“Yenilmiş devrimler Paris’e gömülür.”
Nestor Makhno
Ağır çekimde, 30-40 saniyelik bir sosyal medya görüntüsü. Görüntünün arkasına, Dr. Alban’ın bass gitar yürüyüşleriyle meşhur No Coke(1) parçası editlenmiş. Görüntüde, pembe, mor ışıkların altında kaşık havası oynayan, ve dış görünüş itibariyle Rus-Ukrayna hattındaki Slav milletlerden birini andıran bir kadın. Görüntü bir Twitter kullanıcısı tarafından “şu işveye şu cilveye bak…” notuyla paylaşılmış. Akabinde, ilgili Twitter postunun altında geniş bir erkek muhabbeti: tarlayı satıp gazinoda yiyen ebeveynler ile empati kuranlar, annesinden helallik isteyip bu kadının yoluna ölmeye gidenler, bu uğurda köpek olacak olanlar, büyük resimde KGB operasyonunu görenler, burada bile durulmayan Türkler Vs. Kürtler çatışması ve elbette Haraşo kadınlar, Kara Murat erkekler stereotiplerinden türemiş salya sümük arzular, fanteziler.
Sonra belirli bir noktada feministler ve hukukçular bu tweet ile alakadar olunca, düşük yoğunluklu bir tartışma başladı. Hukukçular, görüntüdeki kadının reşit olmadığı üzerinden, feministler ise tweeti atan kullanıcının cilve dediği şeyin, aslında pasaportunu gasp edip onu orada çalışmak zorunda bırakan, onu istismar eden erkeklere karşı büyük bir öfke ve hınç olduğunu söylediler.
Bu tartışmayı, görüntünün çekildiği mekan, işletmeciler ve kaşık havası oynayan kadının kimliği ve menşeine ilişkin başka bir merak dalgası takip etti. Önce mekan ve onun sahibi ayan oldu ve pavyoncunun Beştepe mahfillerinin bilinen bir ismi olduğuna ilişkin Twitter aleminde bir uğultu koptu. Sonrasında, kaşık havası oynayan kadının Bio’sunda 17 yaşında yazan Ukraynalı bir kadın olduğu (bunu hemen değiştirip 19 yaptığı), Polat ailesini çağrıştıran saçılmış paralarla dolu yataktaki fotoları ve bu fotonun üzerindeki, “Limuzinde ağlamayı tramvayda ağlamaya yeğlerim” notu gündeme düştü…
Tüm bunlar bir yana, zaten kendisi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz bu kadın ve hikayesi hakkındaki tartışma, kadının gözleri ve duruşu üzerinden bilhassa bakışlarına sabitlendi. Cumhuriyet’in 100. yılı kutlamalarının altında kalsa da alttan alta süren, bakışların semiyografik ve ikonografik okumasında temelde iki iddia var: Bu kadın istismar edilmiş, öfke dolu masum bir kadın vs., bu kadın bir işve gurusu.
Tıpkı, Monalisa’nın bakışındaki büyünün, hüzün, neşe, cilve gibi duyguların ayrıştırılamamasından kaynaklı müphemlikten ortaya çıkıyor olmasına benzer bir durum.
Bu işve ya da nefret okumasına karşı üçüncü bir okuma açmak istiyorum. Öncelikle, bu kadının gözlerinde öfke var onu işveli kılan da zaten burası. Yani bedenen hemen şurada duran, elini uzatsan değecekmişsin gibi görünen ama gözlerle örülen aşılamaz mesafe. Ama kadının, yüzünde tek bir duygu yok. Kadının aklından sürekli bir şeyler geçiyor ve aklına gelenlerin gölgesi kadının yüzüne düşüyor. Ama her şeye rağmen, tüm bu mimikler, bakışlar, ifadelerin toplamı bence neşe. Bu neşeli bir kadın. En azından o anda keyfi yerinde. Ne yaptığının farkında, ortama hakim, belki biraz çakırkeyf ama kafası berrak. Neyle karşı karşıya olduğunu biliyor, ama onun karşısındakiler neyle karşı karşıya olduklarının farkında değiller. Kadın da zaten bu yüzden neşeli, onu avlamaya gelenleri, avlayıp çöplerinden de yem yapacak.
Bu kadın neşeli, ne yaptığının farkında, kafası berrak. O artık, ne Kiev’de Odessa’da ya da doğum yeri olduğu söylenen Kharkov’da Sosyal Hizmet’ten 5 kuruş fazla almak için, devlet büyüklerine rüşvet verip Çernobil maluliyetinin maaşını arttırarak hayatta kalmak zorunda olan ailenin kızı(2); ne de Ukraynalı faşistlerle Putin otokrasisi arasındaki sidik yarışında bombalanmış harabeye dönmüş bir ülkenin vatandaşı. Evi gerilerde kalmış, yurdu da. Şimdi Angara’da, karşısında “lang o’lum, bebeler, annüyün mü” filan diyen, havuç kesim pantolon, babet çorap ve loofer ayakkabı giyen bir kerizler topluluğu var.
Burada neşeli olan şeylerin, çok azı para, dans ve eğlence ile ilgili. Kadına keyif veren şey bu tertibat içerisinde erkeklerin silkelenmekten başka bir yolunun olmaması. Bu kadın neşeli, çünkü işte bu kerizler kendini dünyanın en uyanık, en güçlü, en muktedir, en zengin erkekleri sanıyorlar. Oysa karşılarında bir Komodo ejderi var. Taksimetre açık belki de kadının yüzüne düşen gölgeler mekanik bir sayacın hareketleri. Bu bıçkınlar, şimdi gerçekten Angara bebeleri ve bu kadının karşısında far görmüş tavşan kadar şanslılar.
Kadın bunu biliyor, pavyonların mikro hegemonik alanlarında bu bilgi, kadını büyük bir iktidar öznesi haline getiriyor. Ve buradan başlayarak, kadın burada oyunun kuralını koyuyor, mesafeyi belirliyor ve bu oyunun sonunda, erkeklerin pabuçları ellerinde, dilleri dışarıda anca Bestekar’da ya da Esat’ta bir çorbalık kadar canları kalıyor.
Buradan devam edersek, bizim anlamakta güçlük çektiğimiz ya da bize yabancı gelen mesele işte burası. Gazino/pavyon tertibatı içerisinde, insanlar çoğunlukla paradan daha fazlasını yani bizzat hayatlarını ve bedenlerini harcarlar. Hayat, yaşamın bizzat kendisi olabileceği gibi, bir tarla olabilir, evdeki düğün altınları olabilir, kefen parası olabilir, normal halinde seyreden bir işletmenin sermayesi olabilir, ya da zamanı geldiğinde masaya onu sürmekten başka bir şeyi olmayan bir kabadayının bedeni olabilir. Yani hayat, Ali Şeriati’nin İsmail dediği en kıymetli olandır. Ama tüm bunları geçer akçeye dönüştüren, harcanmak üzere tedavüle sokan şey konsomatris bedenidir. Yani konsomatris o tertibatın içerisinde, kendi bedenini bir sermayeye dönüştürmekten ziyade, erkeklerin bedenlerini ve hayatlarını sermayeye dönüştürme yeteneğine sahip bir simyacıdır. İşte bir randevu evinden, genelevden, rezidanstan, garsoniyerden farklı olarak burada olan şey, kadının, erkekleri harcamaya dönük bir iktidarı elinde tutabiliyor olmasıdır. Kadının, erkeklerle oynayabilmeye ilişkin birtakım mekanizmalara sahip olmasıdır. Yani gazino bir devletse (ki devlet devran ve şans demektir) kadın oranın darphanesini yöneten kişidir.
Daha önce gene Duvar için yazdığım bir yazıda, alkol tüketimi ve erkeklik arasındaki karnavelesk ilişkiyi Fransızca etimoloji üzerinden şöyle ifade etmeye çalışmıştım:
Günümüzde Meyhane olarak bilinen, Emile Zola’nın gerçekçi romanı, 1930’larda İsmail Müştak Mayakon tarafından çevrildiğinde, kitabın ismi Türkçeleştirilmemiş, Asomuar olarak bırakılmıştı. Halit Ziya Uşaklıgil kitaba yazdığı kısa önsözde durumu şöyle anlatıyor:
"Asomuar: ifrat ile dövmek, kafasına vurarak öldürmek ve boş, bol lâflarla sersemletmek manasına gelen assommer mastarından müştak, hayvanları öldürmek için başlarına vurulan topuz demektir. Aynı zamanda fena cinsten müskirat satan aşağı sınıftan yerler için de mecazen kullanılır. Bunlar da bir nevi maktel -ölüm yeri- demek olduğundan, muharrir kitabın başlıca mevzuu olan meyhane için bu namı kullanmıştır. Mütercim, bu kelimenin Türkçesini araştırmaya yeltenmemiş, aynile almış ve pek isabet etmiştir."
Aşırı (ifrat) dövmek, kafaya vura vura öldürmek, hayvan öldürmek için kullanılan topuz, boş laf ile sersemle(t)me ve kalitesiz içkiler (müskirat) satılan batakhane, meyhane, gazinolar (bir nevi ölüm yerleri)… Herhalde erkekler dünyasında, batakhane ile barok arasında gezinen ölümcül karnavaleski, hem semiyotik hem de etimolojik olarak böylesine zengin, canlı göstergeler ve çağrışımlarla izah eden bir başka kelime daha yoktur.
Taşra gazinoları ile ilgili saha çalışması yaparken, konsomatrislerin gazino ile ilgili kullanmayı en çok sevdiği metaforların başında adam mezbahada kelle koparma geliyordu ki, bunun anlamı, ahmak müşterinin hesabının türlü numaralarla kabartılması ve alabildiğine ezilmesiydi. Günümüzde erkeklik çalışmalarının en önemli başlıklarından birisi, erkeklerin kadınlara çektirdikleri kadar, kendilerine ve birbirlerine karşı verdikleri amansız mücadelenin sonucunda yaşadıkları gereksiz eziyettir. Pınar Selek buna kısaca, sürüne sürüne erkek olmak diyor ve ekliyor, erkeklik en çok erkeği ezer. Benzer temaya, Serpil Sancar’ın ve Nadire Mater’in erkeklik üzerine yazdıklarında da rastlarız.
Çünkü taşranın erkekleri, modernliğin asudeliğini vaad eden fragmanların içinde, karnavalesk bir şekilde, zengini, müşfiği, hovardayı, kabadayıyı performe ederken harcarlar ve harcanırlar. Gazinonun tertibatı bunun üzerine kurulmuştur.
***
Dolayısıyla, elbette bu Ukraynalı kadın erkeklere karşı öfke doludur. Yalnızca, Angaralılara değil, Çernobil’dekilere, sonra malüllüğü milim milim ölçüp insanları çöpe dönüştüren sosyal hizmet sistemine ve her şeye karşı bir öfke doludur. İşveli bakışları ise onun keskin bıçağıdır.
Bu bakışlar olmasa da olur. Oldu ve oluyor da zaten yalnızca bu süreç erkekler için daha acı verici olur.
Ama Ukraynalı kadın, keyifli, artık Sosyal Hizmet'ten yardım almaya çalışan annesini bekleyen küçük kız değil, Ukraynalı faşistlerle Putin otokrasisinin çapraz ateşi arasında kalmış ergen de değil. Angara’da ve komodo ejderinin dişlerinden daha keskin bir yüz ifadesi var, geceler kanlı geçecek, Angaralıların kellesi kopacak. Kaşık havası oynayan kadın en azından bir süre tramvayda değil limuzinde ağlayacak, sonrası sonra. Çünkü, kaşık havası oynayan kadın, Kafkasyalı derebeylerin punduna getirip düello süsü vererek öldürdükleri Puşkin’in dediği gibi buraya “ne kendi isteğiyle geldi/ ne de soylu bir atın sırtında”(3).
NOTLAR:
(1) https://www.youtube.com/watch?v=4uPDfuC3Jck
(2) Adriana Petryna’nın Life Exposed isimli çalışması, Biyo-Vatandaşlığın Çernobil sonrası, Ukrayna'yı nasıl ele aldığını çok ayrıntılı anlatır.
(3) Ezginin Günlüğü, Puşkin’in “Bilinmeyen Ülke” isimli bu şiirini şöyle bestelemiştir: https://www.youtube.com/watch?v=2HRZpytAmB4