Monte Cassino’nun yıkılışı

‘İtalya’yı özgürleştirme operasyonu’ sırasında müttefiklerin, Almanların her antik yapıya konuşlandıkları gibi bir peşin hükümleri vardı ve içinde Almanlar olsun olmasın her yer peşinen bombalanıyordu. 15 Şubat 1944’te bombalanmaya başlanan Monte Cassino Manastırı'nda aslında hiç Alman askeri yoktu. Buna rağmen manastır ve yanındaki aynı isimli kasabaya 1000 ton bomba atıldı.

U. Töre Sivrioğlu ulastoresivrioglu@gmail.com

Birinci Dünya Savaşı'nın yenik tarafı Mihver devletleri olduğu için Almanların, Japonların ve İtalyanların savaş suçlarına odaklanmış bir hafıza oluştu. Halbuki müttefik güçlerin de savaş suçları kapsamındaki sicilleri bir hayli kabarıktı. Benim alanım için bu savaş suçları kapsamındaki en göze çarpan olaylardan biri de tarihi eserlerin, bölge ve antik kentlerin yok edilmesi. Özellikle İtalya’da müttefik ilerleyişinin bedelini arkeolojik ve tarihi mekanlar çok acı biçimde ödedi.

Bu yok etme neredeyse müttefiklerin İtalya’ya adım atmasıyla aynı anda başlamakta. İlk yerle bir edilen yerlerden biri de Pompeii’ydi. Ağustos-Eylül 1943 arasında Pompeii İngiliz, Amerikan ve Kanada hava kuvvetlerince çok ağır şekilde bombalanmıştı. İki bin sene boyunca küllerle korunmuş kent aslında müttefik bombardımanı yüzünden harabeye dönmüştü. Sebep: birkaç İtalyan/Alman bölüğünün orada olabileceği şüphesi. Sonuçta 150 kez hedefini bulan bombalar antik kenti tarumar etmişti. Yüzden fazla Roma binası yıkılmış binlerce in situ buluntu yok olmuştu. Müttefikler şehri ele geçirdikten sonra burasını hava üssü yaptılar. Ancak Tanrı Vulcanus’un hışmına uğradılar. Vezüv Yanardağı Pompeii’ye yapılanı unutmadı ve ertesi sene patlayarak 80 müttefik uçağıyla beraber havaalanını lavlarıyla yuttu.

İtalyan arkeologlar bombardımandan sonra Romus ve Romulus evinin yıkıntılarında (1943)

‘İtalya’yı özgürleştirme operasyonu’ sırasında bu türden önemsiz kayıplar mesele edilmiyordu. Müttefiklerin, Almanların her antik yapıya konuşlandıkları gibi bir peşin hükümleri vardı ve içinde Almanlar olsun olmasın her yer peşinen bombalanıyordu. Yeni Zelanda, Hint, İngiliz, Polonya ve Amerikan tümenlerinin ilerleyişi esnasında karşılarında İtalya’nın en ünlü tarihi manastırlarından biri olan, tepelere hakim Monte Cassino dikilmekteydi. 15 Şubat 1944’te bombalanmaya başlanan manastırda aslında hiç Alman askeri yoktu. Buna rağmen manastır ve yanındaki aynı isimli kasabaya 1000 ton bomba atıldı. Bombardıman sırasında manastıra sığınmış olan 230 İtalyan sivil hayatını kaybetmişti. Sadece manastırın mahzenlerinde saklanan altı-yedi keşiş hayatta kalmıştı. Ertesi gün Hint topçu birliklerinin ateşi başladığından keşişler kaçarak Almanlara sığındılar. Almanlar onları güvenli bir yere taşıdı.

Monte Cassino bombardımandan sonra.

Ancak bombardımandan ve manastır büyük ölçüde yıkıldıktan sonra Almanlar bu bölgede savunma mevziisi kuracaklardı. Müttefiklerin bu yapıya zarar verdikleri için de ‘lanetlendikleri’ iddia edilebilir. Bu tepeyi alabilmek için Hint, Yeni Zelanda, Amerikan, Polonya ve İngiliz birlikleri çok ağır kayıplar verdiler.

İtalya’yı tüm kültürel ve tarihi anıtlarından temizleyerek kurtarmakta olan müttefikler şimdi Roma önlerindeydi. Roma o dönemde Alman Mareşal Albert Kesselring’in (1885-1960) idaresi altındaydı. Kesselring isteseydi müttefiklerin Roma’ya girmesini engellemek için tüm tarihi köprüleri yıktırıp kentte aylarca direnebilirdi. Bu durumda müttefikler önceden olduğu gibi Roma’yı da bombalayarak Kolezyumdan zafer taklarına kadar her tarihi yapıyı da yok edeceklerdi. Kesselring Roma’nın böylesi bir savaşta yok olmasına razı olamadı ve Hitler’in aksi emirlerine rağmen kentten savaşmadan çekildi. Tarih böyle işte içinde gri alanlar var. Bir yanda özgürlükçü müttefiklerin kurtarırken yıktıkları İtalya öbür tarafta Kesselring gibi savaşı kıyamete çevirmek istemeyen, savaştan sonrasında da dünyanın kaldığı yerden devam edeceğinin farkında olanlar.

Neyse bu vesileyle aklıma çeşitli sol yayınlarda okuduğum İtalya’nın çalınmış devrimine dair yazılar geldi. Daha geçenlerde de bu türden iki yazı okudum. Buna göre İtalyan partizanlar 60.000 kişilik bir ordu kurmuşlar, faşizmi partizanlar silahlı mücadeleyle yıkmış, ama sonra Stalin’in ve İtalyan Komünist Partisi'nin devreye girmesiyle silahlar müttefiklere teslim edilip İtalyan devrimi başlamadan bitmiş. Bu türden romantik yorumlarda bulunanlar anladığım kadarıyla tarihi materyallerden değil romanlardan ve filmlerden besleniyor. ‘İtalyan devrimi’ olduğu iddia edilen dönemde İtalya’da 500 binden fazla müttefik askeri vardı. Faşist rejim partizanlarca değil müttefik devletlerin ağır kayıplar verdikleri üç seneyi bulan askeri operasyon sonucu yıkıldı. Partizanlar savaşın sonlarına doğru ve artık müttefiklerin kazanacağı anlaşıldığında ortaya çıktılar. Ne yazık ki gerçek bu. Müttefik kuvvetler İtalya’ya girmeseydi partizanlar asla Almanları ya da yerli faşistleri yenilgiye uğratamazlardı. Bu bakımdan İtalyan partizan hareketi Yugoslavya, Arnavutluk veya Sovyet dünyasındaki devasa partizan direnişiyle aynı güçte değildi. Sadece köprü patlatma, Almanları yavaşlatma gibi eylemler yapabiliyorlardı.

Zaten son zamanlarda Fransız ‘direnişi’ hakkında izlediğim filmlerde de neredeyse Fransa’nın da müttefiklerce değil de yerel direnişle kurtulduğu gibi bir izlenim oluşturulmaya çalışıldığını görmekteyim. Halbuki benim çocukluğumdaki filmlerde gerçeğe daha uygun olarak Paris’in işgal yıllarında Fransızların Almanlarla iyi geçinmek için nasıl taklalar attıkları açık biçimde verilirdi. Birkaç maceracı direnişçi arka planda kurşuna dizilirken halkın çoğu Paris’in eğlence mekanlarında savaş yokmuş gibi yaşamaya devam ederken, Alman komutanlarla kadeh tokuştururken gösterilirdi. Şimdi ise tersi moda oldu. Sanki bütün Fransa Almanlara karşı direnişteymiş gibi yansıtılıyor. Yerel direnişlerin yüceltilmeye başlanmasının Almanları asıl yenilgiye uğratan güç olan Kızılordu'nun rolünün küçültmek için bilerek abartıldığını düşünmekteyim. Fransız direnişi efsanesi hakkında objektif bir kaynak okumak isteyenler Tony Judt’un Kusurlu Geçmiş adlı kitabına bakabilirler. Burada zaferden sonra savaş boyunca Almanlarla iyi geçinmeye çalışan herkesin nasıl bir anda direnişçi kesilip fırdöndülük yaptığı sakin biçimde anlatılmakta.(1)

İtalyanların çoğunluğu da bu savaşı kimin kazanacağını izlemekle yetindiler. Çoğu kırlara kaçıp saklandı. Ama sinema ve edebiyat İtalyanların Faşist rejime karşı büyük bir partizan direnişi yaşandığı algısı yaratmayı başardılar. Mesela Bertolucci’nin kült filmi 1900 (Novecento)’su. Mükemmel bir film, harika bir epik destan ama izleyiciyi neredeyse faşizmin gerçekten de silahlanmış köylülerce yıkıldığına ikna eden bir tarih çarpıtması... Filmde tek bir müttefik askeri yok. Halbuki sonuçta faşizmi yıkan onlar. Müttefikler İtalya’da –elbette asıl olarak Alman direnişi karşısında-muazzam insan kaybı verdiler. Sadece 17 Mayıs 1944’te yani tek bir günde Monte Cassino çatışmasında 4000 Polonyalı asker öldü. Kuzey Afrika’dan gelen İngiliz 8. Ordusu neredeyse bütünüyle eridi. Toplamda 70 bin müttefik askeri ve 100 bin Alman hayatını kaybetti. Partizanlar ancak bundan sonra Novecento’da olduğu gibi faşistlerin peşine düşmeye başladılar. Ama filmde müttefikler bahsi geçmediği için izleyici İtalya’yı kızıl bayraklı köylülerin kurtardığına inanıyor. Hatta köylülerin silahlarını toplayıp müttefiklere teslim eden Olmo (Gerard Depardieu) nezdinde komünistlere de ‘neden devrimi sattınız’ diye kızıyor. Yani Komünist Parti ne yapacaktı? 530.000 müttefik askeriyle mi savaşacaktı?

Bu meseleyi epik değil yeni gerçekçilik çizgisinde ele alan Vittorio De Sica’nın La ciociara’sı (İki Kadın/1960) her açıdan gerçekleri çok daha yalın biçimde yansıtmakta. Burada kahraman köylüler yok. Savaştan kaçıp sağa sola sığınan bir halk var. Köylülere kızan ve onları faşizme karşı mücadeleye davet eden heyecanlı devrimci genç (Jean Paul Belmondo) kimse tarafından ciddiye alınmıyor. Bir köylü ona şöyle diyor: “Almanlar mı İngilizler mi kim kazanacaksa kazansın da bir an önce evimize dönelim.” Bu tavır o yıllarda ortalama bir İtalyan köylüsünün savaşa bakışını yansıtmaktaydı.

SON SÖZ ŞARK-I VUSTA VE MANİHEİZM

Ben İtalya ile ilgilenirken şark-ı vusta yine karıştı ve son yaşananlar Türkiye'de entelektüel camianın kalıp yargılara, nostaljiye ve yine Tony Judt’un  deyimiyle ‘Maniheizme’ saplanıp kaldığını bir kez daha gösterdi. Bizim enlem boylamınız Maniheizmin doğduğu topraklar (Mani Babil’de doğmuş bir İranlıydı). Felsefesi şu şekilde özetlenebilir: Dünyada iyiler ve kötüler vardır. Bir taraf kötü ve karanlık öbürü iyi ve aydınlıktır. İnsan bu taraflardan birini seçmelidir. Ya karanlığın yanında olursun ya da aydınlığın. Yani diyalektik yok, gri alanlar yok, eleştirel teorinin olmazsa olmazı ya-ya da yok. Alev Alatlı’nın dediği gibi ya-ya ikilemi var. Mesela kimi için İsrail bittabi kötü, Hamas iyi. Kimisi için de tam tersi. Üçüncü bir seçenek yok (Ferdi Tayfur’un “Ya benimsin ya toprağın” şarkısında olduğu gibi...).

İlk taşı onlar attı mottosu üzerinden hedef alınan insanların masumluğu silinmeye çalışılmakta. Bana göre Yahudi-Arap toplumları da ‘halkların kardeşliği’ söylemini hak ediyorlar bu onlardan neden esirgeniyor anlamış değilim. Şu ya da bunun yanındayız peşin söylemleri yerine neden “yaşasın Yahudi ve Arap halklarının kardeşliği” şiarı net biçimde ifade edilemiyor? Yoksa bu bir tür İslamist düşünsel hegemonyanın tezahürü müdür? Bir fotoğrafta İsrail bombardımanında öldürülmüş (ayrıntısını yazmak istemediğim kadar korkunçtu) beş altı yaşındaki bir Arap çocuğun küçük bedenini kucaklamış ağlayan babasını görmüştüm. Başka bir fotoğrafta konser izlemeye gelmekten başka bir suçu olmayan bir Yahudi kızının (yine ayrıntısına girmek istemediğim) cesedi üzerinde Mad Max filmlerinden fırlamış gibi duran kişiler görünüyor. Bu iki çocuğun hayatına aynı anda değer vermek neden bu kadar zor? Maniheizm neden bu denli güçlü? Ne kadar haklı olunursa olunsun silahsız veya esir/rehin alınmış insanlara yapılanlar nasıl açıklanabilir? Bunlar siyasi mi yoksa Mazhar Osmanlık konular mı bilemiyorum. İsrail ütopist/mitolojik bir devlet. Hiçbir komşusuyla sağlıklı ilişki kurmadan yüzlerce sene yaşayabileceğine inanıyor. Eninde sonunda Araplarla uzlaşmak zorunda kalacağını kabul etmek istemiyor. Hamas da ütopist/mitolojik bir örgüt. Somut hedefleri olan Fetih’in aksine “İsrail’in yıkılması” programında ilk hedefi. Yani taraftarlarına belki yüzlerce sene sonra olacak bir hedef koyuyor. Bu açıdan da yin-yang gibiler. Biri olmadan diğeri de olmayacak. Belki de ikisi de bu durumdan memnunlar kim bilir.

Bir zamanlar İsrail rejiminin oldukça kötü siciline (Sabra Şatila gibi) karşın daha demokratik bir Yahudi kamuoyu vardı. İşçi Partisi nezdinden Arap ve Yahudilerin bir arada yaşayabileceği en azından söylemsel olarak savunulurdu. Aynı şekilde Filistinlilerin daha dikkatli, dünyaya dertlerini anlatırken sempati kazanmaya önem veren, Yahudileri de kazanmaya çalışan daha pak bir mücadele tarzı vardı. FHKC’nin efsanevi lideri George Habbaş’ın ‘Ahlak Kurallarımız Devrimimizdir’ başlıklı bir yazısını herkese tavsiye ediyorum.(2) Burada Habbaş esir almak zorunda kaldıkları yabancılara mücadelelerin haklılığını anlattıktan sonra onları korkuttukları için özür diliyor ve onları da davalarına kazanmaya çalışıyordu. Bir zamanlar Filistin davası da işte bu denli farklı bir geleneğe sahipti. Filistin'e savaşmaya giden bizim Küçük Asyalılar (ki birçoğunu tanıma şansım oldu) işte bu geleneğe bağlıydılar. Onları şu anki ‘direnişçilerin’ verdikleri fotoğrafa yerleştiremiyorum açıkçası. 

NOTLAR:

(1) Tony Judt, Kusurlu Geçmiş Fransız Entelektüelleri (1944-1956) çev. N. Elhüsyni, YKY, İstanbul,2020.

(2) https://umutgazetesi43.org/arsivler/106306

Tüm yazılarını göster