Küçüklüğümün oyunlarını düşünüyorum, henüz elektronik oyunlar, Commodere 64, bilgisayar oyunları yok. Onların yerine bilye - misket, tapa (gazoz kapağı), sakızlardan çıkan resimlerle oynanan (kimin resminin numarası büyük ise diğerininkini alır) ve şu an aklıma gelmeyen kendi uydurduğumuz oyunlar vardı.
Hiç açılmamış, artık nereden buluyorsak, düzgün gazoz kapakları en değerlileriydi. Önünde hayvan resmi, arkasında onunla ilgili bilgiler ya da komik çizimler olan resimler vardı. Büyük numaralı resmi çeken kazanırdı. Resimlerin ayrı bir çekiciliği vardı benim için. Şanslıydım da, çokça biriktirmiştim. Her gün onları saymaktan zevk alırdım.
Yaş dersen, ilkokul son, ortaokul başları olmalı. Sonradan değersizleştiler, ilgim başka şeylere kaydı. Saklanmalı mıydılar? Şart değil. Geçmişe takılı kalmak için kötü bir yol gibi geliyor. Ama evin bir köşesinde, ta o zamanlardan kalma birkaç çizgi roman durduğunu biliyorum.
İçlerinde en beceremediğim ve sevdiğim misket idi. O tuhaf el hareketini ve gülle gibi sert ve düz atışı bir türlü beceremezdim. Rengarenktiler. Her biri diğerinden farklıydı. Işığa tutup döndürdüğünde, bir sürü şekil görür, bir anlığına bu dünyadan uzaklaşırsın.
Farklı farklı türlerde oynanırdı. Aklımda kalan, dizmece. Herkes birer bilye koyardı yan yana. Hatta tartışma çıkardı, senin koyduğun diğerlerininki kadar iyi değil falan diye. Amaç sol en baştaki gülleyi vurmaktı. Vuran, hepsini alırdı. Ortalardan bir yerden vuran, vurduğu yerin solundaki misketleri alırdı. Ama en kuralsız, tartışmalı hatta kavgaya dönüşen oyun bu idi. Çocuklar etrafa saçılan misketleri kapışmak için birbirlerine girer, koyduğu misketi vermek istemeyen olur, bir de gücüne kuvvetine güvenen, kazansın ve kazanmasın tüm misketlere el koyanlar olurdu. Hatta ittifaklar oluşur; baştan anlaşanlar, işin bu noktaya geleceğini bilir, toparlayabildiklerini kendi aralarında paylaşırlardı.
Oyunu ilk bozana “mızıkçı” derdik. Güvenli bir mesafeden “mızıkçı, mızıkçı” diyerek aşağılamaya çalışırdık. Ama çocuksun, toplumun sembolik düzenini tam öğrenememişsin. Mızıkçı, kendisine “mızıkçı” denmesine aldırmazdı, biz de bir süre sonra unuturduk, arkadaşlıklar devam ederdi.
Düşünüyorum, hiç mızıkçılık yapmadım sanki. Aile terbiyesi, sözünü tutma ahlakı? Ya da yaptım ama hatırlamıyorum; o zamanlar o kadar önemli değildi mızıkçılık yapmak.
Ama şimdi bugünden geçmişe bakıyorum, henüz toplumsal kuralları içselleştirmemiş, diğeri üstünde üstünlük kurmaya çalışan, saldırgan, sözünü tutmayan, hatta bunların tam olarak ne anlama geldiğini bilmeyen vahşi hayvanlar gibiydik.
Zamanla büyüdük, toplum içinde anlamlı bir yer edindik, insanların bizi ciddiye alması için birtakım kurallar olduğunu öğrendik. Ancak son bir haftadır Türkiye'de yaşananlara baktıkça, o eski günleri hatırlıyorum. O zamanlar ayıp ile erdem arasındaki farkı bilmiyordum. Şimdi ise, artık ciddiyetlerini yitirmiş yöneticiler, bu duruma düşmüş ülkem ve bizi izleyen tüm dünya adına ben utanıyorum.
Kaybettiğini kabul etmek, erdemdir.
Kaybedenin kazananı tebrik etmesi, erdemdir.
Kazananın tebriği tevazu ile karşılaması, erdemdir.
Ve utanmayı bilmek erdemdir.