Monk’un rüyası

Bildiğim tek şey, görünmez iplerle sonsuza dek birbirimize bağlı olduğumuz ve hepimizin iyi olmayı hak ettiği. Bir de, eğer kulak verirsek, Monk’un piyanosunun dünyayı daha iyi bir yer yapabileceği.

Abone ol

Rüyalarımda küçük bir mutfaktayım, marketten aldığım ananas konservelerini üst üste yığıyorum. Küçük bir çuval un ve şeker çıkarıyorum. Yıl 1966, yer Paris. Henüz doğmadım ama çocuklarım için ananaslı pasta yaparken kendimi çok yalnız ama tuhaf bir biçimde de çok mutlu hissediyorum.

Radyoyu açıyorum. Thelonious Monk çalıyor. Müzik beni mutlu ediyor, müziği seviyorum. Özellikle de Monk’u… Onda bu dünya üzerinde sadece benim anlayabileceğim çok gizli, çok özel, çok sihirli bir şeyler olduğunu hissediyorum.

Sonra rüyam bitiyor ve ben hep sabaha karşı uyanıyorum. Güneşi ve kahvaltıyı beklerken kahve içip müzik dinleyerek şiirler karalıyorum. “Piyano sade kahvedir ve caz sade kahvenin müziğidir,” diyorum kendi kendime. Bunun bir anlamı var mı, bilmeden… Ama biliyorum ki, mutlu olmam için bana sade kahve, Monk'un piyanosu ve bir parça gökyüzü yeter de artar bile.

Böyle günlerde en çok aşk hakkında yazıyorum. Savaş hakkında, sanat hakkında ve müzik hakkında. Bir de hiç gitmediğim ülkeler, hiç tanımadığım insanlar hakkında. Barış hakkında; işte, hiç bilmediğim bir şey daha.

“Bir piyanom olsaydı sadece mutlu şarkılar çalardım,” diye düşünüyorum. Müzik dinlerken gözyaşı dökmekten çok sıkıldım. Derken Monk’un 1966’da Paris’te verdiği konserin kaydını açıyorum.

Bu kayıt yeni yayımlandı ve gerçek bir mücevher, benden mutlusu yok o yüzden. ‘Lulu’s Back In Town’ başladığında kendi kendime gülümsüyorum. “Bir piyano olsaydım, hep bu şarkıyı çalardım,” diyorum.

Thelonious Monk

Monk'un müziğini kimse tam anlamıyla kavrayamaz belki de. Tabii, 1966 yılında Paris’teki küçük bir apartman dairesinde çocukları için ananaslı pasta yaparken kendini çok yalnız ama tuhaf bir biçimde de çok mutlu hisseden genç bir kadından başka.

Yalnızlık, hüzün, melankoli ve mutluluğun muhteşem bir birleşimi onun müziği. Bir doğum günü pastası yapar gibi özenle bir araya getirilmiş nefis bir karışım. Ve bana kalırsa, küçük de olsa bir parça berduşluk barındırıyor içinde. Tüm iyi caz müzikleri gibi… Bu da pastanın üzerindeki vişne oluyor herhalde.

“Piyano olmasaydı en büyük berduş ben olurdum,” demiş Monk. Onu hayal edebiliyorum, herhalde gençlik yıllarında kaybolup gitmek için öyle çok sebebi vardı ki… Ama piyanosu onun limanıydı ve etrafındaki müzisyenler birer birer kaybolup giderken, o her seferinde ama her seferinde müziği seçti.

Henüz beş yaşındayken ailesiyle birlikte hiç uyumayan şehir New York’a taşındı, hemen sonrasında da burada klasik piyano eğitimi almaya başladı. 1920’lerde, caz kulüplerinin bulunduğu bir mahallede yaşayan ve karizmatik Harlem piyanistleriyle çevrelenmiş bir çocuk olarak, büyülü zamanlar geçirmiş olmalı bu şehirde.

Kendine özgü çalma stili başlarda çok tepki çekmiş olsa da, onu Amerika’nın en büyük caz efsanelerinden biri haline getirecek olan da tam olarak buydu. Piyano ve Monk bir tür müzikal devrim yaptılar ve ayrılmaz bir ikili oldular. Ve sonunda, Monk onun aracılığıyla kendi sesini buldu.

O, piyanoyu her şeyden çok sevdi ve rüyalarında bile bırakmadı onu. Piyano da, onu bir berduş olmaktan kurtardığını bilerek, bu sevgiye daima cömertçe karşılık verdi. Piyano, Monk’un hayatında, belki de onu seven tüm o kanlı canlı insanlardan daha gerçek ve daha baskın bir karakterdi.

Thelonious Monk aşk hakkında yazdı. Savaş hakkında, sanat hakkında ve müzik hakkında. Bir de hiç gitmediği ülkeler, hiç tanımadığı insanlar hakkında. Barış hakkında; işte, hiç bilmediği bir şey daha. Ne kendi içinde ne dünyada…

Savaş varken güzel sabahlardan söz edilebilir mi? Paris rüyalarından ve mutlu piyanolardan? Şiirlerden ve sıcacık bir fincan sade kahveden? Bunu yapmak doğru mu? Bunun cevabını ben de bilmiyorum.

Bildiğim tek şey, hepimizin görünmez iplerle sonsuza dek birbirimize bağlı olduğu ve hepimizin iyi olmayı hak ettiği. Bir de, eğer kulak verirsek, Monk’un piyanosunun bu dünyayı daha iyi bir yer yapabileceği…

Bu yılı geride bırakırken, müzik dışında hiçbir ortak noktamın olmadığı bambaşka bir kadının hayatını yaşıyorum rüyalarımda. Belki de sadece bir süreliğine buradan kaçmak istiyorum, bilmiyorum.

Neyse ki ikimiz de Monk’u seviyoruz ve sabaha karşı onun Paris konseri kaydını dinlerken, kendimi bu sayede daha az yalnız hissediyorum. Şimdi hava yavaş yavaş aydınlanıyor, fonda bilmem kaçıncı kez ‘Lulu’s Back In Town’ çalmaya başlıyor ve ben bir kez daha kendi kendime gülümsüyorum.

Hepimize güzel bir yıl diliyorum.