Mızıka çalan çocuklar için ilkyardım

Altay Ömer Erdoğan'ın Kaos Çocuk Parkı yayınlarından çıkan son kitabı “Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi” raflarda yerini aldı. Şair, kitapta birçok şaire selam gönderirken; içinde olduğu yeri anlamak için bildiği yerleri, bildiği yerlere yazıyor. Kitapta yer alan şiirlere bakılırsa Erdoğan, kitapları arasındaki aranın açılmaması gereken bir şair…

Abone ol

DUVAR - Bir soru sorarak başlayalım. Acaba Nurullah Ataç, Asım Bezirci, Mehmet Fuat gibi isimlerin yöntemleriyle bugünkü şiir ortamına bir müdahalenin olmayışı avantaj mı, dezavantaj mı sayılmalı? Bu tuhaf sorunun nedeni, bir süredir şiirin sürdürülmesini tehdit eden tarzda bir “serbestlik” oluştuğu iddiası. Yeri gelmişken “serbestliğin” şiirin, özellikle de modern şiirin gereksindiği bir durum olduğunu belirtelim. Ama galiba şiir için ve şiir ortamında hem gereken hem de şikâyet edilen “serbestliği” daha iyi anlamak için açıyı biraz genişletmek gerekiyor.

İki binli yıllardan sonra modern Türkçe şiirde oluşan iklimi postmodern kültürel gelişmelerden bağımsız yorumlamak mümkün değil gibi. Bugün şiir ortamında “serbestlik” olarak görülen, aslında merkezin kaybolmasıyla birlikte o boşlukta oluşan çok merkezlilikten başka bir şey değil. Özetle söylersek bugün yazılmakta olan şiirlerin, şairin eğilim ve anlayışı ne olursa olsun temas ettiği kültürel ortam büyük ölçüde postmodernitenin etkisi altında. Günümüzde “bastırılmışın geri dönüşünü” veya hakkıyla kapatılmamış hesapların açığa çıkışını da tanımlayan postmodernlikle yoğun etkileşim içinde şiirler okuduğumuz gibi “geçkapitalizmin kültürel mantığından” daha az etkilenmiş ve odağına modern şiirin poetik değerlerini alarak yazılmış yapıtlar da okuyoruz.

Altay Ömer Erdoğan’ın Kaos Çocuk Parkı yayınlarının “Dip” serisinden çıkan “Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi” adlı son kitabının da ağırlıklı biçimde modern şiirin ekseninde bir toplam olduğunu söyleyebiliriz.

'DÖRT BÖLÜM, 52 ŞİİRDEN OLUŞUYOR'

Daha önce “Kent Düellosu” (1996), “Taş(ra) Baskısı” (2003, “Kan Gölünü Gördü” (2007) adlı kitapları yayımlanan Altay Ömer Erdoğan’ın (1970) ilk şiiri Darüşşafaka dergisinde yayımlanır. Adam Sanat, Agora, Akatalpa, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, Evrensel Kültür, İle, Şiir Ülkesi, Varlık, Yaratım vb. gibi dergiler, şiirlerinin okurla buluştuğu yayınlar olur. Bir önceki kitabıyla son kitabı arasındaki on iki yılı bulan uzunca sürenin de altını çizmek gerekir. Ancak Altay Ömer Erdoğan’ın son kitabında yer alan şiirlerin bir bölümü daha önce Akatalpa, Akköy, Edebiyatta Üç Nokta, Mavi Yeşil, Özgür Edebiyat, Papirüs, Sanat Cephesi, Sincan İstasyonu, Şiiri Özlüyorum, Varlık, yasakmeyve dergilerinde ve Edebiyatta Milas, Bir Dünya Şiir seçkileri ile artcivic internet ortamında yayımlanmış. Şiirlerin bir bölümüyse ilk kez okurla buluşuyor. “Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi” dört bölümden ve elli iki şiirden oluşuyor.

Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi, Altay Ömer Erdoğan, 126 syf., Kaos Çocuk Parkı Yayınları, 2019.

Kitabın adı, Kazım Koyuncu’nun besteleyip söylediği Âttila İlhan’ın “Ben Sana Mecburum”undaki ilk şiiri olan “Askıda Yaşamak”ı hatırlatmasıyla dikkat çekiyor. O kısa ve ama son derece etkili şiiri okuyalım:

Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk

Gece trenlerine binme

kaybolursun,

Sokaklarda mızıka çalma çocuk,

vurulursun.

'KİTAPTAKİ GİDERİLMESİ GEREKEN EKSİKLİKLER'

İkinci baskısında kitabın, mutlaka giderilmesi gereken bir eksikliği var: İçindekiler bölümü. O nedenle kitaba değinirken iç dökümüne yer vermek daha da önem kazanıyor. Kitabın sırasıyla bölüm başlıkları şöyle: “Kurusıkı”, “İkinci Bir Yenilik”, “Görünen Şeyler” ve “İroni Tarlası”.

Kitaptaki bir başka eksikse şairin özgeçmişi. Altay Ömer Erdoğan’ı tanımak isteyen okur, kitabın başındaki “Varlığının bilgisini hiçliğe katmaya çalışıyor. Her yerde ve hiçbir yerde” ifadesinde dile getirilenle yetinmek zorunda, ta ki daha fazlasını başka kaynaklardan öğreninceye kadar…

Şairin kuru ve sıkı bir kalabalıktan “bildirdiği” ilk bölümde yedi şiir yer alıyor. Şu dizeler “Kurusıkı” başlıklı şiirden:

uçurumun derinliği eski, adresi yeni

korkunun ecele faydası yok hem de,

isterim ki bir bakış tarihe gömsün seni

kalbimde dişleri sökülmüş yılan gibi yatan

pussuz pususuz sokaklar kadar rahat

susuzluk denizinde kulaç atan

bir sayfa yalnızlıktan ibaret hayat

ölü bakışlardan yontulan müze

daha ne kadar yürür bu hayalet gemi

siner mi taşralı rehavet üstümüze

bu ağrı diner mi?

boynunda çıngırak gibi asılı kalmasın soru

çiğneyip aşma bendini

kendini koru

koru kendini

Şair “kalbimde dişleri sökülmüş yılan gibi yatan” dediği hayat ağrısından kurtulmak için karıştığı kuru ve sıkı kalabalıktan “ayaktakımıyla” selamlaşıp muhabbete tutuşacağı şiire geçiyor. “Ayaktakımı” başlıklı şiirden bir bölüm:

hipodromlarda ve stadyumlarda yeniliriz gün aşırı kendimize

yılanımızı yanımızda taşırız yalanı boynumuzun borcu

gözlerimiz göl gibiyse bu biraz da geçmişin suçu

üşüdükçe çoğalırız, aslına bakarsanız hep üşürüz

ansiklopedilerde adımız yok ama sokaklar bizim

açlık bizim, yokluk bizim, kavruluruz kendi zehrimizle

almışlar dershaneden vermişler tersaneye

çevirmişler yüzümüzü çok bilinmeyenli denklemlerden

her şeyi bilinen aynası kırık vitrinlere, yine de bilmeyiz

tuz döküp bal yalayanlar koymuş adımızı

paslı bir bıçakla kestikten sonra gömmüşler göbek bağımızı

puslu bir karanlığa bakar bakar uyuruz

sarkar durur çenemizden toprağa bir gönül askısı

'YÜRÜMEK DÜŞÜNMEKTİR'

“Sırf halk kurtulsun diye umutsuz olan” şairin sokak sokak, semt semt kenti ve aynı zamanda kendini dolaştığı yolculuğu rastgele bir kahvehanede ya da birahanede verilen molalarla sürüyor diyebiliriz. “Yürümek düşünmektir” diyor Spinoza. “Flâneur”, Spinoza’nın sözünün izini sürerek, yürümeyi düşünmeye dönüştüren kişilerdir diyebiliriz. Ahmet Oktay da Defter dergisinin 20. sayısında yayımlanan “Flâneur’den Kartografa” başlıklı yazısında “flâneur”le ilgili şunları söylüyor: “Flâneur, Baudelaire'in kullandığı, Walter Benjamin'in içeriğini zenginleştirdiği bir kavram. Baudelaire sözcüğü ‘aylak’ ya da ‘avare’ anlamında kullanıyor. Sözlük anlamı da böyle. Ancak Benjamin, söz konusu aylağın sadece dolaşmakla yetinmediğini, dolaşırken kapitalizmin gasp ettiği, yürürlükten kaldırdığı her şeyi (nesneleri, mekânları, davranışları vb.) belirlemeye, yeni yaşam biçiminin anlamını deşifre etmeye çalıştığını belirtiyor.”

Modern Türkçe şiirin ilk kent gezgini, aylak şairi İlhan Berk’tir. Gerçek anlamda modern zamanların “flâneur” şairiyse Walter Benjamin’in dikkat çektiği gibi Charles Baudelaire’dir.

Kitabın “Kurusıkı” başlıklı ilk bölümde yer alan şiirlerde şair bir kent gezgini, aylak olarak çıkıyor okurun karşısına. Alıntıladığımız dizeler “Asimetrik Paralel” başlıklı şiirden:

su sesi sus esi olmasın için hayata

bir kör sözcük de sen ekle rahata!

ey lambası sönmüş aşk, gölgesiz kıpırtı

beni kendinden uzak bir yakınlık belle

iki elle tutunduğun sığınak sağanağa,

yaprak toprağa ulaşsın diye diye bir ölçü

Şair sözünü bir yandan bu çağda biz de bir kentiz demeye getiriyor… Bir yandan da “limon sıkılmış soda gibi kabarmış” içini dökmek için kuytulara çekilmek yerine kuru ve sıkı kalabalığa karışarak duygu ve düşüncelerini yeni deneyimlerle birleştirmeyi tercih ediyor.

Şimdi bir soruyla devam edelim. Soru aynı zamanda şairin kitaptaki meselesinin açığa çıkmasında da ipucu sunabilir. Öyleyse soralım: Şairin içini kabartan nedir? “Asimetrik Paralel” başlıklı şiirdeki şu iki dize sorunun yanıtı olabilir galiba:

gördüğüm her şey kördüğüm

kördüğüm her şey gördüğüm

'HALKIN SEFALETİYLE GÜNLÜK YAŞAM TARZI ARASINDA BİR UÇURUM VARDIR'

Her türlü yüceltmede olduğu gibi halkın yüceltilmesi gerçekle yüzleşildiğinde hayal kırıklığına ve umarsızlığa yol açabilir. Bu, şairin ilk bölümde altını çizmek istediği önemli sorunlardan biriymiş gibi görünüyor. Teorik doğrularımız pratik gerçeklerle çelişebilir. Halkın yoksulluğuyla, sefaletiyle günlük yaşam tarzı ve tercihleri arasında şaşırtıcı biçimde bir uçurum vardır. Sokaklarda kuru ve sıkı bir kalabalık olarak arasına karışılınca halk, duygu ve düşüncelerimizdeki anlamını yitirebilir, hazırlıklı olmak gerekir.

“Harflerini sokaklardan toplayarak” yazan bir şairin halkın arasına karışarak o kuru ve sıkı, hatta sıkıcı kalabalığı sorun ederek gözlemlemesi, deneyimini şiire aktarması şaşırtıcı değildir. Çünkü halk aynı zamanda şairin çevresini saran bir çemberdir.

Halk bir çemberdir, tıpkı yaşanılan yer gibi. Altay Ömer Erdoğan bildiği yerlerden, içinde olduğu çemberi tanımak, anlamak çabasıyla bildiği yerleri, bildiği yerlere yazıyor… "Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi"nin “İkinci Bir Yenilik” başlıklı ikinci bölümünde şairin ön plana çıkardığı sorun daha çok zaman ve mekânmış gibi görünüyor. Zaman kipi “geniş zaman” “mekân” olarak da otel seçilmiş. Bu bölümün “Geniş Zamanlar” adlı ilk şiirinden kısa bir parça okuyalım:

biz ki zamansızlığımızdan kopup

sararmış fotoğraflara dikilen anıtlarız,

uzağız hem de tuzağız gölgemize

halkın kalbine değmeyen kıvılcım gibi

kenar tutkular eklenir otel yanığı tenimize,

sesi olmayan iki el, üç el zar gecede

yetimiz ama hakkımız da var

tarihsiz yakarılarla öğütülen her hecede,

diyor ki; ayna en büyük düşmanımız

diyor ki ayna; insan kendini biçer ötekinin yüzünde,

evlek alışkanlıklar koyuyor önümüze

cesareti eski bir işaret gibi taşıyarak

göz denilen o ilkel müze...

'ALTAY ÖMER ERDOĞAN, BİRÇOK ŞAİRİ SELAMLIYOR'

Altay Ömer Erdoğan, kitabın adından başlayarak şiirlerde birçok şairi selamlıyor. “Kurusıkı” başlıklı bölümden önce yer alan “Bozuk Plak” şiirinde Ahmed Arif’e selam veriliyor.. İlk bölümde çeşitli vesilelerle Cemal Süreya, Edip Cansever, Gülten Akın, Yunus Emre, Lautremont, Kavafis selamlanan şairler.

Erdoğan’ın şiirleri bağırıp çağırmıyor; ne kendinin, ne başkasının “üstünü başını yırtmıyor”. Ama konuşuyor. Hem de içe konuşuyor. Ne var ne yok konuşuyor… Çünkü konuşacak çok şey birikmiş, biriktirmiş.

salonlarda solo tutkularına yenilen kalabalıktan

alanlarda dalgalanan koro kabalıktan sıyrılmıştık

yazları akşamsefası, kışları portakal çiçeği hüzünleri

bir yüzü poyraz öteki kasaba olan duvarlara asmıştık

kısaydı senden bana uzanan yol, ama uzuyordu bendeki

taşralı bir aşka da, akşama da tutunamamanın yüzyıllık özlemi

onun için elişi kağıdından gurur,

suluboya alışkanlıklar ellerimde

oturmuştuk, eylüldü, bende karanfil senin yanağında bir güldü

masayı hesaba katmamıştık da

hesabı masaya istemiştik asma katta!

'YÜZ KIRK DÖRT KEZ YİNELENEN SÖZCÜK'

“Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi”nin şairi kitapta on dokuz kere kasaba, yirmi beş kere taşra sözcüğünü yineliyor. Yinelemeler çoğunlukla bir özlemin dışavurumudur. Kaldı ki kim koşullarına rızasızca boyun eğmek zorunda kaldığı o sıkıntısı iç karartan taşradan, tafrası eksik olmayan kasabadan kaçıp kurtulma özlemiyle yanıp tutuşmaz? Şairin yinelediği bir başka sözcük daha var. Ama bu defa yineleme aynı şiirde geçiyor. “Görünen Şeyler” başlıklı üçüncü bölümde yer alan “Varolma Eğilimi” adlı şiirde dizeler “hayır” sözcüğüyle başlıyor ve yüz kırk dört kez yineleniyor. Şiirden bir bölüm aktaralım:

hayır, gitmeyi defterden düşürmemek gerek biraz daha!

hayır, bizi büyüten acı kendini küçültmez ama!

hayır, uyanınca bir hiç oluyorum her sabah!

hayır, yağmur bizi de inceltiyor kendinden başka!

hayır, aşk üç dört şiir bırakıyor ardında en fazla!

hayır, aşk denmemeli bu vurdumduymaz sınırsızlığa!

Şair, varlığa ve varoluşa baskıdan, basınçtan başka bir şey getirmediği düşüncesiyle taşranın sıkıntılı, kasabanın tafralı yaşantısıyla kıyasıya bir hesaplaşma içinde görülüyor.

Bununla birlikte gönülsüz de olsa kabullenmenin, koşulların baskısıyla boyun eğmenin, bir türlü hayır diyememenin, kişiliği nasıl sıkıştırıp, ezip, hırpalayabileceği de yansımış Altay Ömer Erdoğan şiirinin gayet düzgün ve berrak “aynasına”. “Radyo Günleri” başlıklı şiirden iki dörtlük okuyalım:

gözlerimizi mutluluk patronları gibi oydular zamandan

bir hayalet gemiye yüklediler alışkanlıklarımızı,

her akşam meçhule doğru hayatlar akan bu limandan

büyülü ayrılık masallarıyla sınadılar toy sabrımızı.

yetmedi sabaha taşımaya susuzluğumuzu taşra rüyası bir akşam

çok derinlerimde bir yerde uzun hava gibi uzadıkça uzuyor,

frekansı cılız bir cızırtıydı aşkımız, ki ne zaman hatırlasam

şirin bir sahil kasabası gibi kırık dökük kalbimde tozuyor.

'ERDOĞAN'IN ŞİİRLERİNDEKİ MÜZİKALİTE'

Şiirlerin sesi kadar öne çıkan bir başka özelliği de müzikalitesi. Altay Ömer Erdoğan’ın şiirlerindeki müziği akustik sazlarla çalınan, kökleri Bizans ve Fars müziğine dayanan Osmanlı’da gelişip yaygınlaşan, günümüzde klasik sanat müziği olarak adlandırılan tarzı çağrıştırıyor. Bununla birlikte şiirlerden, zaman zaman bazı otantik türkülerin havası da yansımıyor değil. Erdoğan’ın şiirlerindeki müziğin akor kaçırmayan virtüöz, nota atlamayan solist terbiyesiyle ustaca icra edildiğini de belirtelim. Muzaffer Kale’ye ithaf edilmiş “Elbise Dolabı” başlıklı şiirden bir dörtlük:

gölgemizi düşürdüğümüz her yer bizimdi

bütün diller hemhâldı yaralarımıza,

ne kadar susarsak o kadar büyük olurdu

kuşlar mevsim telaşları eklerdi aylaklığımıza.

'PASTEL KALEMLE YAZILMIŞ ŞİİRLER'

Her şiirin, her şiir kitabının bir kalemi vardır. Ama elbet her şairin de bir kalemi vardır. Bazı şiirler kurşun kalemle yazılmış olmasa bile o izlenimi verir. Bazı şiirler, kullanması incelik gerektiren dolma kalemle yazılmış gibidir. Bazı şiirler için kullanılması daha da zor kalemlerin tercih edildiği olur. Pastel aslında tabii ki bir kalem değildir. Ancak isteyince neden olmasın? Pastel kalemle yazan şairler de vardır. “Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi”, pastel kalemle yazılmış izlenimi veriyor. Öyle ki yaşamı askıda kalmış birinin sıkıntılarının ancak pastelle yazılabileceğine okuru da ikna ediyor. Aşağıdaki dizeler, “İroni Tarlası” başlıklı dördüncü bölümde yer alan “Askıda Aşk” başlıklı şiirden:

nasılsa bedelini ödedim

bir aşk bana, bir aşk askıya!

Şehir ahalisi olarak halk, taşra ve aşk sarmalında bir kitap olarak değerlendirdiğimiz “Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi”nin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerinde de şairler açıktan ya da örtük biçimde selamlanmaya devam ediliyor. Altay Ömer Erdoğan’ın bu bölümlerde selamladığı şairlerin kimler olduğunu da okura bırakalım.

Erdoğan, epistemik olana da, deneysel olana da açık tutuyor şiirini. Şiirlerde ayrıca dramatik olduğu kadar ironik bir yapı da söz konusu.

Şairin kitaptaki şiirlerden yansıyan ve dikkat çeken bir tavrı olduğunu da kaydedelim. Örneğin bu tavrın tartışanla uzlaşanın, gidenle gelenin, eskiyle yeninin ve benzerlerinin üzerinde karşılaştığı bir köprüyü çağrıştırdığını söyleyebiliriz. Son alıntımız “İnci Ten” başlıklı şiirden:

senin gözlerindeki gitmek var ya ara sıra okunan,

benim ellerimdeki kalmakla uyuşmuyor yazdığım,

anlamlı bir iz bırakmak istiyorum inci tenine,

incitiyor ruhumu yolları sayıklayan bakışların,

tersine akışların başrollerindeyiz yazlık sinemalarda,

çiğdem çitliyoruz geceyi bölen uykusuzluğumuza,

(…)

belki adam eder beni bu sabun köpüğü opera,

belki yıkılırım en ortasına pervasız alkışların,

her şeyi azaltarak çoğalıyoruz bu hoyratlıkta,

en çok kendimden sakınmam gerekirken kendimi,

teneke bağlıyorum kaçan mutluluğun kuyruğuna,

Duygu bükücüsü, düşünce ateşleyicisi, duyarlılık aşılayıcısı gibi tanımlamalar da mümkün, ama aslında taşrada kalmanın, askıda yaşamanın sıkıntısının dile getirildiği “Mızıka Çalan Çocuklar İçin İlkyardım Bilgisi”nde yer alan şiirler gösteriyor ki Altay Ömer Erdoğan, kitapları arasındaki aranın açılmaması gereken bir şair… Son kitabıysa neredeyse tüm dizelerin altı çizilerek tekrar tekrar okunacak nitelikte.

Şiir okurunun dikkatine…

DERGİ

.

Orlando şiir sanat dergisi

Şiir sanat dergisi Orlando ilk sayısıyla şiir okuruyla buluştu. Şiiri dert edinen ve şiir uğruna Amasya’dan yolculuğa başlayan dergide. erdem zaman imzalı ilk şiirde dile getirildiği gibi “her nota var”. Ancak verdiği izlenim sanki görsel ve deneysel olarak tanımlanan şiir anlayışına daha yakın olmak istiyor. Birçok derginin ilk sayısında görülen türden bir “karışıklık”. Sonraki sayılarda yerini daha açık biçimde belirleyecektir diye düşünüyoruz.

Orlando’nun ilk sayısında şiirleriyle yer alan isimler şunlar: Turgay Kantürk, Tarık Günersel, Cihan Oğuz, Erkan Yiğit Kerim Arslan, Mustafa Atapay, Fatma Baçaru, Ozan Baygın, Erdem Zaman, Alper Beşe, Zeliha Cenkci, Nilgün Emre, Mustafa Furkan Öktem, Ruhsan İskifoğlu, Süleyman Sabri Genç, Karakiraz, Karl Krolow, Baki Ayhan T, Betül Tarıman, Neslihan Yalman ve Umut Yalım.