Monika Maron: Akıllı birer hayvan olduğumuzu kabul etmekte zorlandık

Yazar Monika Maron ile edebiyat üzerine konuştuk. Maron, "İnsan yaşadıklarına bir neden bulmayı, hayatını bir hikayeye dönüştürerek anlamlandırmayı ister" dedi.

Abone ol

DUVAR - Almanya’nın önde gelen yazarlarından Monika Maron’un bugüne kadar üç romanı Türkçeye çevrildi. 'Animal Triste' Mustafa Tüzel, 'Acayip Bir Başlangıç' ile 'Uçucu Kül' romanları ise Zehra Aksu Yılmazer tarafından dilimize kazandırıldı. Alef Yayınvevi tarafından basılan romanlar birden çok baskı yaptı.

Maron’la Berlin’de evindeki buluştuk. Yazar Berlin’in Schöneberg semtinde yaşıyor. Buranın Batı Berlin’in öteden beri önemli merkez semti olduğunu söyleyebiliriz. Ama yazarın çocukluğu ve gençliği şehrin bambaşka semtlerinde geçti. 1941 yılında yine Berlin’de, bugün göçmenlerin yoğunlukla yaşadığı bir semt olan Neukölln’de doğan Maron, 10 yaşına bastığında sosyalizm inancı nedeniyle Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yaşamayı seçen annesiyle birlikte 1961 yılından itibaren bir duvarla ikiye ayrılan Berlin’in doğusuna geçer. Burada büyür. Ancak 'Uçucu Kül' adlı ilk romanı, bir rejim eleştirisi olduğu için yayıncı bulamaz ve kitap 1981 yılında Batı Almanya’da basılır.

Maron en sonunda da eşi ve oğluyla birlikte 1988’de, yani Berlin Duvarı’nın ortadan kalkmasından bir yıl önce Batı Almanya’ya geçer. O tarihten itibaren de çok sayıda kitaba imza atar, Kleist Ödülü gibi önemli ödüllere değer görülür. Bu iki ülke, iki Almanya deneyimi ise romanlarının daima en önemli konuları olur.

Sayın Monika Maron, sohbetimize tam da yaşam öykünüzle metinleriniz arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışarak başlamak istiyorum. Yazarın biyografisinin ön plana çıkması konusunda temkinli olmayı tercih etmekle birlikte, yine de büyük metinlerin çok sık yazarın biyografisinden beslendiğini de söylemek mümkün. Bu sizin için ne oranda geçerli?

Temelde her yazarın yaşam deneyimden, dünya görüşünden hareketle metinlerini yazdığını düşünüyorum. Sonuçta yaratıcılığınızı bir boşluktan, boş bir alandan kapamıyorsunuz. Deneyimlerinizden, okuyup düşündüklerinizden ve tabii ki biyografinizden yararlanıyorsunuz. Bence bunu böyle yapmayan yazar da yoktur. Belki biyografinize yabancılaştırarak, çok gizli bir şekilde de yapabilirsiniz bunu…Ki bu benim için geçerli bile değil. Yani, sonuçta yazar kendi yaşamından ve yaşadıklarından hareketle yaratır.

Animal Triste, Monika Maron, Çevirmen: Mustafa Tüzel, 160 syf., Alef Yayınevi, 2016.

Özellikle Türkçede de bilinen üç eserinize sözü getirmek istemiştim bu soruyla. 'Animal Triste', 1996 yılında Almanya’da piyasaya çıktığında çok konuşulan bir roman oldu. Doğu Berlin’de yetişmiş bir kadınla Ulm kentinden yani Batı Almanya’dan gelen bir adam arasındaki aşk ilişkisi bu. Anlatıcı kadının son büyük aşkı, unutamadığı tutkusu… Siz bugün nasıl bakıyorsunuz bu romana? Belki romanın bu çok ilginç ismiyle, 'Animal Triste’nin ne anlama geldiğini anlatarak başlayabiliriz.…

Antik metinlerden alıntıladığım bir ifadeden geliyor bu isim: İnsanın sonuçta cinsel birleşme sonrasında hüzünlü bir hayvan olduğunu anlatan bir söz bu. Sevişmeden sonraki bu hüzün bu kitabın da temel hikâyesi. Bir yandan da Doğa Tarihi Müzesi’nde sergilenen Brachiosaurus türü dinozor iskeleti önemli bir rol oynuyor- ki bununla hikayedeki hayvanın rolü de anlatılıyor. Aşk hikayesini anımsayan kadın müzedeki dinozorun iskeletinden sorumludur, adam ise karınca bilimi uzmanıdır. Yani iki düzlemde birbirlerinden ayrılan dünyaların bir araya gelmesi söz konusu: Bunlardan biri Doğu ile Batı Almanya, diğeri ise çok farklı bilim dalından uzman kişilerin dünyası.

'ÖZGÜR BİR ÜLKEDE BÜYÜMÜŞ OLSAM NEYİ, NASIL YAZARDIM?'

Roman, ben-anlatıcı kadının bize çok yaşlı olduğunu anlatan şu cümleleriyle başlıyor: “Ben yavaş yavaş ölüp gitmek için yaratılmış değildim, çok iyi biliyordum bunu. Şimdi yüz yaşındayım ve hâlâ yaşıyorum. Belki de henüz doksan yaşındayımdır, emin değilim, belki de gerçekten yüz olmuşumdur.” Kadın yaşı konusunda hafızasına güvenmese de çok berrak resimlerle evli bir adam olan Fritz’e duyduğu aşkı anlatır. – Kendisi ise eski eşiyle ilişkisini çoktan bitirmiştir. Artık tam nerede yaşadığını bilmediği bir kızı vardır. – Sık sık geçmişe döner. İkinci Dünya Savaşı’yla başlayan çocukluğunu hatırlar. Bugün, 28 yıl aradan sonra böylesi bir kadını yazar mıydınız? Yaşlanmayı böyle yazar mıydınız?

Tabii ki yazardım. Yaşlandıkça – ki ben de artık epey yaşlıyım – ölüme daha çok yaklaşıyorsun. Elbette yaşlanmanın düşündüğünüzden daha farklı bir şey olduğunu da görüyorsunuz. Bir yandan da yaşlılık size hayatı bir bütün olarak değerlendirme fırsatını sunuyor. İnsan yaşadıklarına bir neden bulmayı, ona bir anlam vermeyi, böyle bir anlam olmasa bile, hayatını bir hikayeye dönüştürerek anlamlandırmayı ister.

'Animal Triste' romanına gelecek olursak: Demokratik Almanya Cumhuriyeti ortadan kalkmıştı. Bense o güne kadar hep ortadan kalkan bu ülkenin etkisiyle yazmıştım Yani Doğu Almanya’nın üzerimdeki etkisi o kadar baskındı ki ona bakmadan edebi bir metin yaratmak mümkün değildi sanki. Fakat sonra, şunu sormaya başladım: Doğu Almanya gibi bir ülkede yaşamamış olsam, yani özgür bir ülkede büyümüş olsam neyi nasıl yazardım? Böylece bir aşk romanı yazmak istediğimi anladım. Derken 'Animal Triste' ortaya çıktı. Sonrasında ise 'Pawel’in Mektupları' adlı kitabı, yani ailemin hikayesini yazdım. – ki bunu da herhalde eskiden olsa yazamazdım…

Gerek 'Animal Triste' gerekse de 'Acayip bir Başlangıç' romanınızda iki Almanya önemli bir yer kaplıyor. Ancak bu kırılgan tarihe rağmen, insanların kaderleri dramlar şeklinde anlatılmıyor. 'Animal Triste’deki ben anlatıcı İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonraki çocukluk yıllarını komşularının oğlu Hansi ile başı kopuk bir oyuncak bebek ve ölü farelerle nasıl evcilik oynadıklarını hatırlayarak anar. Bu kısacık ama etkileyici sahne ile savaşın açtığı yaraları çok iyi kavrayabiliyorsunuz okur olarak. Şunu diyebilir miyiz: Monika Maron büyük tarihi olayları ve kırılmaları roman kahramanlarının biyografilerindeki küçük anlatımlarla detaylarda görünür kılıyor.

Evet, sanırım doğru bir tespit bu. Özellikle küçük detaylarda absürt olanı çok daha iyi belirginleştirebiliyorsunuz. Yani oyuncak bulamadıkları için ölü farelerle oynamak ve bu ölü fareleri de aslında tavşan zannetmek gibi. Çocuklar oynadıkları şeyin fare olduğunu bilseler bundan iğrenirlerdi herhalde…

Aslında hiçbir şeyleri olmayan çocuklar…

Evet. Ama şöyle düşünüyorum: Biz bunu böyle hissetmiyorduk. Savaşın içine doğmuştuk ve bunu hayatın normali olarak görüyorduk.

'İNSAN HER KOŞULDA MUTLULUĞU YA DA MUTSUZLUĞUNU ARAR'

Romandaki ben anlatıcı bu yokluk yıllarının aynı zamanda çocukluğunun en güzel yılları olduğunu söyler.

Dediğim gibi, insanların normaliydi bunlar. Barış zamanları için sefalet gibi görünen durumlarda da insanlar mutlu anları arayıp bulurlardı ve bu durum bugün neredeyse imkansız gibi görünür gözümüze. Ama eğer bu bildiğiniz tek gerçeklikse, o zaman mutluluk anlarınızı da bu gerçekliğin içinde ararsınız. Yani çocuklar için harabelerde oynamak mutluluk vericiydi, maceralıydı, belki yasak olduğu için de çekiciydi. Yeterince yiyeceğinizin olmaması ve neyin lezzetli olabileceği gibi… Mesela tereyağlı bir dilim ekmek çok lezzetli olabiliyordu. Farklı bir hayattı. İnsan insandır ve her koşulda mutluluğu ya da mutsuzluğunu da arar.

İki ülkeli olmayı, iki Almanya’da birden kazanılmış yaşam deneyimini sizin ve Berlinli diğer başka yazarların metinlerinde sık sık görmek mümkün. Hatta bu konuları işleyen ilk yazarlardan birisiniz. Özellikle 'Animal Triste' romanınız önemli bir örnek. Ama bu romanda Doğu Almanya ya da Doğu Almanya’daki zaman aslında tam ismi konmadan anlatılıyor. Hatta tuhaf zamanlar olarak da tarif ediliyor yer yer, öyle ki sanki tesadüfen bir şey gerçekleşmiş ve bir süre sonra da bitmiş…

Sanki bir nevi gerçek dışı bir şey gibi…

Evet.

Ben 1988’e kadar eski Doğu Almanya'daydım. Duvar yıkıldığında zaten bir buçuk yıldır Hamburg'da yaşıyordum ve ondan önce de Batı’ya sürekli seyahat etmiştim. Bu iki dünyayı tanıyor olmayı bu yüzden edebiyatım için bir şans olarak gördüm. 1988’de Batı’ya geçtiğimde Doğu Almanya’yı kanımda hissediyordum hâlâ ama Batı’ya varmıştım. Ve burada da herhangi bir kültür şoku ya da başka bir sorun yaşamadım, kendimi çok rahat hissettim. Böyle olunca da bu iki dünyayı bir şekilde birbirine bağlama ihtiyacı kendiliğinden doğdu. Bugüne kadar da geniş çapta bunu yaptım. Ama tabii, Batı’da geçirilmiş bir gençliği ancak başkalarının anlatımından biliyorum. Batı tarafında yaşamaya başladığımda neredeyse 50 yaşımdaydım ve orada yaşanmış bir gençliği bana aitmiş gibi anlatmayı içten içe hep reddettim. Diyelim ki kendi kuşağımdan birinin öyküsünü mü yazıyorum, böyle birinin gençliği daima Doğu Almanya’da geçmiştir. Başkalarından dinlediğimi anlatmak klişe geliyor bana.

Acayip Bir Başlangıç, Monika Maron, Çevirmen: Zehra Aksu Yılmazer, 160 syf., Alef Yayınevi, 2013.

Doğu Almanya'daki bu hayat, 'Acayip Bir Başlangıç' adlı romanınızda önemli bir yer kaplıyor, daha doğrusu kahramanların biyografilerinde önemli bir rol oynuyor. Kitap, orta yaşa gelmiş bir kadını anlatıyor. Johanna adlı bu kadın Brandenburg bölgesinin buzultaşlarıyla döşeli kırsalında hayattaki kendi yerini, konumunu belirlemeye çalışırken yaşamın geri kalan bölümünü nasıl geçireceğini, nasıl anlamlandıracağını sorguluyor. Ne kocası ne kızı ne de birkaç arkadaşıyla ilişkisi eskisi gibidir. Metin yazarlığı yapan biridir, bu işle pek mutlu değildir. Huzursuzluk ve bir çeşit karamsarlık da hakim romana.

Romandaki kadının sorunu aslında yazar olmaması. Yazar olarak yaptığı şey sadece plakların arkasına tanıtım metinleri yazmak, bazı edebi eserler için ön ve sonsözler kaleme almak ve bu yazıların içine gizli mesajlar koymak. Ancak ve ancak Doğu Almanya’da yaşayan insanların anlayabileceği mesajlar bunlar. O zamanlar insanlar böylesi gizli mesajlara çok açıklardı ve kendileri gibi düşünenleri bu yolla hemen tanırlardı.

Kadının diğer bir sorunu ise evli olduğu adam. Berlin Duvarı yıkılmadan önce karıkoca arasında sıkı bir müttefiklik söz konusu: Adamın çok bağlı olduğu, sevdiği bir mesleği var; bir Kleist araştırmacısıdır. Kadın onun işindeki inatçılığını aynı zamanda sosyalizme karşı bir direnç olarak da görmüştür o güne kadar. Ancak adam artık Kleist’tan değil de projesinden, projelerinden bahseden biridir. Kadın, bir iç direniş olarak birlikte dayanışmayla hayatta kalabilme mücadelesinde dışlandığını ve bunun sonucunda da ilişkilerinin zarar gördüğünü fark eder. Ve böylece bir arayışa girer, hayatına daha derin anlamlar katabilecek bir şeyin arayışına. Ama bir yandan da işin ucunu kaçırmış olduğunu düşünür. O güne kadar yaptığı şeyleri bırakıp yepyeni bir meşgaleye çok önceden kendini vermesi gerektiğine inanır. Sanırım iki Almanya’nın birleşmesinden sonra bu durumda olan pek çok insan vardı. Duvar ortadan kalktıktan sonra, birden becerilerine ihtiyaç duyulmamaya başlanan veya işlerini kaybeden, her şeye yeniden başlamak zorunda bırakılan bu nesil gerçekten zor zamanlar geçirdi ve ben de onların hikayesini anlatıyorum. Her ne kadar maddi olarak kötü durumda olmasalar da o güne kadar hayatlarına anlam katan her şeyi yitirmiş insanlar bunlar.

'ÖNCELİĞİM SANSÜR, BASINDA ÖZGÜRCE YAZIP YAZAMAMAK GİBİ KONULARDI'

'Uçucu Kül' adlı ilk romanınız politik yazar kimliğinizi de ortaya çıkaran bir metin. Kitap eski Doğu Almanya’yı, yani rejimi eleştiren bir metin olduğu için Doğu Almanya’da basılamamıştı Kitap 1981 yılında Batı Almanya’da basıldığında Doğu Almanya’daki çevre kirliliğini eleştiren ilk roman olarak okundu. Ama sanırım siz tam bu amaçla yazmamıştınız romanı?

Doğru: Aslında temel amacım şuydu: Doğu Almanya’da doğruları yazmanız halinde başınıza nelerin geleceğini anlatmak. Gazetecilik yapıyordum o sıralarda ve Bitterfeld kentindeki kimya fabrikası ve onun saçtığı zehirler çok iyi bildiğim bir konuydu. Kitabın piyasaya çıktığı günlerde Batı Almanya’da nükleer enerji santraline karşı eylemler başlamıştı ve kitabım bu yüzden bu konunun metni olarak okundu. Oysa benim meselem bu değildi. Önceliğim sansür, basında özgürce yazıp yazamamak gibi konulardı.

Uçucu Kül, Monika Maron, Çevirmen: Zehra Aksu Yılmazer, 272 syf., Alef Yayınevi, 2023.

Tam da bu kitabınız nedeniyle, yani Batı Almanya’daki algılanışınızdan hareketle sizin siyasi açıdan Yeşiller Partisi’ne yakın olmanız beklenirdi. Ama siz pek çok kez bu partiye karşı olduğunuzu ifade ettiniz. Geçtiğimiz yıllarda da Almanya’nın göçmen politikaları ve siyasi İslam’ın etkisi ve etkinliği konusunda ciddi eleştiriler getirdiniz. Hatta bu tutumunuz nedeniyle kırk yıllık yayınevinizi değiştirmek zorunda kaldınız.

Aslında çok daha önceden huzursuz etmeye başlamıştı bu durum beni, ta 2010’dan itibaren. Almanya’da seküler Müslümanlarla diğer politik Müslümanlar arasında yapılması gereken tartışmaların engellendiğini ve bu tartışmaların Almanlar tarafından, özellikle Yeşiller Partisi tarafından üstlendiğini gördüm. Bunun Almanya ile Müslümanlar arasındaki bir mesele olduğunu ileri sürerek tartışmanın bir tarafı oldular. Ve böylece Müslümanların kendi aralarında yapması gereken tartışmayı, yüzleşmeyi engellediler. Bunun dikkatimi çekmesinin nedeni ise aynı şeyi Doğu Almanlarla yapmış olmaları. Doğu Almanların kendi aralarında çözmeleri gereken her türlü sorun– ki sözünü ettiğimiz bu insanlar homojen ve tek tip bir topluluğun üyeleri değillerdi – birden Doğu ile Batı Alman sorunu haline dönüştürüldü. Ve ben de “Doğu Almanlara yaptıkları şeyin aynısını Müslümanlara da yapıyorlar” diye düşündüm. Her iki kesimin yabancılaşmasına sebep olan, buna katkı sunan bir tutum bu.

Romanlarınızın Türkiye’de de belli bir entelektüel birikime sahip, hatta edebiyatçılar tarafından da konuşulup tavsiye edildiğini biliyorum. Özellikle 'Animal Triste' romanınız için geçerli bu. Ben bunun hayata ve insanlara gerçekçi ve dürüst yaklaşımınızdan kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Durumlara, ilişkilere, insana yönelmiş keskin bir yazar bakışı var çünkü metinlerde. Diğer canlı türleri üzerinde egemenlik kuran ve onları sömüren insana, insan türüne yönelik bir eleştiri de mevcut. Aslında bugünkü politik kuşağın, yani çevre aktivistlerinin hareket noktası da bu. Ne dersiniz?

Ben bunu daha çok felsefi bir mesele olarak görüyorum. Biz insanlar, aslında birer hayvan olduğumuzu itiraf etmede çok fazla zamana ihtiyaç duyduk. Yani akıllı birer hayvan olduğumuzu kabul etmekte zorlandık. Hayvanlardan ayrılan tarafımız da bu akıl. Ama özünde bizler birer hayvanız, var olma güdümüz biyolojik olarak onlarınki gibi çok güçlü. Bütün hayvan türlerinin milyonlarca yıl önce aynı molekülden türeyip çeşitlendiğini, genlerimizde tarih öncesi hayvan kalıntılarının bulunduğunu, ciğerlerimizin balıklardaki hava kabarcıklarının genleriyle benzer olduğunu düşündüğümüzde, aynı kaynağa bağlı olduğumuzu da biliriz. Biyolojik varoluşumuzu bu haliyle reddedemeyiz. Ve bu benzerlikleri de medeniyet üzerimize yıkıldığı anda hemen görebiliyoruz. Mesela savaş zamanlarında…. İçgüdüsel olarak hayatta kalmayı seçiyoruz. Ben bunları kabul etmemiz halinde, diğer bütün canlılara karşı saygılı olmayı öğrenebileceğimize inanıyorum.

Bu söyleşi yazar Menekşe Toprak’ın hazırlayıp sunduğu iki dilli "LitVers - Edebiyat Söyleşileri" projesi kapsamında yapılmış olup tamamı podcast olarak yayınlanmıştır.

Podcast söyleşilerinin yayınlandığı sayfalar:

www.litvers.com
LitVers - YouTube
LitVers | Podcast on Spotify