Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; Cruyff’un hayaleti. Bazen eski bir bisiklete atlayıp babasının Amsterdam’daki kabrine uğruyor, bazen Barcelona idmanında rondo’ya katılıp sağ ayağının dışıyla bacak arası atıyor, bazen sokakta kaldırım taşıyla duvar pası yapan bir çocuğu kenardan alkışlıyor. Nereye giderse gitsin, futbolun tek gerçek modern kahramanı olarak, hayatın verili ve değişmez sayılan yönleriyle derdi olan herkese ilham vermeyi sürdürüyor…
WEBER VE JOHAN
Futbolcuyu kahramanlaştırmak âdettendir. Hepimizin çocukken büyülendiği, adını haykırdığı, benzemek istediği yıldızlar oldu. Güzel oyun bize Pelé, Maradona, Messi, Ronaldo, Zidane gibi devler hediye etti. 25 Nisan 1947’de dünyaya gelen Johan Cruyff’un farkı ise futbolun tek gerçek modern kahramanı olmasıydı.
Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, kendine dair bilinç ve sorgulama. Futbolun pratik ve teorik bütününü oluşturan üç gruptan söz edilebilir: Oyuncular, teknik direktörler ve futbol düşünürleri. Üç kategoride de ilk beşte sayacağınız tek isim Cruyff. Bir sürü doğrusu ve yanlışı oldu, ama bunları başkaları tarafından yönetilmeden kendi iradesiyle yaptı. Üç Ballon d’Or kazandığı oyunculuk kariyerinde de, Barcelona’ya tarihinin ilk Şampiyon Kulüpler Kupası’nı getirdiği teknik direktörlüğünde de özgünlüğünden ödün vermedi.
İkinci sebep içinse düşünce tarihinden yardım alalım. Sosyolog Max Weber’in 1917 yılında ortaya attığı “désenchantement du monde” (“dünyanın büyüsünün bozulması”) kavramı, yerleşik inançlardan kopup rasyonel açıklamalara geçiş sürecini, yani modernliği ifade ediyordu. Cruyff’un alametifarikası da insanları büyülemek değil, büyüyü bozmaktı. İnsan aklını ve becerisini kullanarak yerleşik ve mutlak görülen yargılarla mücadele edebileceğini düşündü; daha da tuhafı, bunu başardı.
Söylemesi kolay. Modern kahramanlığın da önkoşulları var. Mesela maalesef önce kendi büyünüzün bozulması gerekli. Cruyff ailesi Amsterdam’da De Meer Stadı’nın karşısında oturuyordu. Baba manavdı; küçük Johan Ajax oyuncularına meyve sebze götürüyor, stadyuma girip çıkıyor, çırpı bacaklarıyla bulduğu her yerde her fırsatta futbol oynuyordu. Hayat kolay değil ama güzeldi. Sonra bir gün babası 45 yaşında pat diye öldü.
Annesi geçinmek için Ajax hocalarının evine gündeliğe gidiyor, De Meer’in soyunma odalarını temizliyordu. Aile dostu ve kulübün çim görevlisi Henk amcası, babasının ölümünün ardından annesiyle evlenip Cruyff’un tabiriyle “ikinci babası” oldu. Johan’ın hayatı Ajax’tan ibaretti. Yağmurlu havalarda zeminde biriken suyun temizlenmesine yardımcı oluyor, futbolcuların malzemelerini taşıyordu. Okul yolunda bisikletle mezarlığın önünden geçerken babasıyla uzun sohbetlere dalıyordu. O günlerden geriye parasız kalma korkusu ve babası gibi kırk beşinde öleceği saplantısı kaldı.
HOLLANDA VE “CRUIJFFIAANS”
Trajediyi motivasyona çevirdi. 1955’te Hollanda’da ilk profesyonel futbol maçı oynandığında Johan sekiz yaşındaydı. 1974’e gelindiğinde Rinus Michels öncülüğündeki Total Futbol Ajax’a üç Şampiyon Kulüpler Kupası zaferi, milli takıma ise bir Dünya Kupası finali getirmişti. Başroldeki Cruyff bu inanılmaz yükselişin mucizeye değil akla ve sezgilere bağlı olduğunu biliyordu. Hep çok düşündü ve belki de en önemlisi, düşündüğünü ifade edebildi. Bazen sahadaki el kol hareketleri ve talimatlarıyla, bazense bugün “Cruijffiaans” diye bilinen vecizeleriyle. Karmaşıklığı basite, kutsal görüleni insani olana dönüştürme becerisini dile yansıttı.
Herkes için bir sözü var: İyimser (“Her eksinin bir artısı vardır”), iradesiz (“Doktorlar ya futbolu ya sigarayı bırakmam gerektiğini söyledi, ben de futbolu bıraktım”), işkolik (“Çalıştığım her yerde iş arkadaşlarımın mümkünse bütün gün sadece futbol üzerine konuşmasını ve düşünmesini istedim”), inatçı (“Kendi vizyonunuzla başarısız olmak başkasının vizyonuyla başarısız olmaktan iyidir”), ukala (“Daha iyi anlamanı isteseydim daha iyi anlatırdım”) ve mükemmeliyetçi (“Herhangi bir işi düşük seviyede yapmam mümkün değil”) oldu. Birey oldu.
Çenesi başına bela da açtı. Ajax’ta her şeye karıştığı için takım arkadaşları tarafından kaptan seçilmeyince büyük hayal kırıklığına uğrayıp Barcelona’ya gitti. Yıllar sonra Barça hocasıyken Milan’la oynayacakları Şampiyonlar Ligi finali öncesi hücum gücünü küçümseyip gereksiz yere motive ettiği İtalyanlara 4-0 yenildi. Ama hiç susmadı.
İLAHLARA VEDA
Çünkü hem inandığını söylemenin tadı hiçbir şeyde yoktu, hem de insanlar genellikle çok basit şeyleri bile fark edemiyordu. 74 Dünya Kupası’nda cümle âleme muazzam bir seyirlik sunan Hollanda’nın finalde Almanya’ya kaybetmesi futbolseverleri üzerken Cruyff o maç için sonraları, “Kazansak bu kadar ünlü olmazdık” dedi. Oyunun teamüllerine horozlandı: Penaltıda şut atmak mecbur mu? Paslaşarak kullanalım. Hücumcular illa 7, 8, 9, 10, 11 mi giyer? Bir de 14 numaraya bakalım. Rakip forvet markajdan çok mu iyi kurtuluyor? O zaman adam markajı yapmayalım. Forma kutsal mı? Madem Ajax istediğim sözleşmeyi vermiyor, ezeli rakip Feyenoord’a gidip onları şampiyon yapayım.
Verili olandan şüphelenmek fazlasıyla modern bir marazdı. Barcelona’da oynarken ilk çocuklarının doğumu El Clasico’ya rastladığı için eşiyle ve doktorla konuşup bir hafta erkene aldırdı. Sezaryenle dünya gelen oğlunun adını Jordi koyacaktı ama Jordi, Barselona kentinin koruyucu aziziydi ve Katalan ismi olduğu gerekçesiyle İspanyol hükümeti tarafından yasaklanmıştı. Yetkililerle papaz olup sonunda istediğini aldı. Bir hafta sonra Real Madrid deplasmanından 5-0 zaferle dönünce, Barcelona’nın ikinci azizi oldu.
Halbuki dinî motivasyonu yoktu, hiç olmamıştı: “Dindar sayılmam. İspanya’da maçlardan önce 22 oyuncu da istavroz çıkarıyor; işe yarasa her maç berabere biterdi.” Derdi özgürlüktü. Makul bir isteğin veya düşüncenin tepeden inme bir gerekçe veya yasakla engellenmesine tahammülü yoktu. Düşünce tarzı ve bunu başarıya dönüştürebilmesi sayesinde bir değil iki dev kulübün simgesi haline geldi.
4-3-3 ve 3-4-3 formasyonlarında ustalaştı ve takımlarını başka şekilde dizmedi. “Top bendeyken rakip gol atamaz” cümlesi Ajax-Barcelona ekolünün amentüsü oldu. Kaleciyi pas trafiğine dahil etmek, sürekli pozisyon değişimi, orta çizgiye kurulu savunma hattı, şok pres gibi yeniliklere saha içinden ve kulübeden liderlik etmenin yanı sıra oyunu açılar, zaman ve alan/mekân üzerinden hakkıyla düşünen belki de ilk isim oldu. Tarzıyla modern futbolu belirledi.
SON DÖNÜŞ
Ama modern kahramanın gerçekten modern olabilmesi için gereken son bir hamle daha vardır: Nihayet kendi fikirlerinin de büyüsünü bozma cesaretini göstermesi gerekir. Yıllarca ideal futbol peşinde koşan Cruyff, ABD günlerinde engelli bir çocuğun top oynarken yaşadığı mutluluğu görünce, oyunun en üst düzeyde ve ideal biçimde oynanmadan da anlam yaratabileceğini fark etti. Buradan aldığı ilhamla 1997 yılında Johan Cruyff Vakfı’nı kurdu. Birçok kentte yüzlerce futbol ve basketbol sahası açarak engelliler başta olmak üzere bütün çocuklara spor yapma imkânı sundu.
Ajax ve Barcelona’da resmi ve gayriresmî danışmanlık görevlerinin yanında 2009 yılında son bir hocalık deneyimi için FIFA’nın tanımadığı Katalonya Milli Takımı’nın başına geçti. Buradaki dört gayriresmî maçının ilkinde Katalonya Messi’nin forma giydiği Arjantin’i paramparça edip 4-2 kazandı. 2013 yılından itibaren tamamen vakıfla ilgilenmeye başladı. Dünyanın her yerinde futbol seminerlerine katıldı, en çok sevdiği şeyi yaptı: Futbol konuştu.
Pazartesi Cruyff’un 75. yaş günü. Ama Cruyff 75 yaşına girmeyecek. 68 yaşında Barselona’da akciğer kanserinden öldü. Cenazesi yakıldı, külleri ailesine verildi. Fikirleri ise dünyanın bütün sahalarına serpildi. Modern kahramanlığının en büyük kanıtı bu oldu. Yerleştirdiği ilkeler bugün hâlâ oyunun en ileri versiyonunu temsil ediyor ve aşılıp aşılmayacağı meçhul. Her konuda öyle orijinal cevaplar verdi ki her güncel sorunda, “acaba Cruyff bu işe ne derdi?” diye insan ister istemez merak ediyor.
Pelé kral, Maradona tanrıydı; Cruyff ise bireydi. Kralları ve tanrıları kim istiyorsa alabilir. Ayıptır söylemesi bende biraz bireycilik vardır…