Motivasyonu afetten koparmamak için dışarıdakilere düşen görevler
Artık önümüzde iki büyük mesele var. Birincisi, depremi yaşayanların daha fazla örselenmesine engel olmak. İkincisi, bu işin, rehabilitasyonuyla inşaatıyla hesap sormasıyla çok uzun süreceğini bilmek ve enerjiyi buna göre ayarlamak. Yılmaz olmamız gerekiyor.
1.
Afet bölgesinde günlerdir çalışan oyuncu Mert Fırat, depremin dördüncü gecesinde bağlandığı canlı yayında metanetle ve tane taneanlatıyor: “Ben yaşımın elverdiği ölçüde söyleyebilirim elbette, galiba bu Türkiye’nin yaşadığı en büyük afet.”
O gece için Fırat’ın bir ölçeği yok, felaketi kendi deneyimlerine bakarak yorumlamaya çalışıyor. Bir sıraya sokmaya çalışıyor. Antakya diye bildiği yerin yerinde yeller estiğini, sayısını bilemediği kadar kişinin, bu arada kendi yakınlarının da enkazda; yüz binlerce insanın da yollarda olduğunu görüyor.
Ölçek yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Acı ev ev, insan insan, hikâye hikâye büyüyor.
Bildiğimiz Antakya, bildiğimiz İskenderun, bildiğimiz Kahramanmaraş, Adıyaman, Samandağ ve daha niceleri yok… Artık yok. Şehirlerimizin binlerce sakini hâlâ enkaz altında.
Şu an yakınını arayan, yarasını sarmaya çalışan insanların bu boyutu düşünmeye ne zamanı ne de mecali var.
Yapacak o kadar çok iş var ki.
Bu bizim işimiz. Dışarıda kalanların işi.
İki büyük mesele var.
Birincisi depremi yaşayanların hâli. Tek önceliğimiz ama gerçekten tek önceliğimiz, şehirleri inşa etmekten de önceki önceliğimiz, onların daha fazla örselenmesine engel olmak. Bunun için de uzmanları “sahiden” dinlemek.
Şunu bilmemiz gerekiyor: Depremi yaşayanlar bir insanın ruhunun kaldıramayacağı, kimsenin asla hazır olamayacağı şeylere şahit oldu. Kum saatini tersine çevirmemiz, görülmüşü görülmemiş kılmamız mümkün değil.
O halde dışarıdan bakıp yargı dağıtmayalım.
Bir de aklımızda tutalım: Bildiğimiz şeyleri sandığımız kadar bilmiyoruz. Dinlememiz gerektiği yerde soru soruyoruz. İhtiyaç gidereceğimiz yerde kendi ruhumuzu teskin etmeye, kendi önceliğimizi ve imkânımızı başkalarının ihtiyacı haline getirmeye çalışıyoruz. Bunu yapmamaya çalışalım.
Bu defa yapmayalım. Bu defa kendimizi, kendi dünyamızı bir kenara bırakmaya çalışalım.
İkinci meselenin herkes zaten farkında: Bu, bir haftalık mesele değil, bir aylık ya da mevsimlik de değil. Yara sarmak yıllarca sürecek. Yüz metre koşusu değil, bir maraton bu. Felaketin zorunlu kıldığı bir maraton.
Farkında olmasına farkındayız da, insanın ruhunu terbiye etmesi çok zor. Konsantrasyon çok zor. Enkaz arama faaliyetleri bile densizlerin densizliğiyle, hadsizlerin gevezeliğiyle gölgeleniyor.
Ama konsantrasyon… Daha barınma işi var. İnşa var. Rehabilitasyon var. En önemlisi çocuklar var…
Konsantre olmak gerekiyor. Çünkü daha hesap vereceklerden hesap sorma var. Bu işin inşaatında, denetiminde, bürokrasisinde, siyasetinde kim varsa hepsinden… Sistemi kuran, mümkün kılan, taşıyan kim varsa.
“Siyasetin sırası değil”cilerden değilim. Bilakis iş yapmak ve siyaset bir arada gider. Öfke de insanı konsantre eder, yeter ki onun gözümüzü kör etmesini engelleyelim. Çünkü görmemiz gerekiyor. Enerjiyi koruyalım. Dayanışmayı koruyalım. Koruyalım ki ayakta kalalım. O enerji hesap sormayı da mümkün kılar.
Doğan Cüceloğlu Hoca; insanı ayakta tutan enerjiyi “yılmazlık” diye anlatırdı. “Bu enerjinin bir diğer adı da İngilizlerin ‘resilience’ dedikleri şeydir, yılmazlık. Yılmazlık, azim, bırakmama, direnç…” (Var Mısın? Doğan Cüceloğlu - Deniz Bayramoğlu, Kronik Kitap)
Yılmaz olmalıyız. Dirençli olmalıyız. Bu işin çok uzun süreceğini bilmeliyiz. Kendi ruhumuzu teskin edip, kendi ihtiyaçlarımızı tatmin edip bir kenara çekilmememiz gerektiğini bilmeliyiz. İnsanın ruhunu kıran, paramparça eden şeyler yaşamış insanlar hakkında bilmiş bilmiş konuşmamayı da bilmeliyiz. Öğrenmeliyiz.
5.
En büyük felaketimiz bu mu? Belki budur. Ama bunun daha da büyük bir felaket olmasını engelleyebilir miyiz?
Mert Fırat, en başta bahsettiğim konuşmasında dayanışmanın güzelliğinden, diriliğinden de söz açıyor ve bir de not düşüyordu:
“Bu ilginin bu motivasyonun bu afetten hiç kopmaması gerekiyor.”
Yılmazlık bu ilgiyi diri tutmak işte. Dışarıdakilere düşen de bu.