Para gerçekten her kapıyı açıyor. Bu yüzden gece gündüz peşindeyiz, bir yandan da kendi eseri bir nesne tarafından bu denli kuşatılmış, bu denli ele geçirilmiş olması kanına dokunuyor insanın. Paranın kadim saltanatına yöneltilen naif, evrensel itirazın kaynağı bu olsa gerek. Bu itirazların hemen hepsinde kötülükle, haksızlıkla ilişkilendirilir para. Örneğin Stageiralı Aristoteles Politika adlı eserinde ev idaresini (oikosnomoi) para kazanmaktan (hrematistike) ayırır; ilkini geçim sağlama faaliyeti, diğerini sınırsız servet edinme yolu olarak tespit eder. Para kazanmak, ticaret, faiz doğadan değil de insanların birbirleriyle alışverişlerinden türedikleri için kınanacak şeyler arasına koyulur Aristoteles tarafından. Peki, ama ne yaparsak yapalım bildiğimiz dünyadaki hiçbir şey doğa dışı kabul edilemeyeceğinden, doğal olmayanla neyi kast ediyor olmalı Aristoteles?
Aynı yerde, ticaret ve paranın ortaya çıkışına ilişkin yürütülen tartışmadan anlaşıldığı kadarıyla, doğal olan, doğanın kendi kendine yeterlik dengesini yeniden kurma amacına uygun olandır. Demek ki bir bünyenin kendini yeniden üretme amacına uygun olmayan her şey doğaya aykırı kabul ediliyor. Bu durumda ya doğanın her bünyeyi zorunlu olarak yeniden ürettiği ya da bünyenin doğasının aldatıcı bir biçimde bütün doğaya özdeş olduğu kabul ediliyor. Evet, her bünye zorunlu olarak doğanın belirlenimine tabidir, ama bir bünyenin kendini yeniden üretemez hale gelmesi doğaya aykırılık olarak değerlendirilemez. Bu bakış açısından örneğin aşırı karbondioksit salınımının yarattığı küresel ısınmayla çok sayıda canlının varlık koşulunun ortadan kaldırılması doğaya aykırı kabul edilmemelidir. Öyle olsa idi dünyanın her yerindeki mezbahalarda yenilmek üzere her gün milyonlarca hayvanın öldürülmesi ya da toplu konut idaresi tarafından yirmi yıl boyunca esir alınmaları koşuluyla Türkiye’nin evsiz, yoksul yurttaşları için yapılacak konutların temelleri açılırken karınca yuvalarının tahrip edilmesi, milyonlarcasının öldürülmesi de doğaya aykırı kabul edilmeliydi. Dahası bir bünyenin, yapının kendini yeniden üretmesini engelleyecek her iş, doğaya aykırı kabul edilmeliydi ki bu durumda doğanın her bileşeni şu ya da bu biçimde doğaya aykırı kabul edilmiş olurdu. Demek ki doğaya aykırılıkla, doğal olmamakla her hal ve şartta doğa içinde kalacak bir bünyenin doğasına, kendini yeniden üretme amacına aykırılık kast ediliyor. O halde tıpkı Aristoteles’in paraya, ticarete, servet edinmeye atfettiği gibi neden sık sık kimi fenomenlere doğaya aykırılık, doğal olmama sıfatlarını yüklüyoruz?
Doğa, kuşkusuz, iradelerimizi kuşatan kendiliğinden mekanizmaların en tümelidir, bu nedenle doğaya aykırılık olanaklı değildir. Yani insanın beslenmek için her gün milyonlarca hayvanı ve bitkiyi öldürmesi, kapitalist kâr için iklim dengesinin bozulup binlerce türün yok edilmesi, toplu konut idareleri tarafından karıncaların yuvalarının yıkılması, insan topluluklarının ateşli silahlarla birbirlerini yok etmeleri, Amişler’in at arabaları yahut kapitalistlerin köleliği sürdürmenin etkin yollarından biri olarak gördükleri için yakın gelecekte (ellerinde bulundurdukları enerji üretim ve dağıtımı imtiyazlarıyla) kitleselleştirecekleri elektrikli arabalar olsun her türlü teknoloji doğaya aykırı değildir. Kendiliğinden mekanizmaların en tümeli olan doğayı ihlal edecek başka bir fail tespit edilemiyorsa doğaya aykırılıkla ancak görece kuşatıcı kendiliğinden mekanizmaların ihlal edilmesi kast ediliyordur, bunlar da gerçekte doğaya aykırı değildirler. Doğada bu mekanizmalardan, bu bünyelerden milyonlarcası sürekli bozulma, ihlal edilme halindeyken bizim bunların bir kısmına dikkat kesilip, sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi bunlara doğaya aykırılık, doğal olmama sıfatlarını yüklememiz, özü itibarıyla doğal olan bünyelerden kültürü kavrayışımızla, onunla ilişkilenme biçimimizle ilgilidir. Dolayısıyla doğa içi, özgün, kuşatıcı, bu nedenle de göreli kendiliğindenlik kaynağı kültürü doğanın, doğal olanın karşısında konumlandırmada açığa çıkarılmayı talep eden bir hinlik vardır.
Kültürün en göstergesel unsurları dâhil hiçbir şey doğa dışı, doğaya aykırı olarak düşünülemezken bizim bazı şeylerin doğallığına, başka bazı şeylerin yapıntılığına (sonradanlığına) dikkat çekmemize neden olan, kültürle, onun başat unsurları olan toplumsal tertibatlarla ilişkimizdir. Örneğin bir yırtıcının bir otçulu parçalayıp gövdeye indirmesi doğal, kurban bayramlarında Müslümanların yüz binlerce hayvanı öldürmesi doğaya aykırı, kendini yeniden üretemez olan bir insan bedeninin ilaçlarla iyileştirilmesi doğal, kanserle tahrip olup son bulması doğaya aykırı kabul ediliyor. En akıl almaz olanı ise ölümün doğal, ölümsüzlüğün doğaya aykırı kabul edilmesi. Kültürün çok inanılan kendiliğindenliğinin, kuşatıcılığının sınırı, onun faili olan insanın hiçbir insan teki hayatta kalmamak üzere ebediyen yok olmasıdır (Dünya’yı ya da Samanyolu galaksisini un ufak edecek göksel bir vakanın eseri olarak örneğin). Böyle bir olayın gerçekleşmesi halinde doğaya aykırılık sıfatının da ortadan kalkacak olması, bu sıfatın göreli kuşatıcılığının ilk elden delilidir.
Bir var olanı en tümel vasfıyla bilmek, söz konusu tümelin belirlenimsizliğini tekrar etmek anlamına gelir, yani bir şeyi doğal olarak nitelemek onu hiç belirleyememeye denk düşer. Doğal sıfatının barındırdığı belirlenimsizlik, mükemmel bir meşruiyet ölçütü olmasını sağlar bununla birlikte. Dolayısıyla bu sıfat, kültürü, insanı ve dünyasını sürekli kılmaya talip faillerin öncelikli olarak kendi varlıklarını sürekli kılacak her edimin, talebin haklılığını teminat altına almak üzere kullanılır. O halde doğal ya da doğaya aykırı sıfatları kültürel bir tertibatın sürekliliğini haklı göstermek için kullanılıyorlar. Bu sıfatlarla yarıştırdığımız esasen alternatif kültürel (toplumsal) tertibatlar. Örneğin ölümü doğal kabul ederken, aslında ölümü hak/haklı kabul ediyoruz. Haklı ya da doğru kabul ettiğimiz ise, gerçekte (bilinçli/bilinçsiz) insan ve dünyasının mahiyetine ilişkin kavrayışımızdır. Sonuç olarak mevzubahis etmemiz gereken milyonlarca hayvanın beslenmek üzere insanlar tarafından öldürülmesi, karıncaların yuvalarından edilmesi, insan topluluklarının birbirlerini boğazlaması, kapitalistlerin kâr için iklim dengesini bozup binlerce türü yok etmesinin doğal olup olmadığı değil (bunların doğal olduğu gün gibi ortada zira), bütün bunları yapmaya hakkımızın olup olmadığıdır; daha ötesi bunları meşru gösteren insan-dünya kavrayışımızın (dünya görüşümüzün) haklı olup olmadığıdır. Dünya görüşlerinin haklılığı ise esasen, öncelikli olarak gözettiği taşıyıcı faillerin (resmin dışında bırakıldıklarında dünya görüşü anlamsızlaşır) selametine dayanır. Örneğin kapitalizm savunucusu liberalizmin öncelikli olarak gözettiği taşıyıcı failler, kapitalistler yahut liberallerin tabiriyle serbest girişimcilerdir. Dolayısıyla kapitaliste hak olan her şey doğal ilan edilir: İnsan bencil değil, doğası gereği bencildir, zaten kapitalizm de bu nedenle zorunludur.
Doğallık, kendiliğindenlik ya da doğaya aykırılık sıfatları, özleri itibarıyla hak-haksızlık gerilimi üzerinden var olan ve daima taşıyıcı faillerinin haklarını gözeten dünya görüşlerinin söz konusu kurucu gerilimi görünmez kılmak için kullandıkları perdeleyici sıfatlardır. Görece genç bir bilim kabul edilebilecek iktisadın bu sıfatları büyük bir iştahla kullanması (doğal fiyat, doğal ücret, doğal faiz oranı, doğal işsizlik oranı, doğal büyüme oranı ve bunların genellikle piyasa sıfatıyla nitelenen doğal olmayan versiyonları) hiç de şaşırtıcı değil, çünkü gizleyecek çok sayıda haksızlığı konu edinir. İnsan topluluklarının varlıklarını sürdürmeleri için zorunlu görülen asgari seviyelere, oranlara doğallık atfetmek görünürde peşinde olunan kaçınılmazlığı tesis etmeye yetmez. Çünkü insan toplulukları ortadan kalktığı için doğa zorunlu olarak son bulmaz. Dert, mülk sahibi sınıfların servetlerine eklenebilecek azami miktarda serveti mümkün kılacak doğal fiyatların, ücretlerin, faiz oranlarının kaçınılmaz olduğuna, aslında doğru/haklı olanın da bu olduğuna muhatapları ikna etmektir. "Varsın az büyüyelim; çalışanlar, mülksüzler sınıfına karşı bu kadar haksız olmayalım" itirazı yapılamaz olur, doğal olandan sapma, telafisi mümkün olmayan kayıplara neden olur zira. Meselenin servet edinmenin doğaya aykırılığı olmadığı, 2008 finansal krizinden sonra krize neden olan türev finansal araçların hacminin gittikçe büyümesiyle ya da net asgari ücret 1400 lira iken çalışan bir kişinin geçinmek için yapması gereken asgari harcamanın 1880 lira olmasıyla sabittir.
Kapitalistlerin iktidarlarının dayanağı servet biriktirmek için kitlelere reva gördüğü haksızlığa bıçak kemiğe dayanana (doğal sınıra) dek neden tahammül edilsin sonra? Bu doğallık/doğaya aykırılık söyleminin nedeni en hafifinden naiflik olabilir, ama bana kalırsa asıl neden iki yüzlülük, büyük oranda da suç ortaklığı. Bununla birlikte haksızlığın doğal olan/doğaya aykırı olan söylemiyle üstünün örtülemeyeceğini bilen kapitalistlerin servetin başlıca formu olan para üzerindeki tekelleri, topluma haksızlıklarını kabul ettirmelerinin başlıca yoludur. Para üzerindeki tekelin icracıları, Atinalı Platon tarafından ideal devletinde çoban köpeklerine benzetilen bekçiler misali başını bankaların çektiği finansal kuruluşlardır. Bankalar güya tasarruf sahipleri ile yatırımcıları bir araya getiren aracı kurumlardır. Asıl amacın hiç de bu olmadığı yatırımların çoğu zaman milli hâsılaların görece küçük bir kısmını oluşturmalarından kolaylıkla anlaşılabilir (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın Avrupa Merkez Bankası’nın öncülüğüyle hazırlamaya başladığı Finansal Hesaplar Raporu, 2017 yılının ikinci çeyreği itibarıyla Türkiye’nin finansal varlıklarının 10 trilyon lirayı aştığını tespit ediyor; milli gelirin yaklaşık dört katı kadar. Bu varlıkların büyük kısmının faiz oranları nispetinde milli gelirden katma değer çekmeleri beklenir.). Diğer taraftan sanki bankalarla şirketlerin sahipleri farklı kişi ya da gruplarmış gibi yaygın yanlış bir kanı da söz konusu. Kapitalistin insanca yaşam için yeterince ödeme yapmadığı çalışanının onun bankasından borçlanacak olması, modern köleliğin ve aslen finans kuruluşları eliyle gerçekleşen siyasi denetim ve tahakkümün dayanağıdır. Bu zorbalığa karşı geliştirilecek argümanın dayanağı servet edinmenin doğaya aykırı olması ve bunun yol açtığı sürekli krizin korkunç bir tahribat yaratması değildir. Çünkü kölelik sürdükten sonra, hiçbir felaket kapitalistin umurunda değildir, gerekirse kölelerini başka bir gezegene taşır. Yapılacak şey kriz, doğaya aykırılık retoriğine karşı hak-haksızlık geriliminin açıklayıcılığına başvurmaktır. Kapitalistin çoban köpekleri eliyle büyük insanlığı hizaya sokmasının haksızlık olduğu kabul edilmeli ve yapılacak her şey bu haksızlığı ortadan kaldırmak üzere yapılmalı. Bunun sözde kalmaması bence kapitalist işletmelere karşı demokratik işletmelerin kurulmasıdır, bu denli bütünleşmiş bir dünyada demokratik planlama deneyiminin kazanılmasıdır. Unutmamak gerekir ki bu tür denemeler hem deneyimsizlikten hem de karşı karşıya olunan zorbalık yüzünden başarısızlığa uğramaya çok yatkındırlar. Ancak haksıza karşı haklı olanı savunmak hiçbir zaman kolay olan yol olmamıştır.