Moskova seyyahlara inanmıyor hâlâ
Sosyalist iyimserlikle liberal kötümserlik arasında gidip gelen Moskova… Rus tanrılarının cirit attığı sokaklarıyla kendisini görmeden geçip giden seyyahlarını selamlıyor, "sade bir şarkı gibi".
İsmet İnönü başkanlığındaki Türk heyetini Sovyetler Birliği’ne götürecek Grusia vapuru Boğaz’a demir atmış beklerken, Falih Rıfkı Atay’ın ahbaplarından birinin evine yaşlı bir kalfa kadın gider. Kadını İsmet İnönü’nün Rusya’da Bolşevik olacağı korkusu sarmıştır. Hiç olmazsa İstinye’deki evini kendisine bağışlaması için İsmet Paşa’dan ricacı olunmasını ister.(1)
O kış komünizm gelmese de İsmet Paşa komünizmin ayağına giderek memleketin yüreğine korku salmıştır.
İstanbul’dan Odesa Limanı’na yol alan geminin yolcuları, yakınlarının mülksüzleşme endişesini giderecek cevaplar bulma gayretiyle denizin ortasından başlayarak komünizm denilen acayipliği anlamaya çalışırlar. Rıhtımda kalanlar “bu seyahatten elemli”; artık kızıllaşan ufka bakarlar, gözleri nemli.
Rusya denilen o “tuhaf ülke”ye giden yolcu anlı şanlı İsmet Paşa da olsa komünist olarak döneceği korkusunu Sovyet propaganda aygıtının becerikliliğine mi yoksa anti komünist paranoyanın gücüne mi yormalı? Bu soruyu bir kenara bırakıp Grusia vapurundaki Falih Rıfkı Atay’a kulak verelim.
Falih Rıfkı’nın 1932 tarihli 'Moskova Roma' kitabında Sovyetler Birliği’ndeki gündelik hayata ilişkin bir şey bulmak neredeyse imkânsız. Atay, Ekim Devrimi’nden altı yıl sonra ilan edilen Cumhuriyet için ideolojik meşruiyet ve model bulma derdindedir. 1917’nin sınıfsal karakteriyle ilgilenmez bile. Rusya’nın yoktan var edilen kentleri, demiryolları ve o mucizevi beş yıllık kalkınma planları, en çok da mucizenin mimarı olan şefleri ilgisini çeker. Ankara ile Moskova arasındaki farkı da "Moskova’da kitap hayatı, bizde hayat kitabı zorlamıştır" diye özetler. "Ankara, sergide kumaş seçer gibi, kitaplar arasında bir iktisat mesleki beğenip yeni Türkiye’yi bu kalıba göre dökmek istememiştir." Öyle olduğu içindir ki, Bolşevik Devrimi’ni de Mussolini rejimini de bir modernleşme projesi ya da toplum mühendisliği olarak aynı kefeye koymakta beis görmez. Çünkü Atay’a göre yüzyılın sihirli kelimesi "plan"dır. "Fertçi ve liberal iktisat sistemi ölmüştür; insanlar yeni bir nizam aramaktadırlar." Bu yeni nizam da ideolojilerden bağımsız işleyen bir plana dayanmalıdır. Plansızlık "israf" ve "anarşi" demektir.
BENİ BİR ANKARA ANLADI, O DA YANLIŞ ANLADI
Devrim öncesi Rusya’nın aldığı yeni biçim ve gelecek tahayyülü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin iştahını kabartmaktadır. 1930’lar dünyasında Rusya’yı dünya üzerinde anlayacak birileri varsa Ankara’nın ideologlarıdır. Ankara’dan bakıldığında 1917 Devrimi bir modernleşme projesi olarak görülmektedir. İmparatorluk kalıntısı yoksul ve eğitimsiz bir halkı kalkınma planlarıyla ihya etmeye çalışan kardeş bir "inkılâp"tır Ekim Devrimi.
Bu yüzden proletarya ile olmasa da onun diktatörlüğüyle epeyce ilgilenir Atay. Stalin’i hayranlıkla anlatır, Stalin’den çok şef kavramıyla ilgilidir aslında. Bütün bu toplum mühendisliğinin başındaki adam olarak Stalin kudretin simgesidir onun için. "Şef, bir ayrı cins insan zümresindendir" der. Nitekim, Mussolini rejimini de şöyle savunur:
"Biz diktatör kelimesini müstebit kelimesinin alafrangası zannettiğimiz için her işidilişinde ya Sultan Hamid’in şahsi müstebitliği, ya ittihadü Terakki’nin oligarşisi hatırımıza gelir ve ürkeriz. Despot Şark’ta olabilir; Avrupa’da imkânsızdır.
Avrupa’da diktatör demek, kendisinin de başkaları kadar itaat ettiği prensiplere göre yeni bir cemiyet ve idare hamuru yoğuran adam demektir. Diktatör şahıs değil, herhangi bir ihtiyaçtan ve zaruretten doğan yeni bir davanın prensiplerinin timsali demektir."
Diktatörlük bir nevi toplum mühendisliği, kolektif bir iradedir Atay’a göre. Hatta İttihat ve Terakki diktatörlük kurmayı becerebilseydi, "Türk tarihinin büsbütün başka bir gidişi" olacağı inancındadır.
BURJUVA DEKORU SEVER
Atay’ın gündelik hayata dair yegâne gözlemi de Moskova’daki turistik otellerdeki burjuva dekoruna ilişkindir. Gazetelerde, tiyatrolarda, karikatürlerde, romanlarda yerden yere vurulan burjuva hayatı kitsch bir dekor olarak Moskova’nın turistik otellerinde müşterilerini beklemektedir.
"Burjuvanın hoşlandığı bu dekor, sokakta ve tiyatroda halka eski rejim düşmanlığı verilmek için tahtadan, bezden ve mankenden sahtesi ve taklidi, otellerin içinde ise Valuta almak için sahicisi yapılarak kullanılmaktadır."
Komünistlerin kurduğu sahte burjuva dekoruna para akıtanlar Dostoyevski’nin 'Batı Batı Dedikleri’nde tasvir ettiği burjuvalarsa Moskova’ya "Valuta" aktığından şüphe etmemek gerek:
"Birisi anlatmıştı: Bir burjuvanın çimenlik için ayırdığı yerde çimen yetişmemiş bir türlü. Ekmiş, sulamış, başka yerden toprağıyla beraber keserek çıkardığı çimenleri koymuş, olmamış da olmamış… tam da evin önüymüş burası. Sözde, sonra yapma çimen almış. Ta Paris’e gitmiş bu iş için; iki buçuk metre çapında bir çimenlik ısmarlamış kendine; uzun uzun otlu bir çimenliği andıran bu halıyı -hiç değilse kendi kendini aldatmak, doğal gereksinmesini karşılamak, çimenlerin üzerine uzanmak için- her öğleden sonra evinin önüne seriyormuş. Alın teriyle kazanılmış bir yere sahip olmanın heyecanına, sevincine kapılmış bir burjuvadan beklenir bu; inanılmayacak bir şey değildir bu anlatılan."(2)
AZİZ NESİN'LİK BİR HİKÂYE
Sadri Ertem de Atay’la aynı vapurdadır ama onun Sovyetler Birliği izlenimlerini yayımlatma serüveni adeta bir Aziz Nesin öyküsüne dönüşmüştür. Kemal Sülker’in önsözde verdiği bilgiye göre Ertem’in 1932’de çıktığı seyahatin notlarının yayımlanması onun ölümünden çok sonra mümkün olabilmiş. Sadri Ertem, ilk önce Asım Us’un isteği üzerine gezi yazılarını eski yazıyla yazmaya başlar. Ekimde yayımlanacağı sözünü alır. Ekim gelip de yazı dizisini Haber gazetesinde göremeyince akıbetini sorar. Hakkı Tarık Us okumak üzere almıştır, ona sormalıdır. Hakkı Tarık Us o dönemde yapılan komünist tevkifadından korkup dosyayı saklamıştır ve şimdi de sakladığı yeri hatırlamıyordur. Sonunda dosya bulunur ve yine Asım Us’a teslim edilir. Bu kez aralık ayında yayınlanacağı sözü verilir. Sadri Ertem CHP’deki görevlerinden fırsat bulup tefrikanın peşine düşmemiştir ama aralık ayı gelip çattığında bin bir sitemle Asım Us’un karşısına dikilir. Asım Us’un sözünde durmamak için haklı bir nedeni vardır. Tevkif edilen 35 komünistin ifadelerinden anlaşıldığına göre bir bar kadını Anadolu’yu dolaşıp gençleri baştan çıkarıp "komünizmayla zehirlemektedir."
Sadri Ertem dosyayı geri alır, birkaç yıl yayımlatmak için girişimde bulunmaz. Niyeti kitabı genişletmektir. Ta ki Etem İzzet Benice 1936’da Son Telgraf gazetesini kurup Ankara muhabirliğine de Adil Akba’yı getirinceye kadar. Akba, roman tefrikası yazmasını isteyince Ertem yıllardır koltuğunun altında dolaştırdığı gezi yazılarını uzatır. Aradan bir iki hafta geçince Benice’den bir mektup alır. Eski yazıyı okuyup dizecek bir mürettip yoktur. Yeni yazıyla gönderdiği takdirde basılacaktır. Sadri Ertem bir kez daha bırakır işin peşini. Yıllar geçer, 1939’da savaşın adımları duyulduğunda Tan gazetesinin başyazarı Zekeriya Sertel, Kemal Sülker’den yazıları daktilo etmesini ister ve emeğinin karşılığını vereceğini söyler. Sülker yazıları daktilo eder ama emeğinin karşılığını alamaz. Ertem’in tefrikası da Tan’da yayımlanamaz çünkü İngiltere ile imzaladığı anlaşmayla Türkiye tarafsızlık statüsünden ayrılmış, Sertellerin Sovyetlere ilişkin dostça bir metni basmaları imkânsızlaşmıştır. Uluslararası ilişkilerle baş edemeyen Ertem, dosyayı Sülker’e savaş sonrası istediğini yapmasını söyleyerek teslim eder. Sülker Konya’da sürgündeyken 1943’te Ertem’in ölüm haberini alır.
'TEZLİ' İZLENİMLER
Kemal Sülker’in vefası sayesinde okuma şansına eriştiğimiz yazılarında Sadri Ertem okuyucularına boş övgüden, haksız yergiden uzak olacağını vaat etse de, vapurdan indikten sonra izlenimlerini aktarmayı bırakıp uzun bir tarih anlatısına girişir. Odesa’nın, Moskova’nın tarihini aktarır okuyucularına. Kendi deyimiyle "Halley Yıldızı kadar esrar dolu" olan Sovyet Rusya’daki "laboratuvar hayatı”nı görmeye gelmiştir ama gördüklerinin pek azını yansıtır okuyucusuna. Bunda Sovyet hükümetinin Türk heyetini bir şey göstermeden ağırlama becerisine mi, yoksa romanı politik bir araç olarak gören ve sokaktaki hayatla başı pek de hoş olmayan Türk münevverinin edebi faydacılığına mı yormak lazım? Bence ikincisi. Sokağı gözlemlemek yerine, Ankara’nın gözlerini kamaştıran üretim ve planlama faaliyetlerine bakmak, okuru aydınlatmak romanı politik bir kürsü, yazarı da hatip olarak konumlandıran anlayışa uygun.
MOSKOVA'NIN BİR GECESİ
Suat Derviş de 1937’de biner Odesa’ya giden vapura. Hakkında lehte ve aleyhte bir sürü şey okuduğu, dinlediği, duyduğu bir ülkeyi göreceği için heyecanlıdır ama "Sovyet memleketine giren bir Türk gazeteci ile bir Avrupalı gazetecinin aynı hislerle mütehassis olması"nın kabil olmadığını bilir.(3) Çünkü onun memleketinde Sovyetleri sevmeyi öğretmişlerdir ona, bu yüzden anlamaya çalışan gözlerle bakar etrafına. Tahran yolunda vapurda Çek bir hukukçu Sovyetler Birliği’ni "yapma ve iğreti bir dekor" olarak tanımlaması ilginç bir diyaloğu başlatır. Sovyet devriminin aceleciliği her şeyi halı altına süpüren bir özensizlik yaratmıştır hukukçuya göre. O görkemli dekorlarda Avrupa’nın durmuş oturmuşluğunu bulmak mümkün değildir. Hatta liberal hukukçu bu görüşünü ispatlamak için kaldıkları İntourist otelinde eğilip banyonun altına bakmıştır. Suat Derviş hayretle neden bunu yaptığını sorar adama. Tesisatın doğru dürüst yapılmadığını görmek için bakmıştır adam banyonun altına, yani Avrupa medeniyetinin taklit edilemezliğini ispat için. Yolcuların arasında bulunan ak sakallı bir adam, hukukçuya suyun akıp akmadığını sorar, "Evet" yanıtını alınca da önemli olanın işlev olduğunu söyler.
Sovyetler Birliği’ne giden Batılı turistin halının altına bakması hep tartışılan bir tavırdır. Bu tavırdan yılan Bolşevikler de misafirlerinden yalnızca gerçeği yazmalarını isterler.(4) Suat Derviş, yoksul bir Cumhuriyet’in elçisi olarak bundan fazlasını yapmaya hazırdır.
GÜNDELİK HAYAT VE KADINLAR
Suat Derviş kadınlar ve çocuklarla ilgili kurumları, mahkemeleri görmek ister. Bunlarla ilgili izlenimlerini ayrıntısıyla aktarır. Denilebilir ki Derviş gerçekten merak eden, anlamak isteyen bir tutum içerisindedir. Sevmeyi öğrendiği komşuya iyi niyetli bir merakla bakar, Falih Rıfkı ve Sadri Ertem şeflerin, savaşların, politbüroların peşindeyken Suat Derviş, çocuğunu emziren annelerin peşindedir. Bir kadın olarak gündelik hayatı ıskalayamayacağını, ıskalamaması gerektiğini bilir. Gündelik hayatın yükü kadınların üzerindedir, bunu bilir Suat Derviş. Bu yüzden gönül rahatlığıyla sırtını sokağa dönüp Kremlin Sarayı’ndaki "şefler"le ilgilenmez. Kendi memleketinde kadınların ve çocukların, yoksulların hayatında neyin değişebileceğini, neyin değişmesi gerektiğini düşünür, tartışır. Suat Derviş’in Sovyet Rusya izlenimleri, kadınların gündelik hayata maruz kalma, dolayısıyla onu analiz etme ve anlatma konusunda erkeklerden ne denli farklı olduklarının kanıtıdır.
İNÖNÜ GİTTİ DEMİREL GELDİ, ATAY GİTTİ RADO GELDİ: YAŞASIN LİBERALİZM!
Liberal Şevket Rado ise çok farklı bir konjonktürde gider Rusya’ya.(5) Yıl 1967’dir. Artık Ankara’dan Moskova’ya bakan dost gözler, aynı gelecek tahayyülü yoktur. Süleyman Demirel’in heyetindedir Şevket Rado ve önyargısız bakmaya söz vermiştir ama liberalizmle sosyalizm arasındaki kan uyuşmazlığı daha ilk bakışta kendini ele vermiştir. Rado, Sovyet Rusya’da komünist olmanın zorluğundan dem vurur, Avrupa’da romanlardan etkilenip komünist olmak gibi kolay iş değildir Rusya’da komünist olmak, sıkı disiplin, uzun bir eğitim ve adanmışlık gerektirmektedir. Rado bir liberal olarak devletin elinin her yere uzanmasından rahatsızdır. Sovyet toplumu istememeye alıştırılmıştır Rado’ya göre, çünkü devletin pazarı elinde tuttuğu bir ülkede istemek tehlikelidir:
"Dükkânlar çok azdır ve az olan bu dükkânlarda kuyruk yapan insanlar ne verilirse almak mecburiyetindedirler. ‘Yok’ denince de kimse ‘Neden yok?’ demeye mezun değildir. Yoksa yoktur ve inşallah bir gün olacaktır! Tezgâhtar memur olduğu için mesai bitince büyük mağazalarda tezgâhtarlar kuşlar gibi uçuvermekte, ortada kalan müşteriler çıkmak için kapıyı aramaktadırlar." İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verilmiş, insanın devlet tarafından sömürülmesi başlamıştır. "Naylon çorap" için yanıp tutuşan kadınlar, Nâzım Hikmet’in mezarının karşısındaki dolar mağazaları, her daim toz pembe Pravda, Amerikan rüyasının peşindeki delikanlılar, Taşkent’le Moskova arasındaki kültürel ve ekonomik uçurum, gerçeklerden kaçan Sovyet yönetiminin bir rüya endüstrisi kurması… Bütün bunlar Rado için komünist cennetin cehenneme döndüğünün kanıtıdır.
1967 Türkiye’sinde, Demirel heyetinde Moskova’yı sevmeyi öğrenmiş gözler yoktur. Moskova o gözleri görmek için Melih Cevdet ve Yaşar Kemal’i getiren Armenia vapurunu bekleyecektir.(6)
NEREDE BU KARAMAZOVLAR?
Melih Cevdet, Rado’nun aksine, baktığı her yerde güzellik görür, şenlik havası görür. Moskova da sakinleri gibi sessiz, fısıltılı bir şehirdir. Ortada Dostoyevski kahramanları gibi bir bardak suda fırtına koparan, kendini Tanrı’ya şirk koşan, şakağında tabancayla gezinen, yararsız kocakarıları, şehvet düşkünü babaları öldüren insanlar yoktur. Yine de Dostoyevski’nin Rusları yanlış anlatmış olduğu biçiminde bir eleştiri yapmak niyetinde değildir Anday, belli ki Dostoyevski’nin amacı başkadır.
Yüzyıl başında, Tanrı’yla, şeytanla, ölümle cebelleşen kahramanlar belli ki kendilerinden daha çılgın bir sisteme teslim olmuşlardır: Devrime! Tanrıyı, çarı ve belki de ölümü tahtından indiren devrim karşısında bütün o gürültücü Rus tanrıları sessizliğe bürünmüşlerdir. Belki de Anday’ın tanık olduğu sessizlik budur.
TEK ÜLKEDE CENNET
Cumhuriyet ideologlarının kalkınma planları, demiryolları, asfalt, çelik ve beton; liberallerin ışıltısız vitrinler, uzun kuyruklar, naylon çorapsız ve makyajsız kadınlar gördükleri yerde, sosyalist Anday ne görmüş bir bakalım:
"O pazar gününü hiç unutmayacağım. Kanalın koruluk olan iki kıyısı insan dolu. Her ağacın altında kadınlar, erkekler, çocuklar… Sonra yüzenler, balık tutanlar, güneşlenenler. Vapurun içi gibi, kanalın kıyıları da neşe içinde. Vapurdan kıyıya, kıyıdan vapura el sallayanlar… Yolcuların çoğu gençlerdi; güzel, renkli giysili kızlar gördüm, dans eder gibi kıvrım kıvrımdılar! Küçük çocuğunu yürütmeye çalışan neşeli bir baba gördüm güvertede; üşümesin diye kocasının arkasına kendi hırkasını atan orta yaşlı bir kadın gördüm…"
Sosyalist iyimserlikle liberal kötümserlik arasında gidip gelen Moskova… Oyunbaz Rus tanrılarının cirit attığı sokaklarıyla kendisini görmeden geçip giden, anlamadan dinlemeden anlatan seyyahlarını selamlıyor, "sade bir şarkı gibi."(7)
Dipnotlar
1. Falih Rıfkı Atay, Moskova Roma, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1932.
2. Dostoyevski, Batı Batı Dedikleri, çev. Ergin Altay, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1972.
3. Suat Derviş, Anılar, Paramparça, Yay. Haz. Serdar Soydan, İstanbul: İthaki Yayınları, 2017.
4. Sovyet hükümetinin art niyetli eleştirilere duyduğu tepki ve Marquez, Steinbeck ve Wells’in farklı dönemlerde kaleme aldıkları Rusya izlenimleri için bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/uc-donem-uc-yazar-uc-rusya-h-g-wellsten-steinbecke-rusya-gunlukleri-haber-1593535
5. Şevket Rado, “50. Yılında Sovyet Rusya”, Hayat dergisi, 1967.
6. Melih Cevdet Anday, Anadolu’da ve Sosyalist Ülkelerde, İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1977.
7. Sergey Yesenin’in, “Bakü” şiirinden.