Modi'nin kalkınma söylemi sürdürülebilir değil
Narendra Modi, Hindu milliyetçiliği ve “kalkınma” meselesini ustalıkla birbirine bağladı. Modi'ye en büyük destek halktan değil, patronlardan geldi.
George Souvlis, Tithi Bhattacharya ile yaptığı söyleşinin ikinci bölümünde Narendra Modi'nin yükselişi ve neoliberal sistemde toplumsal cinsiyetlere yönelik şiddet gibi konular işleniyor. Bhattacharya, Filistin sorunu ve ABD'deki Demokrat Parti'de Bernie Sanders'ın yükselişini de yorumluyor.
GS: 2002’de Gujarat eyaletinin siyasi lideri olduğu dönemde yaşanan katliam esnasında binlerce Hintli Müslümanın öldürülmesi sebebiyle Hindistan’ın mevcut başbakanı Narendra Modi’nin ABD’ye girişine onlarca yıl yasak getirilmişti. Sizce Hintliler, Modi gibi bir milliyetçi neoliberal siyasetçiyi nasıl başbakan seçtiler? Varolan ölçüler dâhilinde konuşursak, Modi’ye karşı hegemonya tesis edebilecek güçler nelerdir?
TB: İlkin şu hususu netliğe kavuşturmak lazım: Hindistan’da Modi’ye seçim esnasında ve sonrasında verilen en güçlü destek, sıradan Hintlilerden değil, patronlar sınıfından geldi. Bu kesim, Modi’nin arkasında sağlam bir birliktelik teşkil etti, örneğin seçim günü borsa tüm rekorlarını kırdı.
Neden? Çünkü Narendra Modi, Hindu milliyetçiliğini “kalkınma” meselesine başarıyla bağlamayı bildi; böylece üst kasttaki “çoğunlukçuluğun şiddeti” denilen, kendine has Hint zehrini evrensel kapitalizm zehrine karıştırdı.
Bu sayede modern bilimi ve (kast sisteminin dışındaki insanlar anlamında) dalitlerle (dokunulmazlarla) kadınlara temel demokratik hakların verilmesine yönelik önerileri mahkûm etti, öte yandan Barack Obama ile birlikte demokrasi ve özgürlüğün mağrur destekçileri olarak Washington Post’ta yazılar kaleme aldı.
İki hususu hatırlamak gerek:
İlki, 2014’te Modi’nin başında bulunduğu BJP’nin toplam oyların yüzde 31’ini kazanmış olması. Bu, Hindistan’da meclis çoğunluğunu teşkil eden en düşük oy oranı. İkinci husus şu: Modi’nin Hindistan için ışıltılı bir gelecek vaat eden “kalkınma” söylemi, nihayetinde sürdürülemez bir nitelik arz ediyor. Burada sermayeye ait bir mit söz konusu. Sonuçta ne ekonomistler daha iyi büyüme rakamlarına kavuşacak ne de çok sayıda insan daha iyi bir hayata...
Bu noktada asıl mesele, Hint işçi sınıfının onlarca yıllık mağlubiyet ve saldırının ardından mücadele edip etmeyeceği. Bu mücadele bağlamında bizim sadece işyeri mücadelelerine değil, Keşmir ve Manipur’da adaletle ilgili olarak süren mücadeleler gibi tüm mücadelelere bakmamız gerekiyor.
Hint devletinin şiddetine karşı verilecek her türden mücadele, ilk çıkışındaki bağlamının dışına taşma potansiyeline sahip. Umudumuz da karşı karşıya olduğumuz tüm bu ihtimallerin mevcut bolluğunda.
GS: Makalelerinizin birinde neoliberal dönemde toplumsal cinsiyetlere yönelik şiddet meselesini ele alıyorsunuz. Sizce ikisi arasında ne tür bir ilişki var? Neden iki olgu arasındaki muhtemel diyalektiği yorumlama noktasında toplumsal yeniden üretim teorisinin yeterli bir analitik çerçeve sunduğunu düşünüyorsunuz?
TB: Bu iyi bir soru, tüm yönleriyle ele alınmayı hak ediyor. Kısa yoldan şu cevap verilebilir: Neoliberalizm, birikim krizine çözüm bulmak için kapitalizmin benimsediği özel bir strateji. Ama sisteme dair bir strateji olarak neoliberalizm zorunlu olarak sermayenin egemen olduğu koşullarda tüm toplumsal hayatı etkiliyor.
Kapitalizmin ekonomi projesi, artı değeri gerçekleştirme projesidir. Kapitalizm, tarih boyunca bu hedefe toplumsal ilişkilerde “tarafsız” olmak suretiyle, asla ulaşamamıştır. Bu nedenle cinsiyet, cinsellik, ırk, fiziksel beceri kapitalist toplumsal ilişkilerin önemli belirleyici unsurlarındandır. Artı değerin evrensel gerçekleşme biçimi ile bu gerçekleşme için gerekli özel politik formlar ve özel somut form arasında dinamik bir ilişki söz konusudur. İlişkisel ve dinamik bir nitelik arz eden özel somut formlar sömürü sürecine bağlıdırlar ve onu biçimlendirirler.
Bu, kapitalizmin neoliberalizm aşamasında toplumsal cinsiyete yönelik şiddete dair yazılarımın genel çerçevesini teşkil etmektedir. Cinsiyete yönelik şiddetteki artışa dair liberal feministlerin yazıları beni hüsrana uğrattı, ben de bu sebeple şu iki soruya cevap bulmak istedim: “neden toplumsal cinsiyet?” ve “neden şimdi?” İkisi arasındaki köprüyü benim açımdan “işgücü”ne dair çözümleme kuruyor.
Toplumsal yeniden üretim teorisi, emtia üretimi (değer) ve işgücünün yeniden üretimi (insanlar) arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartır. Marksizmin önemli tespitlerinden biri de kapitalizm koşullarında tüm toplumsal hayatı bu ikisi arasındaki diyalektik ve çifte ilişkinin nasıl biçimlendirdiğine dairdir.
Cinsiyet meselesine ilişkin olarak benim söylediğim şu: Birikim krizi ile karşılaştığında kapitalizm, üretimi yeniden düzene sokmakla (sendikaları dağıtıp ücretleri azaltmakla vs.) yetinmiyor, ayrıca yeniden üretim sürecine müdahale etmeye çalışıyor. Bu müdahaleyi de işçi sınıfına mensup ailelerin hayatlarını yeniden düzene sokmak için yeni yollar icat ediyor. Bu yolları meşrulaştırmak amacıyla yeni ideolojiler geliştiriyor.
Bu sebeple neoliberal dönem, toplumsal yeniden üretimin ve toplumsal tedarik sürecinin ailelerin sırtına bindirilen yükünü artırdı. Sermaye bu sürece nasıl katkı yaptı? Toplumsal yeniden üretime, barınmaya, eğitime, ulaşıma yönelik kamu desteğinin ortadan kalkması, işçilerin üretim düzeyinde işçi olmaktan muaf tutulduğu anlamına gelmiyor. Önceden devletin sağladığı destek ya belirli ailelere devrediliyor ya özelleştiriliyor ya da büyük çoğunluğun erişemeyeceği bir fiyata satılıyor. Bu da kadın-erkek tüm işçilerin işyerlerinde güçsüzleşmesini ve sermayenin saldırılarına yönelik direncinin düşmesini sağlıyor.
Toplumsal tedarik alanı özelleştirildiğinde, bu işlerin yapılması için birilerinin evde kalması gerekiyor. Bu noktada aileyle alakalı ideolojiler gündeme geliyor; kadın-erkek ile ilgili mecazî kimi yaklaşımlar veya daha yaygın biçimde eski yaklaşımlar, yeni bir bağlam dâhilinde tekrar dolaşıma sokuluyor. Şiddet tohumları tam da bu noktada ekiliyor. Toplumsal cinsiyete yönelik şiddet, erkek kadından nefret ettiği için değil, kapitalizm bu şiddetin koşullarını yaratması sebebiyle yaşanıyor.
GS: Uzun süredir Filistinlilerin adalet davasına hizmet eden biri olarak, iki devletli çözümün İsrail-Filistin çatışmasına makul, uygulanabilir bir çözüm sunduğunu düşünüyor musunuz? Sizce solcu güçler, Filistinlilerin öncülüğünde ilerleyen, İsrail karşıtı BDS (Filistin için İsrail’e Boykot) hareketine iştirak etmeliler mi? Eğer öyle ise neden etmeliler?
TB: İki devletli çözüm önerisinde pratik bir sorun ve mantıksal bir saçmalık söz konusu. Pratik sorun şu hususla ilgili: Her türden adil devlet oluşumu, onlarca yıl süren, mülksüzleştirmeye dayalı şiddetin ardından, yerinden-yurdundan edilmiş tüm Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını tanımak zorunda. Saçmalık da şurada: Siyonist “iki devletli çözüm” önerisinin merkezinde Filistin ve Yahudi halkının birlikte yaşayamayacağı fikri var. Bu iki görüş de Yahudilerin bütünleşme ve mazlumları hariçte bırakma ile yüklü mağrur tarihine ters, ayrıca saçma.
Kanaatimce bugün BDS, Özgür Filistin hareketi için en hayırlı ve en enternasyonalist stratejidir.
Biçim itibarıyla BDS, Filistinli yoldaşlarımızın meydana getirdiği ve bizim savunmak zorunda olduğumuz uluslararası grev hattıdır.
İçeriği ve günbegün yaygınlaşan niteliği ile BDS, anti-emperyalizm politikası dâhilinde faaliyet yürüten her yeni genç eylemci düzeyini eğitmektedir.
Bu tarz bir anti-emperyalist politika, “Siyahların Hayatı Önemlidir” (Black Lives Matter) ve Filistinli eylemcilerin ortaklaşa kaleme aldıkları o mükemmel dayanışma bildirisinde gördüğümüz türden, ülke içine dönük şiddet biçimlerine yönelik direnişlerle birleştiğinde, işte o vakit sermayeye dönük gerçek bir tehditten de söz etme imkânını buluruz.
Kanaatimce sadece BDS’yi büyütmekle yetinmemeli, ayrıca onun kapsamını işyerlerinden cemaat örgütlerine, dersliklerden sınıf mücadelesinin alanlarına dek genişletmeliyiz. Bize lazım olan, kapitalizme, onun ülke dışındaki emperyalist yağmasına ve ülke içindeki ırkçı şiddete karşı oluşan direniş kanallarını birleştirmek.
GS: Demokrat Parti’nin emekçi halkın çıkarına uygun hareket edecek şekilde reforma tabi tutulabileceğini söyleyen solculara katılıyor musunuz? Sanders’ın seçim kampanyasına yönelik tavrınız nedir?
TB: Bernie Sanders’a verilen desteği, onun kendisinden ve örgütsel bağlılıklarından ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Birinci elden tanık olduğum biçimiyle, Bernie’ye bu ülkede destek vermek mümkün. Bernie kaynaklı olan şey, seçime dayalı pasif bir kategori değil, bir hareket.
Ama bunun ötesine bakmak lazım. Bir hareket, yeni alanlarda kök salmak, diğer hareketlerden beslenmek ve büyümek için örgütsel köklere ihtiyaç duyar.
Eğer Bernie Sanders’ın bir anlığına göz kamaştıran bir şey olsa da açığa çıkardığı bu “hareket” karşısında bizim aynı zamanda Bernie’nin bu hareketin büyüyüp kök salması için oluşturduğu örgütün Demokrat Parti olduğunu görmemiz gerek. Bu parti sermayenin partisidir. Hillary-Trump arasında geçen son seçim komedisinin de açık biçimde gösterdiği üzere, Demokrat Parti özünde sermayenin tercih ettiği bir partidir. Böylesi bir parti sermayenin mantığına temelden düşman olan bir hareketin büyümesine neden izin versin ki?
Bu söylediklerimin yanında şunu da tespit etmem lazım: Sanders ile birlikte açığa çıkan o devasa, heterojen, kolektif yapının yol açtığı umut ve neşeyi de görmek gerek. Bu yapı, onlarca yıl kamusal söylem dâhilinde yasaklı kalmış “sosyalizm” sözcüğünün vücut bulmasına imkân sağladı. Bernie’nin etrafında oluşan hareket, aynı zamanda Demokrat Parti’nin yolumuza diktiği yüksek otoriteryan engelleri de bir biçimde dışavurdu. Demokrat Parti’nin toplumsal hareketlerin bir tür mezarlığı hâline geldiğine dair tonla kitap ve makale yazmak mümkün ama bu derslerin öğrenileceği en iyi yerin sokaklar olduğunu bilmek gerek. Kanaatimce Sanders kampanyası, bu türden derslerin yeni eylemci kuşağınca öğrenildiği bir süreci tetikledi.
Bu türden tüm politik dersler, gelecekte filizlenecek birer tohumdur. O gelecek henüz yazılmış olmayabilir ama önemli olan, zaten o gelecek geldiğinde neyin yazılmayacağını öğrenmektir.
Makalenin aslı iştiraki blogunda yayınlanmıştır.