Mit ve gerçeklik: Davud ile Krişna

Aslında darbe ve demokrasiye dair bir yığın örnek görmüş bir çağda hepimizin 15 Temmuz ve sonrasının içeriği ve niteliği üzerinde net biçimde anlaşabiliyor olması gerekir. Ama anlaşamıyoruz.

Göksel Aymaz gaymaz@gazeteduvar.com.tr

Gerçekleşme tarzı ve sonuçlarıyla çok konuşulan bir “Yenikapı mitingi” var elimizde. Kamuoyunda Erdoğan ile muhalefet arasında bir “yumuşama”, belki de “inşallah bir uzlaşma” halinin olduğuna dair nerdeyse ortak bir kanı, ya da en azından bir temenniyi geliştirmiş görünüyor. Ne var ki bu tip “uzlaşma” görüntüleri, 15 Temmuz ve sonrasının politik gerçekliği üzerinde bir uzlaşma olduğu anlamına gelmiyor. Şarkıcı Sıla Gençoğlu'nun başına gelenler, bu batıni gerçeğimizi (toplumsal hayatın en göze batar düzeyi olan popüler alanda) zahiri biçimde ortaya koydu zaten. Aslında darbe ve demokrasiye dair bir yığın örnek görmüş bir çağda hepimizin 15 Temmuz ve sonrasının içeriği ve niteliği üzerinde net biçimde anlaşabiliyor olması gerekir. Ama anlaşamıyoruz. O gece darbecilere karşı sokağa dökülen, hayatlarını kaybeden, haftalarca “demokrasi nöbeti” tutan insanların, içinde bulundukları politik gerçeklik hakkında toplumun her kesimiyle aynı fikirde olduğu söylenebilir mi? Bunun cevabını aslında o “demokrasi nöbetçileri”nin kendileri, 20 Temmuz'da Olağanüstü Hâl ilânını sabaha dek sokaklarda kutlamak suretiyle, bizzat vermişti. Olağanüstü Hâl, yani kamusal ve kişisel bütün hak ve özgürlüklerin çiğnenebilir olması, gündelik hayatın sıkı denetim altına alınıp kısıtlanabilmesi vs… Gelişmiş bir toplumda “demokrasi bekçisi” denebilecek bir özne bundan ancak üzüntü duyabilir. Belki zorunlu bir uygulamadır der, bunu bilir, anlar ama bundan mutluluk çıkartmaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi bekçilerinin verdiği manzara tam aksiydi: Darbecilerle hesaplaşmanın meşruiyetini toplumun tüm muhalif unsurlarını susturma tehdidine çeviren, yani siyasal iktidarın kamu aleyhine işletebileceği otoriter bir kararını sevinç içinde kutlayan bir kamu! Son genel seçim öncesinde Ahmet Davutoğlu'nun yaptığı bir miting konuşmasını hatırlıyorum… Anadolu’nun yoksul bir ilinde toplanmış kitleye avaz avaz şikâyette bulunuyordu: “Kılıçdaroğlu asgari ücreti iki bin lira yapacakmış!” Ve yoksul kalabalığın tepkisi: “Yuuuh!” Kitlenin kendi gerçekliğiyle hazin biçimde çeliştiği, böyle kahredeci, böyle delirtici o kadar çok örnek var ki... Bunun neden böyle olduğunun izahı, “Kitleler otoriteye neden bağlılık gösterir?” sorusuna (psikanalizden sosyolojiye, felsefeden siyaset bilimine dek her alanda) verilmiş cevabın bin yıllık külliyatında binlerce sayfa yer tutar. Burada bizi ilgilendiren sonuç şu: İçinde bulundukları gerçeklik, kitleler nezdinde kendisine sadık biçimde anlaşılmıyor. İnsanların 15 Temmuz gecesi sokağa çıkışı, canını ortaya koyuşu ve sonrasındaki “nöbet”ler kesinlikle saygı değerdir, bunu herkes kabul eder. Tartışma konusu yaptığımız şey, bu sokağa çıkışın ve ölümü göze alışın sahip olduğu ya da gerçekleştirmeye çalıştığı politik, dini vs. herhangi bir ideal değil, kendi “işleyen varoluşu”dur, o işleyen varoluş biçimi de bize gerçekliğin kitleler tarafından doğru anlaşılamadığını söylüyor.

İşleyen varoluş dediğimiz şey, kitlelerin, olaylar ve olgular karşısında, gerçekliğe değil, onu ikame eden mitsel bir algıya göre tavır alıyor oluşu, tepkilerinin bu algı tarafından biçimlendiriliyor oluşudur. Mitsel algı, hayatı ve gerçekliği mitoloji, din, söylence, menkıbe, efsane ve masallarda, yani “modern öncesi” dediğimiz anlatı formlarında sunulduğu biçimiyle algılamak demektir. Modern öncesi anlatı formları, ortak yaşam deneyimlerinden metafizik tasarımlar çıkartan anlatılardır, gerçekliğin mitsel bir kurgusunu yaparlar. İnsanın yaşadığı olayları, tarih boyunca yinelenen, sürekli ve hiç değişmeyen şeyler olarak yorumladıkları için, yaşamda olup biteni bir kez ve kesin olarak açıkladıkları iddiasındadırlar. Bu yüzden hep benzer unsurlar ve kalıplar kullanılır. Mesela vazgeçilmez biçimde tekrar eden bir klişe olarak, dünya mutlak biçimde iyilerle kötülerin savaş alanıdır ve daima iyiler kazanır ama bunun için sıradan insanlarda olmayan bazı insanüstü özelliklere sahip kahramana ihtiyaç vardır; bu kahraman tehlike ve çatışmanın yoğunlaştığı bir anda ortaya çıkar ve meseleyi halleder. Böylelikle gerçeklik, yani insanın deneyimlediği ortam, gerçekte açıklama dışı tutulur. Onun derdi zaten açıklamak değil inandırmaktır. Oysa (Shakespeare tragedyalarıyla başlatabileceğimiz) modern anlatılar, Stendhal romanı gibi, Goya resmi ya da Çehov tiyatrosu gibi, olayları, olguları ve karakterleri kendi tarihsel ve toplumsal koşulları, yani bizzat kendi gerçekliği içinde ele alır, anlar ve anlatır. Mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şey yoktur, gerçeklik karşısında aldığı tutumlarla devinen karakterler vardır ve dünya hengâmesi de, iyilerle kötülerin savaşı filan değil, hayatın büyük etiğiyle çatışma halindeki bireyin mücadelesidir.

Tüm varlığı ve motivasyonu geçmişte temellenen mitsel anlatı, rasyonelleşme ile terk edilmişti. Fakat kapitalizmin eleştirmenleri tarafından sıkça dile getirilip pek çok kez de kanıtlandığı gibi, burjuva toplumunun irrasyonel amaçlarını sağlamlaştırmanın tek yolu, etkili irrasyonel araçlardır. Modern öncesi toplumlarda bir “ilkel aldanma” olarak yaşanmış mitselliğin modern çağlarda yeni türden bir “aldanma” olarak ortaya çıkışının sebebi budur ve burjuva toplumunun otoriter türünde en ileri düzeyde uygulanır. Hayatı yaşama ve gerçekliği algılama biçimleri yabancılaşmaya dayalı yaşam kalıpları tarafından zaten dumura uğratılmış olan insanlar, otoriter rejimin uygulamalarıyla gerçeklik hakkında tümden bilgisiz bırakılırlar. Yaşanan hayatın karmaşalarına ilişkin bilgisizlik, içinde yer alınan topluma dair genel bir belirsizlik ve kaygı durumuyla sonuçlanır. Tüm otoriter rejimler de, bilindiği üzere, toplumdaki bu belirsizlik ve kaygı durumunu (yaydıkları korkular ve önerdikleri katı çözümlerle) sonuna dek sömürürler. İlkel topluluklarda doğrunun ve iyinin normlarını belirlemiş olan mitler, modern zamanlardaki yeni görünümlerinde de yine birer gerçeklik ikameleridir. Gerçeklik ikameleri, gerçekliğin dürüst ifadeleri değildirler. Kitleler için, bilinemediğinden ürkütücü gelen dünyaya intibak edebilmenin ve anlaşılmaz gelen bu dünyaya -olumsuz tüm yönlerini hasıraltı ederek- vâkıf olmanın araçlarıdır. Ve sanki bunlar genel olarak kabul edilen şeylermiş gibi göründüğünden, sürüden ayrı düşmemek adına da güven vericidirler.

Bugün Erdoğan ve partisinin temsil ettiği otoriter siyasetin ve onun eşlikçisi kurumların, bürokrasinin, hukukun, medyanın (bilhassa medyanın) söylem ve üslubu, tipik biçimde, tam olarak böyle -açıklamayan, inandıran- bir mitsel anlatı özelliği taşıyor. Son birkaç yıl içinde Gezi Parkı eylemleri, Soma katliamı, Reyhanlı, Suruç, Ankara saldırıları vs. gibi olaylarda bir yığın örneği oldu bunun. O olayların yaşandığı günlerde toplumun meşhur yüzde ellisi, gerçekliğe değil, Erdoğan ve partisinin kurumlarından yayılan “camide içki içildiği” ya da “türbanlı bacı”larına saldırıldığı veya madenci ölümlerinin “bu işin fıtratında olduğu” mitine inanmış ve öyle tepki vermişti. Olaylara verilen kitlesel tepkinin işleyen varoluşu hep buydu, 15 Temmuz gecesinden sonra buna sadece yenileri eklenmiş oldu. Olağanüstü Hâl uygulamaları, Kanun Hükmünde Kararnamelerle yapılanlar ortadayken “Demokrasi kazandı!” demek, tıpkı “Türbanlı bacımıza saldırdılar!” demek gibi mitten başka bir şey değil. Öykü, yine o öykü: Türk milletine (iyiler) garez eden iç ve dış mihraklar (kötüler) vardır. Bu belayı toplum (sıradan insanlar) olarak savamayız, bunu ancak Recep Tayyip Erdoğan (kahraman) başarabilir. Bu izafet çerçevesinde, 15 Temmuz ve sonrasının ana vurgusu olan “milletin hâkimiyeti” ile “milli irade” de kahramanın hâkimiyeti ve iradesi olmaktadır. İktidarın kullanımı daima irade ile inancın bileşimine dayandığından, bu mitsel anlatı da bir irade söylemi olarak kalmayıp, mitselliğin tarihinde hep görülmüş bütünleyici bir faaliyet olarak, bazı simgeler ve törenlerle tamamlanıyor. Demokrasi sıfatıyla tanımlanan “nöbet”ler veya “Tek Vatan/Bayrak/Devlet/Millet” vurgusu için kullanılan “Rabia” işareti bu işlevi görüyor. (AKP iktidarı bu simge ve tören işini, Cumhuriyet'in ulusal bayramlarına alternatif olarak sunulduğu aşikâr olan, Kut-ül Ammare, Kutlu Doğum ve Fetih Şenlikleri gibi kutlamalarla başlatmıştı zaten. Hiç şüphesiz, 15 Temmuz'un da yakın gelecekte, eskinin 30 Ağustos'u gibi, 29 Ekim'i gibi, kendine özgü simgeler ve törenlerle kutlanacak yeni ve alternatif bir ulusal güne dönüştürülmesini pek âlâ bekleyebiliriz.) Yaratılan bu mitsel evrende kitleler, bilemediğinden kendisine ürkütücü gelen dünyaya intibak edebilmek için, sunulan anlatıyı derhal gerçekliğe yeğliyor. Anlatı köpürüyor, şahlanıyor ve en sonunda da, 15 Temmuz başarısız darbe girişimi bir dizi Davud'un sapanla devirdiği Goliath oluveriyor.

Anlatıldığına göre, eskiden büyük Hint Tanrısı Krişna'nın heykeli her yıl dev bir araba üzerinde sokaklarda gezdirilir ve müritleri tanrılarının ayakları altında can vermek için kendilerini bu arabanın altına atarlarmış. Bu araba, insanlar olarak bir dereceye kadar bizim tarafımızdan yaratılmış ve artık bizi ezmeye başlamış çok büyük bir güç olarak otoriter iktidar deneyimini mükemmel biçimde simgeliyor. Uzunca bir süredir Türkiye’de kitleler AKP ile böylesi mitsel bir ilişki içindeler. Yani, baştaki soruya dönersek… 15 Temmuz gecesi demokrasiyi koruduklarını düşünerek tankların önüne fedakârca atılanlar, otoriter gidişatı memnuniyetle karşılayanlar da yine kendileri olduklarından, (hani Nâzım Usta diyor ya “…demeye de dilim varmıyor ama…” diye, işte aynı o duyguyla söylüyorum) ne yazık ki demokratik özneden veya Davud'dan ziyade, Krişna'nın trajik müritlerine yakın duruyorlar.

Gelecek yazıda buna devam edelim.

Tüm yazılarını göster