Mor erkek ayakkabısı...

Vay be, demiştim, birileri de bunu giymek istiyor. İster, neden istemesin? O ister de, beriki de üretmiş ve vitrine koymuş; iyi de yapmış. Böyle çok şey vardı vitrinlerde. O güne dek olabileceğini hiç hayal etmediğim türden kıyafetler, eşyalar filan fıstık. Çeşitlilik, renk, farklı formlar, çok iyi bir şeydi sanırım. İnsanın zihnini eğittiğini, terbiye ettiğini sonradan anladım, o günlerde yalnızca şaşırıyor ve seviyordum.

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

Yazıya, ‘Hayat böyle bir şey işte’ diye başlasam mı, diye düşündüm bir an. Duvar’da yazdığım ‘Salı hikâyeleri’ ve ellisine dayadığım merdiven, böyle bir başlangıç için yeter mi? Aman canım, ne öyle ‘duayen’ cümleleri, ‘yaşam gurusu’ havaları, Hıncal Uluç pozları! Var böyle yaşayanlar hakikaten. Söze yaşamla ilgili genellemelerle başlayanlar, nasihat severler, aşmışlar... Öyle aşmışlar ki, illa okuyanı da aşırtacaklar.

Bu arada, yazının başına oturduğumda, pazardan pazartesiye döndü saat. Öykü yazarı sevgili Dilek Türker ile beyi Alpay’ın hediyesi bir radyo var mutfakta.

Zeki Müren, olağanüstü sesiyle... “Attığım her adımın birisi senin, paylaşırım seni yalnız seninle, gündüzler seninse geceler benim, bildiğim bir his var sana içimde, yediğim her lokmanın yarısı senin... al, iki gözümün birisi senin...” Sözler yalan da olsa, bu kadar mı içten, bu kadar mı güzel söylenir bir şarkı?

İyi hoş da, yazıya bir giriş cümlesi gerekiyor. Garsonluk anıları anlatacağın bir yazıya ‘Mor erkek ayakkabısı’ başlığı atınca anlamlı bir iki söz gerekli, okuyucuyu aldatmayan.

Şu olabilir belki; çeyrek yüzyıl önce Kuzey Londra’da bir dükkânın vitrininde gördüğüm mor renkli erkek ayakkabısını, 2018 Nisan ayında yazı başlığı yapacağımı bilmiyordum. Bir şeyler yazacağımı bilmediğim gibi. Yaşamın ilginç, sürprizli bir yanı var hakikaten ve bunu fark etmek, fark ettiğini anlatabilmek için fazla iri cümlelere gerek yok sanırım.

Vitrindeki mor erkek ayakkabısı, benim için ‘fark etmenin’ sembollerinden biri oldu. Yirmili yaşların henüz başındayken, en büyük şehrin küçük ve muhafazakâr semtinden, bir başka büyük şehrin şöhretli fakültesine gidip hemen sonrasında, bu kez dünya şehirlerinden birinde macera arıyorsunuz. Kafanız karışık. Ne istediğinize karar vermişsiniz ama siz akademisyen olmaya karar verdiniz diye, akademi de size bayılmak zorunda değil. Koca bir belirsizlik aslına bakılırsa ve her belirsizlik gibi ziyadesiyle heyecan verici.

Giderken zihnimde bir iki sözcük dolaşıyordu sanırım ve en iddialısı, "Pes etmeyeceksin" idi. O dili öğrenmek için gerekeni yapıp sağ salim geri döneceksin, sınavlara girip asistan olacaksın. Peh peh, gören de zanneder bey dağları geliyor! Ancak gittikten sonra, öğrendiğiniz yalnızca dil olmuyor haliyle. Olmuyormuş. Evvela, farklılıkları görüyor insan. Ne kadar çok insan olduğunu, o insanların her birinin başkalığını, o başka başka insanların senin sevip değer verdiğin hiçbir şeyden haberdar olmadığını, seni duygulandıran şarkı sözlerinin onlara bir şey ifade etmediğini... Böyle olunca, insan kendi dertlerini de fazla önemsememeye başlıyor aslında. Sizin dert dediğiniz, diğeri için konu dahi değil! İyi gelen bir yanı var insana.

Bak şimdi de Selami Şahin başladı. “Kim ayırdı bizi bizden, kadere dur diyemedik... ne yazık ki o günlerin değerini bilemedik... eski dost düşman olmaz deyip de sitem etme, ayrılığın yükünü yalnız bana yükleme... sen benim eski değil eskimeyen dostumsun...” Doğru söylüyor, ne diye düşman olsun?

İşte mor erkek ayakkabısı görmek de böyle bir etki yaratmıştı bende. Vay be, demiştim, birileri de bunu giymek istiyor. İster, neden istemesin? O ister de, beriki de üretmiş ve vitrine koymuş; iyi de yapmış. Böyle çok şey vardı vitrinlerde. O güne dek olabileceğini hiç hayal etmediğim türden kıyafetler, eşyalar filan fıstık. Çeşitlilik, renk, farklı formlar, çok iyi bir şeydi sanırım. İnsanın zihnini eğittiğini, terbiye ettiğini sonradan anladım, o günlerde yalnızca şaşırıyor ve seviyordum.

Şu anda Bülent Ersoy... "Ne çileler var başımda, kadere bak" diyor ama bunu pek sevmiyorum. Bir senin başında mı çile var; kader diye diye helak ettiniz insanları...

Yalnızca eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii; her ne demekse, o zihin terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin, İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım vardı ama bunu gizliyorlardı. Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle yaşamak ne mümkün. Adı anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim bildiğimi biliyordu ama herkes bilmiyormuş gibi yapıyordu! Yıllarca. O bir iki arkadaşımı diğerlerinin davranışından koruma güdüsüyle hareket ettim uzun süre. Ancak ne yaşadıklarını yine de tam anlamıyordum. Çocuk ve ergen acımasızlığıyla, arkadaşlarımla bazen açıktan bazen alttan alta dalga geçildiğini görmek canımı sıkıyordu. Bunun, yaşadıklarının, ne denli acı verici ve sarsıcı bir deneyim olabileceğini de Murathan Mungan’ı okuduğumda anlamıştım. Oysa Londra’da o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel yönelimlerin başka türlü, özgürce dile getirilebileceğiydi. İlk karşılaşmalarımda ne yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım, şaşırdım, biraz ürktüm. Hatta, anlamakta zorlandım! Sevgililer Günü'ydü. Gündüz vakti, o ilk lokantada rezervasyonlar yapıldı. Genellikle iki kişilikti ve her masaya birer gül yerleştirmiştik. Akşam müşteriler gelmeye başladı.

Emel Sayın... “Yarabbim feryadımı artık duysan diyorum, senden ya bir sabır ya bir ümit bekliyorum” diyor şu anda. Ama çok bağırıyor sanki. Sözleri de ne arabeskmiş bu şarkının... Arkasından da Coşkun Sabah başladı. Bu adamcağız ömür boyu ud ile dolaşa dolaşa bir garip oldu sonunda...

Son gelen çift, yakındaki karakolda görevli iri yarı ve uzun boylu iki erkekti. Ben, erkeklerin kol kola gezip birlikte yiyip içtiği bir kültürden geldiğim için hiç yadırgamadım haliyle. Fakat takım elbiseli iki erkeğin bir süre sonra el ele tutuştuklarını gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Bütün akşam aşk dolu baktılar birbirlerine ve ben bir ‘yaban’ hüviyetiyle tüm servis boyunca çaktırmadan, göz ucuyla onları seyrettim. "Tövbeler olsun" ile başladığım akşamı, "normal aslında" gibi bir duyguyla tamamladığımı hatırlıyorum. Nitekim çok sevdiğim öğretmenlerimden biri de eşcinseldi ve oradaki en sevdiğim insanlardandı. Çok iyi biriydi hakikaten ve on sekiz ay boyunca sergilediği insancıl yaklaşımı hiçbir zaman unutmadım. O aylar içinde, herhalde en eğitildiğim, yontulduğum konulardan biriydi bu. İnsan yadırgamamayı, olağan karşılamayı, umursamamayı, terbiyeli davranmayı da öğreniyor, nihayetinde. Her şeyi öğrendiğimiz gibi. Bugün, ‘hastalık’ filan diyen, arsızca ayrımcı dil kullananlara karşı duyduğum tiksinti ve kızgınlığın nedeni, yaşadığım garsonluk ve nihayetinde, insanlaşma macerası olmalı...

İnsan çeşitliliğiyle haşır neşir olmak çok önemli. Görmek, deneyimlemek, temas etmek, tanımak, sohbet etmek. Hiç ummadığınız insanlardan bir şey öğreniyorsunuz. Bazen, en acı veren deneyimin dahi, yıllar sonra ne denli işe yarar olduğunu fark edebiliyor insan. Daha önce de yazmıştım, ilk patronum mesela. Hem sabırla mesleği öğretti, hem de fena halde sömürdü. Hem oralıydı, hem de ikinci sınıf hissettiğini her davranışıyla belli ediyordu. Aslında iyi davranmaya çalışıyor, fakat bunu bir türlü başaramıyordu. Bazen, acaba evliliğinde mi çok mutsuz bu adam diye düşünürdüm. Malum, ‘parmağını ıslatıp lavabo ovan’ ruh hastası Alman bir kadınla evli olmanın kendisi başlı başına bir talihsizlik. Nitekim, sık sık eşini ne kadar sevdiğini söylerdi. O kadar yıl sonra, hâlâ kendisini ikna etmeye çalışır bir hali vardı. Soramıyorsunuz ki! Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini anlattı bana. Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini söyledi! Nasıl, çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?

Üçüncü lokantada, ki vasat sayılabilecek bir İtalyan lokantasıydı, yönetici olan Cezayirli arkadaş, misal. Başta ezilmişlik duygusu olmak üzere, kendisini mutsuz eden her ne varsa, çalışanlardan çıkarmaya çalışırdı. Üçüncü dünya liginin, bir iki istisna dışında hemen tüm mensuplarıyla aynı sorunları yaşadım. İşte bu yüzden insan onuruna saygı ve eşitlik mücadelesi önemli. Ezilen, haksızlığa uğrayan, bütün hıncını dişini geçirebildiğinden alıveriyor. Buradan güncel bir siyasi analiz çıkar mı, vallahi çıkar! Bir gün Cezayirli arkadaşımız, müthiş yoğunluk içinde kahveleri bir iki dakika geciktirdiğim için yanıma gelip “Sen hayatında ilk kez mi kahve makinesi görüyorsun, Türkiye’de yok mu böyle şeyler?” diye çıkışmıştı. Bak bak... ‘İtalyan’ patrondan fırça yiyen ‘Cezayirli,’ kızgınlığını ‘Anadolu’dan çıkaracak! Benim cevap daha da kızgın ve fazla oryantal esintili olmuştu. "Hayır canım görmedim, zaten bizim memlekette deveyle seyahat ediyor uçan halıya biniyoruz!" O sıralar past perfect'ler filan gırla gidiyor tabii! Bozuştuk. Bir hafta sonra da işten ayrıldım.

Ve sonunda Müzeyyen... “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım... bakışından süzülen işvene kurban olayım... lütfuna ermek için, söyle perişan olayım...” Neden? Kurban olmasan, perişan olmasan olmaz mı? Olmuyor demek ki, bu kültür başka türlü sevemiyor...

Ben bu Cezayirli arkadaşa da çok kızamadım. Ayakta kalmaya çalışıyordu ama ne yazık ki bildiği yöntem pek hoyrattı.

Ama bir de süper Cezayirli vardı hayatımda. Hişam. Hişam, benim okulun hemen yanında bir kafe-lokanta işletiyordu ve öğrencilerin uğrak yeriydi. Ben de haftada bir iki kez gidiyordum. Hişam, maddi durumumun farkındaydı ve bana hiç bir şey söylemeden, lafını etmeden, her seferinde o kahve ve patates kızartmasının yarı parasını aldı. Ben az hesap getirdiğini biliyordum, o da benim bildiğimi biliyordu. Bunu hiç konuşmadık. Güler yüzle karşılardı, sohbet ederdik. Hişam, kendiyle barışık, mutlu bir adamdı. Çok iyi biriydi. Umarım çok mutludur.

Diyeceğim; bir şehirde, vitrinde, mor erkek ayakkabısı görmek ve birilerinin onu alacağını bilmek, güzel bir şey...

Yazı biterken Belkıs Özener... "Hey gidi gidi koca dünya, gam yükü müsün... dünya döner değirmendir, insan içinde çavdardır... bugün gelen yarın gider, dolup boşalan bir handır."

Öyle hakikaten...

Tüm yazılarını göster