Yazıya, ‘Hayat böyle bir şey işte’ diye başlasam mı, diye
düşündüm bir an. Duvar’da yazdığım ‘Salı hikâyeleri’ ve ellisine
dayadığım merdiven, böyle bir başlangıç için yeter mi? Aman canım,
ne öyle ‘duayen’ cümleleri, ‘yaşam gurusu’ havaları, Hıncal Uluç
pozları! Var böyle yaşayanlar hakikaten. Söze yaşamla ilgili
genellemelerle başlayanlar, nasihat severler, aşmışlar... Öyle
aşmışlar ki, illa okuyanı da aşırtacaklar.
Bu arada, yazının başına oturduğumda, pazardan pazartesiye döndü
saat. Öykü yazarı sevgili Dilek Türker ile beyi Alpay’ın hediyesi
bir radyo var mutfakta.
Zeki Müren, olağanüstü sesiyle... “Attığım her adımın birisi
senin, paylaşırım seni yalnız seninle, gündüzler seninse geceler
benim, bildiğim bir his var sana içimde, yediğim her lokmanın
yarısı senin... al, iki gözümün birisi senin...” Sözler yalan da
olsa, bu kadar mı içten, bu kadar mı güzel söylenir bir şarkı?
İyi hoş da, yazıya bir giriş cümlesi gerekiyor. Garsonluk
anıları anlatacağın bir yazıya ‘Mor erkek ayakkabısı’ başlığı
atınca anlamlı bir iki söz gerekli, okuyucuyu aldatmayan.
Şu olabilir belki; çeyrek yüzyıl önce Kuzey Londra’da bir
dükkânın vitrininde gördüğüm mor renkli erkek ayakkabısını, 2018
Nisan ayında yazı başlığı yapacağımı bilmiyordum. Bir şeyler
yazacağımı bilmediğim gibi. Yaşamın ilginç, sürprizli bir yanı var
hakikaten ve bunu fark etmek, fark ettiğini anlatabilmek için fazla
iri cümlelere gerek yok sanırım.
Vitrindeki mor erkek ayakkabısı, benim için ‘fark etmenin’
sembollerinden biri oldu. Yirmili yaşların henüz başındayken, en
büyük şehrin küçük ve muhafazakâr semtinden, bir başka büyük şehrin
şöhretli fakültesine gidip hemen sonrasında, bu kez dünya
şehirlerinden birinde macera arıyorsunuz. Kafanız karışık. Ne
istediğinize karar vermişsiniz ama siz akademisyen olmaya karar
verdiniz diye, akademi de size bayılmak zorunda değil. Koca bir
belirsizlik aslına bakılırsa ve her belirsizlik gibi ziyadesiyle
heyecan verici.
Giderken zihnimde bir iki sözcük dolaşıyordu sanırım ve en
iddialısı, "Pes etmeyeceksin" idi. O dili öğrenmek için gerekeni
yapıp sağ salim geri döneceksin, sınavlara girip asistan olacaksın.
Peh peh, gören de zanneder bey dağları geliyor! Ancak gittikten
sonra, öğrendiğiniz yalnızca dil olmuyor haliyle. Olmuyormuş.
Evvela, farklılıkları görüyor insan. Ne kadar çok insan olduğunu, o
insanların her birinin başkalığını, o başka başka insanların senin
sevip değer verdiğin hiçbir şeyden haberdar olmadığını, seni
duygulandıran şarkı sözlerinin onlara bir şey ifade etmediğini...
Böyle olunca, insan kendi dertlerini de fazla önemsememeye başlıyor
aslında. Sizin dert dediğiniz, diğeri için konu dahi değil! İyi
gelen bir yanı var insana.
Bak şimdi de Selami Şahin başladı. “Kim ayırdı bizi bizden,
kadere dur diyemedik... ne yazık ki o günlerin değerini
bilemedik... eski dost düşman olmaz deyip de sitem etme, ayrılığın
yükünü yalnız bana yükleme... sen benim eski değil eskimeyen
dostumsun...” Doğru söylüyor, ne diye düşman olsun?
İşte mor erkek ayakkabısı görmek de böyle bir etki yaratmıştı
bende. Vay be, demiştim, birileri de bunu giymek istiyor. İster,
neden istemesin? O ister de, beriki de üretmiş ve vitrine koymuş;
iyi de yapmış. Böyle çok şey vardı vitrinlerde. O güne dek
olabileceğini hiç hayal etmediğim türden kıyafetler, eşyalar filan
fıstık. Çeşitlilik, renk, farklı formlar, çok iyi bir şeydi
sanırım. İnsanın zihnini eğittiğini, terbiye ettiğini sonradan
anladım, o günlerde yalnızca şaşırıyor ve seviyordum.
Şu anda Bülent Ersoy... "Ne çileler var başımda, kadere bak"
diyor ama bunu pek sevmiyorum. Bir senin başında mı çile var; kader
diye diye helak ettiniz insanları...
Yalnızca eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii; her ne
demekse, o zihin terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin,
İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım vardı ama bunu gizliyorlardı.
Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle yaşamak ne mümkün. Adı
anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim bildiğimi
biliyordu ama herkes bilmiyormuş gibi yapıyordu! Yıllarca. O bir
iki arkadaşımı diğerlerinin davranışından koruma güdüsüyle hareket
ettim uzun süre. Ancak ne yaşadıklarını yine de tam anlamıyordum.
Çocuk ve ergen acımasızlığıyla, arkadaşlarımla bazen açıktan bazen
alttan alta dalga geçildiğini görmek canımı sıkıyordu. Bunun,
yaşadıklarının, ne denli acı verici ve sarsıcı bir deneyim
olabileceğini de Murathan Mungan’ı okuduğumda anlamıştım. Oysa
Londra’da o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel
yönelimlerin başka türlü, özgürce dile getirilebileceğiydi. İlk
karşılaşmalarımda ne yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım,
şaşırdım, biraz ürktüm. Hatta, anlamakta zorlandım! Sevgililer
Günü'ydü. Gündüz vakti, o ilk lokantada rezervasyonlar yapıldı.
Genellikle iki kişilikti ve her masaya birer gül yerleştirmiştik.
Akşam müşteriler gelmeye başladı.
Emel Sayın... “Yarabbim feryadımı artık duysan diyorum, senden
ya bir sabır ya bir ümit bekliyorum” diyor şu anda. Ama çok
bağırıyor sanki. Sözleri de ne arabeskmiş bu şarkının... Arkasından
da Coşkun Sabah başladı. Bu adamcağız ömür boyu ud ile dolaşa
dolaşa bir garip oldu sonunda...
Son gelen çift, yakındaki karakolda görevli iri yarı ve uzun
boylu iki erkekti. Ben, erkeklerin kol kola gezip birlikte yiyip
içtiği bir kültürden geldiğim için hiç yadırgamadım haliyle. Fakat
takım elbiseli iki erkeğin bir süre sonra el ele tutuştuklarını
gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Bütün akşam aşk dolu
baktılar birbirlerine ve ben bir ‘yaban’ hüviyetiyle tüm servis
boyunca çaktırmadan, göz ucuyla onları seyrettim. "Tövbeler olsun"
ile başladığım akşamı, "normal aslında" gibi bir duyguyla
tamamladığımı hatırlıyorum. Nitekim çok sevdiğim öğretmenlerimden
biri de eşcinseldi ve oradaki en sevdiğim insanlardandı. Çok iyi
biriydi hakikaten ve on sekiz ay boyunca sergilediği insancıl
yaklaşımı hiçbir zaman unutmadım. O aylar içinde, herhalde en
eğitildiğim, yontulduğum konulardan biriydi bu. İnsan
yadırgamamayı, olağan karşılamayı, umursamamayı, terbiyeli
davranmayı da öğreniyor, nihayetinde. Her şeyi öğrendiğimiz gibi.
Bugün, ‘hastalık’ filan diyen, arsızca ayrımcı dil kullananlara
karşı duyduğum tiksinti ve kızgınlığın nedeni, yaşadığım garsonluk
ve nihayetinde, insanlaşma macerası olmalı...
İnsan çeşitliliğiyle haşır neşir olmak çok önemli. Görmek,
deneyimlemek, temas etmek, tanımak, sohbet etmek. Hiç ummadığınız
insanlardan bir şey öğreniyorsunuz. Bazen, en acı veren deneyimin
dahi, yıllar sonra ne denli işe yarar olduğunu fark edebiliyor
insan. Daha önce de yazmıştım, ilk patronum mesela. Hem sabırla
mesleği öğretti, hem de fena halde sömürdü. Hem oralıydı, hem de
ikinci sınıf hissettiğini her davranışıyla belli ediyordu. Aslında
iyi davranmaya çalışıyor, fakat bunu bir türlü başaramıyordu.
Bazen, acaba evliliğinde mi çok mutsuz bu adam diye düşünürdüm.
Malum, ‘parmağını ıslatıp lavabo ovan’ ruh hastası Alman bir
kadınla evli olmanın kendisi başlı başına bir talihsizlik. Nitekim,
sık sık eşini ne kadar sevdiğini söylerdi. O kadar yıl sonra, hâlâ
kendisini ikna etmeye çalışır bir hali vardı. Soramıyorsunuz ki!
Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini anlattı bana.
Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi
beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini
söyledi! Nasıl, çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?
Üçüncü lokantada, ki vasat sayılabilecek bir İtalyan
lokantasıydı, yönetici olan Cezayirli arkadaş, misal. Başta
ezilmişlik duygusu olmak üzere, kendisini mutsuz eden her ne varsa,
çalışanlardan çıkarmaya çalışırdı. Üçüncü dünya liginin, bir iki
istisna dışında hemen tüm mensuplarıyla aynı sorunları yaşadım.
İşte bu yüzden insan onuruna saygı ve eşitlik mücadelesi önemli.
Ezilen, haksızlığa uğrayan, bütün hıncını dişini geçirebildiğinden
alıveriyor. Buradan güncel bir siyasi analiz çıkar mı, vallahi
çıkar! Bir gün Cezayirli arkadaşımız, müthiş yoğunluk içinde
kahveleri bir iki dakika geciktirdiğim için yanıma gelip “Sen
hayatında ilk kez mi kahve makinesi görüyorsun, Türkiye’de yok mu
böyle şeyler?” diye çıkışmıştı. Bak bak... ‘İtalyan’ patrondan
fırça yiyen ‘Cezayirli,’ kızgınlığını ‘Anadolu’dan çıkaracak! Benim
cevap daha da kızgın ve fazla oryantal esintili olmuştu. "Hayır
canım görmedim, zaten bizim memlekette deveyle seyahat ediyor uçan
halıya biniyoruz!" O sıralar past perfect'ler filan gırla gidiyor
tabii! Bozuştuk. Bir hafta sonra da işten ayrıldım.
Ve sonunda Müzeyyen... “Benzemez kimse sana, tavrına hayran
olayım... bakışından süzülen işvene kurban olayım... lütfuna ermek
için, söyle perişan olayım...” Neden? Kurban olmasan, perişan
olmasan olmaz mı? Olmuyor demek ki, bu kültür başka türlü
sevemiyor...
Ben bu Cezayirli arkadaşa da çok kızamadım. Ayakta kalmaya
çalışıyordu ama ne yazık ki bildiği yöntem pek hoyrattı.
Ama bir de süper Cezayirli vardı hayatımda. Hişam. Hişam, benim
okulun hemen yanında bir kafe-lokanta işletiyordu ve öğrencilerin
uğrak yeriydi. Ben de haftada bir iki kez gidiyordum. Hişam, maddi
durumumun farkındaydı ve bana hiç bir şey söylemeden, lafını
etmeden, her seferinde o kahve ve patates kızartmasının yarı
parasını aldı. Ben az hesap getirdiğini biliyordum, o da benim
bildiğimi biliyordu. Bunu hiç konuşmadık. Güler yüzle karşılardı,
sohbet ederdik. Hişam, kendiyle barışık, mutlu bir adamdı. Çok iyi
biriydi. Umarım çok mutludur.
Diyeceğim; bir şehirde, vitrinde, mor erkek ayakkabısı görmek ve
birilerinin onu alacağını bilmek, güzel bir şey...
Yazı biterken Belkıs Özener... "Hey gidi gidi koca dünya, gam
yükü müsün... dünya döner değirmendir, insan içinde çavdardır...
bugün gelen yarın gider, dolup boşalan bir handır."
Öyle hakikaten...