Şamil’di. O zamanlar şehrin epey dışı sayılan ama son 10 yılda şehir dehşetle büyüdüğünden, artık neredeyse merkeze düşmüş evimizin civarında tek bir arkadaşım vardı. Babası dört abisine dört büyük meleğin adını vermiş, sıra bizimkine gelince melek kalmadığından denizsiz memlekette oğluna denizli isim koymuş: Cuma. Cuma ile denizin ne alakası var demeyin, babasına göre denizler Cuma günü yaratılmıştı. Mütedeyyin ve huysuz babası, denizlerin ancak cuma günü gibi mübarek ve ferah bir zamanda yaratılmış olabileceğine ikna olmuştu. Dünyadaki denizle alakalı tek Cuma, işte bizim Cuma’ydı.
“Cumagilde toplanıyoruz akşama, sen de gelir misin?” Giderdim tabii, daha iyi bir işim yoktu, mevsim tabii ki kıştı, üniversiteye hazırlanmak berbattı ve sanırım boyumun yaşıtlarımdan daha kısa olmasına kafayı fena halde takmıştım. Taktıkça yiyor, yedikçe şişmanlıyor, şişmanladıkça pişmanlığa düşüyor, pişmanlığa düştükçe bir daha yiyordum. Döngünün sonu beni varil mi desem, fıçı mı desem; öyle bir yere vardırıyordu hızla. Kendimi tutmam, boğazıma söz geçirmem, midemi teskin etmem mümkün olmuyordu.
O zamanlar müstakil ve bahçeli olduğu için, apartman katında oturanlara karşı hafif mahcubiyete ama sonraları “Aa ne güzel bahçeli ev” nidalarına sebep olan evimizden çıktım, 84 adımla caddeye vardım ki, elektrikler kesildi. Günde üç kere kesilen şeyin adına o günlerde elektrik diyorduk. Sonra günde ikiye düştü, şükrettik, elektrik demeye devam ettik. En son günde birlerde seyrettiğinde bildiğimiz duaların hepsini birden eder, sonunda çok şükreder olmuştuk. Sorsalar adına elektrikten başka her şey derdik, “serin” mesela. Mutluluğumuz uzun sürmedi (hiçbir serinlik çok uzun sürmüyor), kesintiler birkaç sene sonra günde üçlerden dörtlere, beşlere çıktı. Özellikle sondaj kuyularının toprak sulamak için yerin 100 metre altından hunharca su çekmeye çalıştığı yaz aylarında, elektrik artık pazarda satılan bir nesne haline dönüşmüştü. Altın desen, başın ağrımaz.
Şamil, çok konuşurdu. Birkaç defa onun için “ağız ishali” dendiğini duymuş, ilk defa duyduğum bu tabir için bir kere, bunu Şamil’e yaraştırdıkları için bir kere, toplamda iki kere yani, elimi ağzıma götürmüş, kafamı yavaşça öne arkaya sallayarak gülmüştüm. Gerçekten ona ağız ishali denebilirdi. Ama her ishal hastalık sebebi olmayabilir, Şamil’inki de sevimliliği sıkıcılığından daha çok bir konuşkanlıktı. Önce gürültüsü, sonra gölgesi, sonra kendisi gelirdi büyük ayaklarıyla. Yampiri yampiri yürür, futbol oynarken dimdik koşar, o yürüyenle bu koşanın aynı kişi olduğuna başkasını asla inandıramazdınız.
Cumaların, mütedeyyin ve huysuz babası –bunu bir kere daha demiştim– tarafından tezyin edilmiş bahçelerinin eşiğine geldiğimde, Şamil’in sesi şerhan şerhan sokağa dökülüyordu bile. Karanlıkta, onun o büyük ayağı gibi büyük harflerine, kocaman E’lere, dev gibi A’lara, hırıltılı G’lere basmamaya çalışarak yürüyordum, demek isterdim şimdiden bakınca. Basbayağı yürüyordum, çok karanlıktı, yemek vaktiydi. Aç mıydım? Evet.
İçeri girdiğimde Şamil’in “toplanıyoruz”undan kimleri kastettiğini anladım gözüm kandil ışığına iyice alışınca: Samed, Dicle, Selahattin ve S’lerin üzerine basa basa konuştuğu için sesiyle tırnağımın tebeşire değme hissini yaratan Yahya. Cuma’nın maharetli annesi ve ablalarının yemekleri meşhurdu, komşumuz olduklarından dört melek abisi, babası (artık sıfatlarını biliyorsunuz, tekrar etmeyeceğim) ve Cuma’yla epey yer sofrasına oturmuş, kavurma senin ciğer benim demeden yemiştik kaç defa. Yemekten sonra ikram edilen demi tam kararında çaylarla beraber saatlerce televizyona bakar, yatma saatine yakın, neredeyse aynı saatlerde ceza gibi kesilen elektriği bahane ederek müsaade isterdim. Gecenin kör karanlığında, yıllarca yürüdüğüm ev yolunu çok uzaklardan gelen köpek seslerinin eşliğinde, adımlarımı saya saya, tuhaf bir huzur ve doymanın verdiği doyumsuz hazla yürürdüm.
Hepsiyle selamlaştım. Cuma’ya ayrı bir muhabbet gösterirsem yemek için yalakalık yaparmışım gibi hissettiğimden, sıcaktan az, soğuktan biraz fazla biçimde selamımı verdim, selamını aldım. Sofra kurulmaktaydı. Benden biraz daha erken gelmiş Şamil ve tayfasına nazaran, daha çok ev sahibi sayılırdım. Ama anlam veremediğim bir hisle, misafir olduğumu düşünüyor ve benden erken gelmiş bu gürültücü kalabalığın içinde yerim olmadığını vehmediyordum. Sırtımı divana yasladım, yemek sofrası kuruldu ve herkes oturdu. Ben oturmadım. Acıkmıştım, otursam hepsinden çok yerdim ve hepsinden çok yemeye hakkım olduğuna iman etmiştim. Şamil çağırdı önce. “Tokum,” dedim. Cuma’nın komşusuydum, misafirsem o bana misafirliğimi bildirmeliydi ve beni yemeğe o davet etmeliydi. İlk çağıranın Şamil olmasına çok bozulmuştum. Ama esas, Şamil’in ilk çağıran olabilmesi konusunda dehşete düşmüştüm. İnsanlar, diye geçirmiştim içimden, nasıl bu kadar rahat olabilirler? Nasıl bu kadar bağırabilirler ve gittikleri her yeri sahiplenebilirler? Neden ben hiçbirinin içinde hepsi olamıyordum. Neden, Cuma’nın davetine birazdan hayır diyecek ve aç kalacaktım.
Cuma da davet etti ardından. Hayır, dedim. Tokum ben, size afiyet olsun. Misafirdim ve o yemeği yemeyecektim.
Adım Abdurrahim. Siz de bana Abdurrahim deyin. Karanlıkta eve dönerken bazan ağlıyorum. Mihmandarım yok ki, mihman olayım.