Modern Türkçe şiirin seslileri – II

Modern Türkçe şiiri kapsayan, birikimi, deneyimi temsil eden bir liste sunmuştuk. Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın ve Behçet Necatigil'in bireyselliklerini, şiir anlayışlarını şiirlerinden örneklerle açıklayacağız.

Abone ol

DUVAR - Başarılı olamasa da yeniliği amaçlamış, bunu denemiş, girişimiyle öncülük etmiş bir şair, başarılı olsa da taklit etmiş bir ardıl şairden, şiir açısından daha kıymetlidir. Geçmişin, birikimin, deneyimin bu konuda verdiği bilgiler dersler de içerir.

Önceki yazımızda, modern Türkçe şiirde yenilikçi ve öncü olmuş on altı şairin yer aldığı bir liste sunmuş ve yaz tatilinde okuma önerisinde bulunmuştuk. Bu arada, “Modern Türkçe Şiirin Seslileri” listesindeki şairlerin yer almadığı her şiir kitaplığının eksik kalacağını düşündüğümüzü de belirtelim.

“Modern Türkçe Şiirin Seslileri” olarak adlandırdığımız yenilikçi ve öncü şairlerin önemlerine değinmeye, neden okunmaları gerektiği sorusuna yanıt aramaya yazımızın bu bölümünde Fazıl Hüsnü Dağlarca (1914) ve Behçet Necatigil’le (1916) devam ediyoruz.

DİL BAYRAKTARI TÜRKÇENİN 'ASKERİ'

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yeniliğinde, öncülüğünde yeteneğinin payı büyüktür. Ancak neticede yetenek bir sebep olduğu kadar bir sonuçtur da. Dağlarca’nın dünya ve hayat, daha da ileriye giderek kozmos karşısında varlık olarak yaşadığı hayranlık, temas ve kontrollü coşku önemlidir. Şairin duyuş ve sezgi gücüne Orhan Koçak şu ifadelerle dikkat çekiyor:

”Öznenin böyle başlı başına bir ‘sensorium’ halini almasına daha önce sadece Fransız şiirinde Rimbaud’da rastlanır. Sonrasında belki sadece Cemal Süreya ve Edip Cansever’de. Tekrarlayacağım, bir erime ve kaynaşma hali değildir bu, ya da henüz değildir. Özne kendini kuşatan dünya içinde eriyecek gibi olduğu anda, dokunma duyusunun yanında, asgari mesafeyi sağlayan görme duyusu da devreye girer.” (“Kopuk Zincir” içinde)

Dağlarca’nın, modern Türkçe şiirdeki öncülüğü ve yenilikçiliğinin bir başka boyutu da dille ilgilidir. Şairin “Türkçem benim ses bayrağım” demiş olması, aslında bu konuda başka açıklamaya gerek bırakmıyor. Madem yeri geldi “Türkçe Katında Yaşamak” başlıklı şiiri okuyalım:

Seslenir seni bana “sonsuz”

Der ki çoğal,

Der ki uzan mutluluğuna

Usun, iyiliğin doğruluğun,

Bir bilinmeyenden bir bilinene dek

Türkçe, varolduğumuz..

Türkçe, nice desem seni,

Onca güzelim.

Görünmek, derinleşmek,

Dolmak;

Seni düşünürüm düşünürüm, yarı karanlıklarda, dal,

Anlarım onca.

Bir bölü beş, bir bölü dokuz,

Bir bölü bin üç!

Ayrılık anlamların öylesine azar azar dağılır,

Ta doğudaki balık,

Duyar kokusunu

Ta batıdaki yoncanın.

Seslenir seni bana yakın uzak,

Yeryüzü mavisinden gökyüzü yeşiline,

Tutsak uluslar var ya, geceler boyu

Onlar için,

Yitik özgürlükler için,

Türkçe haykırmak..

O süre yaradılış dar iken

Düz iken, yassı iken,

Daha'lar,

Daha'lar,

Daha'lar daha'lara karışmış,

Sınırlığın getirmiş yarınları.

Konuşamaz iken, o yusyuvarlakta,

Diyemez iken,

Artısı eksisi almış götürmüş

Toprağın bitkilerden arta kalan sağlığını

Sıcak uzun

Bir kişiler geleceğine.

Seslenir seni bana bir duru su,

İçinde masallar, uygarlıklar saklayan,

Eski ozanlar kazımış ilk yazıları ilk anıtlara,

Yankılanır

Alandan alana, uçsuz bucaksız,

Evren akınlarının uğultusu.

Ama bağışla beni, unutmuşum,

Yıldızını, güneşini, ayını, utanmadan.

Öyle köksüz günlerim gelmiş bozkır çadırlarında çırılçıplak,

Unutmuşum ana demesini bile,

Öykünmüşüm türküsünü ellerin,

Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni.

İşte and içiyorum,

Bütün ölüler adına,

Bütün gençler, bütün doğacak çocuklar adına,

Varacağım deyişine gündüz gündüz,

Varacağım Tanrı'ya dek,

Soluğumda soluğun..

Seslenir seni bana "ova"m, "dağ"ım,

Nere gitsem bulur beni arınmış.

Bir çağ ki akar ötelere,

Bir ak… ki yüce atalar, bir al.. ki ulu oğullar,

Türkçem, benim ses bayrağım...

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Yavaşlayan Ömür” başlıklı ilk şiiri 1933’te İstanbul dergisinde yayımlanır. Bir yıl sonra 1934’te Varlık dergisinde çıkan şiirleriyle adını duyurur. Bundan sonra şiir çevrelerinde ve edebiyat ortamında gözler onun da üstünde olur.

Çocuk ve Allah, Fazıl Hüsnü Dağlarca, 208 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2011.

Dağlarca’nın ilk kitabı “Havaya Çizilen Gökyüzü” 1935’te yayımlanır. Şair 2008’de yaşamını yitirdiğinde, arkasında yüz elliye yakın yapıt bırakmıştır. Dağlarca’nın asıl çıkışı “Çocuk ve Allah” kitabıyla olur. Tema, konu, izlek açısından aslında ilk kitabında olduğu gibi ikinci kitabında da etkilenmeler söz konusudur. Ancak şiir dili, dille kurduğu ilişki yönünden yenidir, öncüdür. Yeniliği dilde belli eder. Bununla birlikte Dağlarca’nın hem kendi kuşağından hem de daha eski kuşaklardan şairleri hızla eskiten tavrını dikkate almak gerekir. Şehrin karşısında köylülüğün, geleceğin karşısında geçmişin önerildiği konu, tema, izleklerin egemen olduğu dönemde, hepsini aşarak kozmosu sunması Dağlarca’yı başlı başlına karşı kutup haline getirir. Varlığı gelecekteki, dildeki ve kozmostaki yeriyle sorunsallaştırması, bununla üstelik felsefe problemi olarak değil, şiir meselesi olarak uğraşması son derece önemlidir.

Dağlarca kırklı yılların başında henüz ikinci kitabı yayımlanmışken Nurullah Ataç’ın belirttiğine göre Varlık dergisinin yaptığı “günümüzde en beğenilen şair” soruşturmasında ikinci çıkar.

'KEMALİST PROJENİN DİL DEVRİMİ'

Fazıl Hüsnü Dağlarca’da söz önemlidir, ama dilin, Türkçenin şiirin uygulama sahası olarak görülmesi daha önemlidir diyebiliriz. Şair Kemalist projenin dil devrimini şiirinin davasına dönüştürmüştür. Onun şiire başladığı yıllarda Türkçecilik akımı yeni değildir, ama dil devriminden sonra bu misyonu en erken üstlenen Dağlarca olmuştur. Onu diğer Kemalist şairlerden farklılaştıran bir başka özelliği de aslında bu tercihidir. “Doğru Yol” başlıklı dörtlüğü Dağlarca’nın şairlik macerasına yön veren düşüncenin röntgeni olarak da okunabilir:

Arı dil

Anlama eşitliği demektir

Anlama eşitliği

Yurttaşlık

'TÜRK DİL KURUMU'NUN YARI RESMİ ŞAİRİ'

Dağlarca’nın şiirsel gelişim sürecinde Cemal Süreya üç dönemden söz eder. (“Şapkam Dolu Çiçekle” içinde) Süreya’ya göre şairin, ilk iki kitabını yayımlandığı dönemi sezgi, duyuş çağıdır. Ondan sonraki üçüncü kitabı “Asu”ya kadar olan dönemiyse geçiş süreci olmuştur. Dağlarca’nın “Asu”yla başlayan dönemiyse Cemal Süreya’ya göre “akıl çağı”dır. Fazıl Hüsnü Dağlarca, üçüncü kitabı yayımlandığında şiirinde değil, ama üstünde taşıdığı asker üniformasını da bir süre önce çıkarmıştır. Ancak deyim yerindeyse bir başka üniforma giyer. Bu defa dilin, Türkçenin askeri olur. Baştan itibaren var olan eğilim “akıl çağı” dönemiyle birlikte neredeyse şairin temel amacına dönüşür. Bundan sonra şair dil devrimine bağlı bir nefer olur. Başlangıçtaki Türkçe savunuculuğu, öz Türkçecilik davasına dönüşerek sürer. Türkçenin sözlü ve yazılı kuralları belirlenmiş bir ulusal dil haline getirilmesi amacıyla çalışmalarını sürdüren Türk Dil Kurumu’nun yarı resmi şairi gibidir adeta…

Fazıl Hüsnü Dağlarca sezginin, duyuşun, aklın dilini bulmak, aradığını Türkçede bulmak ve bulduğunu şiirleştirmek noktasında açtığı kanalla yenidir ve öncü olmuştur diyebiliriz. Dağlarca dili, Türkçeyi varlığını borçlu olduğu bir yüce güç olarak görmüştür. Şiirin uygulama sahası olarak onu, hem üstüne kapanarak savunmuş hem de varlığın kozmosla girdiği sezgisel, duygusal, düşünsel temasını karşılamak için riskli bir sınava sokmaktan kaçınmamıştır. Hem varlığı, aynı zamanda elbette ki kendi varlığını hem de varlığını borçlu olduğu dilini, Türkçeyi test etmiştir. Dille ilişkisi, Türkçeye karşı tutumu, şiirde dili davaya dönüştürmesi, bu amaç için aldığı riskler bakımından şair olarak Dağlarca’nın yeniliği ve öncülüğü açıktır.

ŞİİR İŞÇİSİ ŞAİR

Behçet Necatigil

Dağlarca’da dilin matematiği, Behçet Necatigil’de dilin grafiği dikkat çeker. Behçet Necatigil de Dağlarca gibi aynı yıllarda şiire başlamıştır. Birbirleriyle benzeşen birçok özellik bulunur. Ama “nevi şahsına münhasır” olma gayreti tüm özelliklerinden önce gelir. Dağlarca’nın şiirinde varlık, Behçet Necatigil’de varoluş sorunu önemlidir. İkisinin de kendi kuşakları ve sonraki şair kuşakları içindeki yenilikleri, öncü tavırları bireysellikleriyle ilgilidir. Bunu dahil olmama, belki de dahil olamama olarak da düşünebiliriz. Bir gruba, çevreye ait olamama, ya da bir çerçeveye girmeme, girememe… Dışlanmak değil de kendini dışarıda tutmakla ilgili bir tutum… Çünkü Dağlarca gibi Necatigil de sistemle, cumhuriyet projesiyle, Kemalizmle doğrudan, hatta dolaylı olarak bir çatışma yaşamaz. Dışında kaldığı, dahil olmaktan kaçındığı, sakındığı daha farklı bir meseledir. Mesafe diyebiliriz. Toplumla, zamanla, çağ ve çağın getirdikleriyle ilişkide, dolayısıyla hayatla, dünyayla temasta var olan mesafe… Dağlarca’nın hayran olduklarına Necatigil de hayrandır. Ama hayran olunan karşısında Necatigil’de bir kamaşma, ürküntü söz konusudur. Birinin askeri disiplinle eğitilmiş, diğerininse duygularının, düşüncelerinin edebiyatın rahleyi tedrisinden geçmiş olmasının bununla bir ilgisi var mıdır? Belki, düşünmeye değer…

Behçet Necatigil de aslında, şiire başladığı dönemde hemen hemen kuşağının tüm şairlerinin kendiliğinden Türkçeci olması gibi, Türkçecidir. Ama fark Türkçenin içinde kendi şiir dilini aramaya yönelmiş olmasıdır. Yeni temaları, izlekleri, konuları için bir dil araştırır. Şehir, semt, sokak, ev, aile gibi mekânlar ve ortamlarda bireyin varoluşunu sorun etmek şiir için yenidir. Necatigil şiirde bu yeniliğin öncüsü olmuştur diyebiliriz. “Aile” başlıklı şiiri okuyalım:

Sağ çıkıp günlük savaştan

Evin yolunu tutmuşum

Yemek yedik, çocuklarım uyudu

İniyor üstüme yavaştan

Allah’ın bembeyaz bulutu

Kederlerimi unutmuşum.

Hayatta olduğuma

Seviniyorum şimdi

Kavuştum çoluk çocuğuma

Koltuğuma uzandım, rahatım

Kahvem içime sindi

Başladı gecelik saltanatım.

'MODERN TÜRKÇE ŞİİRDE VAROLUŞ SORUNU'

Bireyin kent ve kent yaşantısıyla olan etkileşimine modern Türkçe şiirde varoluş sorunu odağında yaklaşan ilk şairdir Behçet Necatigil. “Çevre” şiirini örnek olarak gösterebiliriz:

Yarin mendili nakışlı

okşadım ellerimle.

Göz göz üzerimde

çevrenin bakışı.

Çevre ateş içinde

daralmakta çember

biz yanarsak beraber yanarız

seninle beraber.

Çevre tortop

vurur sırtıma sırtıma.

Yüksek dağların orada

çevre yok.

Eski Sokak, Behçet Necatigil, 280 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2008.

'İÇERİ ŞAİR'

Behçet Necatigil bir “iç” ya da “içeri” şairdir de diyebiliriz… İçeri çekilmiş, kaçmış değil, içeriyi oluşturmuş bir şair… Mustafa Öneş, Necatigil’in şair olarak tavrının “başkalarını kendinde yaşayıp kendini başkalarına anlatmak” (“Şiir Kuşatması” içinde) olduğunu belirtir. Aynı konuya Murat Belge de dikkat çeker: “Necatigil’in hayat görüşünde de, şiir tekniğinde de kesintisiz bir içselleşme yönsemi vardır. Şiirinin başka bütün temel öğelerini yöneten de budur.” (“Edebiyat Üzerine Yazılar” içinde)

Necatigil içeriyle dışarının, evle sokağın arasında kalmış bir şairdir aynı zamanda. Ama onun arada kalmışlığı başka birçok noktada da gözlemlenir. Örneğin duyguyla düşüncenin de arasında kalmış gibidir. Onun bir “iç”i varsa bu “arada kalma” durumundan dolayı gelişmiştir diyebiliriz. Sözü de o aralıkta oluşmuştur. Necatigil’in, aynı dönemlerde şiire başlayan kuşağından Cahit Külebi’nin “dön geriye bak” dediği ve bu tavrın, “dönüp geriye bakma” anlayışının egemen olduğu dönemde tercihini “içine bakmak”tan yana yapmış olması da dikkat çekicidir. Necatigil gelenekle ilişkiyi dışarıda değil, kendi “içinde”, varlığında, varoluşunda aramıştır. Aktaracağımız betik “Evler” şiirinden:

Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.

Kimi hayata doymuş göründü,

Bazılara zamana uydular.

Evlerin içi oda oda üzüntü,

Evlerin dışı pencere, duvar.

'ŞİİRE ÇALIŞMAK'

Söylenenin söylenmeyeni, dışa vurulanın içte tutulanı, yazılanın yazılmayanı da kuşatması ve imlemesi, bunun dilsel karşılığının oluşturulması Necatigil’in temel meselelerinden olmuştur. Biçimcilik ve biçim araştırmaları Necatigil’i yeni ve öncü yapan özelliklerdendir. Modern Türkçe şiirin geçmişinde şiir atölyesi ya da işliği olan ve orada uzun uzun mesai yaptığı anlaşılan ilk şair Behçet Necatigil’dir diyebiliriz. Bütün şairler doğal olarak şiire çalışır. Ama bir de şiir çalışmak kadar önemli olan, şiire çalışmak vardır. Tamamen teknik, tamamen işçilik süreci. Bunun modern Türkçe şiirde başka hiçbir şairde Necatigil’de olduğu kadar ön plana çıktığı görülmez. En azından, bu uğraşı bilinmese bile şiirlerinden yansıyan, yapıtlarından bunu rahatlıkla çıkarabildiğimiz şairdir Necatigil.

Şiir işçiliği şiir anlayışıyla da ilgili bir tutumdur. Öte yandan Behçet Necatigil, Orhan Koçak’ın saptamasına göre (“Kopuk Zincir” içinde) arzuladığı teknik başarıyı elde edememiştir. Necatigil’de özel yeri ve önemi olan şiir işçiliğini “anlatamama endişesi”yle birlikte düşünmek gerekir. Onun anlayışına göre içindekini dışarıya çıkarmanın, anlatacağını istediği gibi anlatmanın önündeki engelleri aşmanın teknikten ve işçilikten başka yolu yoktur.

Behçet Necatigil’in yaşamını yitirmeden kısa bir süre önce yazdığı ve 10 Kasım 1979 tarihini taşıyan “Bronskopi” başlıklı şiiri, milenyum çağının özellikle her şeyin kendileriyle başladığını sanan şairlerini düşünmeye yönelteceğini umarak paylaşıyoruz:

Genel anestezi altında

Sağ ana bronşa girildi

Kısmen mobil ve normal mukoza

Açık bronş ağızları, segment ve lob

Sekresyon yok, tümöral bir kitleye rastlanmadı.

Dışarıdan ve sol yandan baskı altında

Sol ana bronş

Rijit bronkoskopiyle görülen bir kısmında

Mukoza normal.

İntrabronşit bir patolojiye rastlanmadı.

Sol plevrada sıvı görünümündeki yere

Torasentez yapılması gerekir.

Hasta bu durumda bir mediasten tümörü

İzlenimini veriyor

İnoperabl bir tümör.

Necatigil’in modern Türkçe şiirin yeni ve öncü şairi oluşunda hiç kuşkusuz ilk sırada sayılacak özeliği biçim, biçem ve içerik konusundaki tavrıdır. Şairin şiiri söz olduğu kadar dil ve teknik bir mesele olarak görmesi ve yeni arayışlara girerek üzerinde herkesten daha çok önemseyerek durması dikkat çeker. Onun bu bakımından da modern Türkçe şiirdeki yeniliğini ve öncülüğünü teslim etmek gerekir. “Her iyi şair de biraz peygamberdir” diyor Necatigil. Öyleyse ihtiyacımız yok peygamberlere; şiir okuyalım…

Modern Türkçe şiirin ‘seslileri’ – I