Türkiye’nin siyasî muhalefet ortamında çok büyük suç sayılan bir davranış var. Davranmasanız da oluyor, yalnız bir ifadeyle, belki sadece imâ yoluyla da bu suç işlenebiliyor. Belki bizzat duygu, suç sayılan. Dışavurulduğunda derhal kitle imha silahına dönüşebilen zehir ekstresi muamelesi görüyor. Bu lanet şeye kahrolasıca bir ad verilmek istenirken yaygın şekilde kullanılan kelime “iyimserlik”. İyimserlik suçu işleyenin üzerine, maazallah, hemen çullanıyorlar.
Bunu kurcalamak gerek. Ve bugünkü karanlığımızdan kurtulmak için bunun altında yatanlardan da kurtulmak. Zira, herhangi bir devlet baskısına, biber gazlarına, sabaha karşı ev basmalara, hapislere falan gerek yok, sırf bu suçu üreten, tanımlayan ve en haşin şekilde cezalandırmak için alesta bekleyen özel polis kuvveti, memleket muhalefetinin geleceğe yönelik hiçbir olumlu öneri geliştirememesi, hiçbir olumlu hedef peşinde uğraş vermemesi için yeterli.
İyimserlik polisi çeşitli kısımlardan oluşuyor. Sorgucu, yargıcı ve icracı birimleri var. Özellikle sosyal medyada faaliyet gösteren dedektifleri, ellerindeki özel cihazları mesajlar, bildirimler, yorumlar üzerinde dolaştırarak iyimserlik unsurları barındıran sözleri, eylemleri, girişimleri tespit ediyor. O cihazın ibresi, rastlanan eylemin kabahat mi yoksa suç sayılacak ağırlıkta mı olduğuna göre göstergenin turuncu veya kırmızı dilimlerine uzanıyor, cihaz, sahibinin belirli sinir uçlarıyla birlikte titreşime geçiyor ve ancak yüksek düzeyde gerçekçi insanların duyabileceği frekanstaki ince sesiyle, zararlı madde tespitini kesinleştiriyor. Ardından hem bizzat bu uzmanlar hem de yaptıkları bildirim -ki, linç kültürü ortamında bu doğrudan çağrı işlevi görüyor- üzerine toplaşan gönüllüler -ki, bu bir çeşit vazifelilik aslında- karanlık hayatımızda bilgisayar ekranlarındaki ölü piksel misâlî minik bir aykırı nokta olarak belirmiş virüsü yok etmek üzere harekete geçiyor.
Şahsen, göz devirerek, derin soluk alıp verirken küfür gibi ortaya saçarak veya doğrudan, “Bırak kardeşim!”le başlattığı cümlelerle iyimserlik girişimini gördüğü yerde boğmakta mâhir insanlar tanıdım. Bazılarında bu karakter özelliği değil de bazı hallerde ortaya çıkan bir tepki davranışı olabiliyor. Bu davranış, yüzde doksan dokuz, söz konusu kimsenin katılması, sorumluluk üstlenmesi veya risk alması gereken durumlarda görülebiliyor. İşte burada iyimserlik polisinin kuruluş ve çalışma ilkelerine bizi yaklaştırabilecek bir iz var!
İyimserliklerin teşhis ve müteakiben görüldükleri yerde imha edilmeye girişildiği çeşitli örnekler üzerinde yaptığım derin incelemeler esnasında şu soruya cevap aradım: İyimserlik polisi gibi bir kurum neden, hangi ihtiyaca cevaben kurulmuş ve faaliyete geçirilmişti?
İlk sebep sanırım, sebeplerle, bağlantılarla, çıkarsamalarla, fiille işi olmayan, buna karşılık dünyayı ve hayatı faillerle, kişiler ve kişiliklerle izah eden toplumumuz nezdinde pek fena sayılan bir kabahatle ilişkili: Hasmımız hakkında olumlu izlenim yaratma tehlikesi. Şöyle bir zihinsel mekanizma -“mantık” diyemiyoruz, insanlık tarihine ayıp olmasın diye- işliyor bu mevzuda, anlayabildiğimiz kadarıyla: Ortada iyimser olunabilecek bir imkân varsa, hasmımız mutlak kötü değil mi yani?
İYİ POLİS-KÖTÜ POLİS
Bir kısım iyimserlik dedektifi görece ölçülü, bazı duygusal engelleri aşabilseler mâkûl olabilecek kimseler. Bunlar, hasma olumlu özellikler atfetme tehlikesi baştan savuşturulabilirse oradan buradan ufak tefek iyimserlik filizlerinin uç vermesi karşısında dehşete kapılmayabiliyorlar. Bazıları, hattâ, memnun bile olabiliyor. Yeter ki, olumlu bir değişime kapı açabilir görülen fırsat nedeniyle hasmın takdimindeki şeytânî hava dağılmasın.
Kapı açmak demişken (yukarıdaki “iz”e rastlıyoruz yine): Tabiî hiçbir siyasî-toplumsal değişim kapısı kendiliğinden açılmıyor, en fazla azıcık aralanabiliyor, onu açıp her nereye çıkılıyorsa oraya çıkıp bir şeyler yapmak birilerine kalıyor -ki, konuştuğumuz mevzuda esas meselesinin bu olduğundan ne yazık ki neredeyse eminim.
Hasma olumlu bir şeyler sıçratmayacaksa iyimserliğe en azından akşamüstü çayla beraber falan izin verenlerin ötesinde, en ufak iyimserlik belirtisini, hattâ maazallah girişimini doğmadan öldürmeye azimli, militan grup yer alıyor. Edinebildiğim izlenim kesin yargı için yeterli değil, ancak tahminle şunu söyleyebilirim: Bu gruptaki kimselerin, ezici çoğunlukla, her şey daha kötüye gitse de yaşantılarında pek önemli kayıplar yaşamayacak birileri olması gerekiyor. Aksi halde, hayatı bariz şekilde kötüye gidecekken kıpırdamadığı gibi, kıpırdamaya kalkanı yerine oturtmak için şahsiyetini bile ortaya koyarak çaba sarf eden birisine tek bireyin manevî kapasitesini zorlayacak boyutlarda şuursuzluk atfetmemiz gerekirdi. Ancak görüyoruz ki, iyimserlik polisinin bu köktenci kanadı belli birikime sahip, neyin ne olduğunu bilir gözüken insanlardan meydana geliyor. Bu yüzden şuursuzluk teşhisi koymak o kadar kolay değil.
NE! UMUT MU!?
İyimserlik polisinin sloganlaştırdığı bir söz vardır: “Ne yani, senin hâlâ umudun mu var!” Sonu soru işareti değil ünlemle biten bu soru insanı silkeler, kendine ve -daha önemlisi- hizaya getirir. Bu keskin kılıç misâlî buyruğa -çünkü bu buyruktur- muhatap kalan kimsenin, herhangi bir şeyi olumlu yönde değiştirmeye yönelik her ne yapıyorsa bırakması ve, “her şey feci, hiçbir şey değişmez”ci saflarda yerini alıp durdurma-dondurma hizmetine katılması gerekir. Hem belki bu şekilde günlük yaşantısını kimi zaman çekilmez çileye dönüştüren manevî yüklerden, sevdiği biri hapisteyken yediğinin boğazından geçmemesi gibi saçma ârazlardan kurtulabilecektir.
Gördüğünüz gibi, mesele dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor: iyimserlik olarak gözüken münasabetsiz davranış, her şeyden önce bir değiştirme ihtimaline, imkânına işaret ediyor. Fakat hiçbir değiştirme işlemi çabasız, hele siyasî-toplumsal nitelikte mevzular söz konusuysa risksiz, zahmetsiz yapılamıyor. Dolayısıyla, “şunu şuradan tutarsak şuraya götürebiliriz” dendiğinde, bu işe şu veya bu nedenle katılmak, bulaşmak istemeyen, onu şuradan şuraya götürmenin anlamı olmadığını açıkça iddia edemeyecekse, çünkü onun şuradan şuraya götürülmesi bariz şekilde daha iyi durumsa, “götürülemez, olmaz, yapılmaz!” diye ortaya fırlıyor. Bu “yaptırmazlar”a dönüşürse, bir taşla iki kuşun vurulması da mümkün oluyor. “Yaptırmazlar”ın meşru yapmama sebebi sayılabilmesi iyimserlik polisi mevzuatına özgü güzelliktir, sahiden insan gibi yaşama mücadelesi verenlerin âleminde buna rastlanmaz.
APTAL MI MÜCADELE EDEN?
Meselemiz şu memlekette insan gibi yaşamaksa, bunun için uğraşmamız gerekiyor. Yakında, yalnız gibi insan değil, düpedüz yaşayabilmemiz bile bir mücadele konusu haline gelecek. Daha bugün AKP genel başkan yardımcısı çıkıp, hukuksuz şekilde kamu hizmetinden men ettikleri insanların seçme hakkı bile olmaması gerektiğini söyledi. “Böyle bir şeyin de fitilini ateşlemiş oluyorum,” sözlerini ekleyerek. Hatırlayalım: 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ne oldu? OHAL’le birlikte, iktidar koalisyonunun istemediği, “sakıncalı” gördüğü, sayısını dahi tam bilemediğimiz kadar insan -haksız hukuksuz hapsedilenlerin, türlü eziyete uğrayan, mağdur edilenlerin yanı sıra- işlerinden atıldı, hem kendilerinin hem yakınlarının hiçbir işe alınmadığı, fiilen sivil ölüme mahkûm edildiği bir cadı avı yürütüldü. Fethullahçılarla uzaktan yakından alâkası olmayan solcu, demokrat insanlar “15 Temmuz’la bağlantılı olmak”la suçlandı. Halen, hiç suç işlememiş insanlar bütünüyle palavra iddialarla yargılanıyor, mahkûm ediliyor, hapse atılıyor. Evi, malı mülkü elinden zorla alınamayacak kimse yok. Yani açıkça, bir “lanetli” nüfus kesimi yaratıldı, sık sık da bunun böyle olduğu iktidar propaganda aygıtı aracılığıyla dile getiriliyor, bununla övünülüyor, hattâ şimdiye kadarı yetersiz bulunuyor, daha geniş kesimin haklardan yoksun, ikinci sınıf yurttaş yapılması talebi dile getiriliyor. İşte, iktidar koalisyonunun büyük partisinin en tepesinden bir zat da çıkıp, ikinci sınıf yurttaşlığı kurumlaştırmak gerektiğini söylüyor.
Durum bu. İkinci sınıf yurttaş olmak istemiyorsan uğraşacaksın. Bunun için birinci sınıf yurttaş olmaya çalışman da yetmez, herkes eşit yurttaş olsun diye uğraşmak gerekiyor. Genel “muhalif” saflarımızın hiç alışık olmadığı şey. Şu anda Türkiye’deki aslî ve hayatî sorun. Seçimin dürüstçe yapılması, oyun sağlıklı sayılması, eşit ve haysiyetli yurttaşlık mücadelesi içerisinde ayrıntıdır. Ve ne yazık ki, bütün bu mücadeleler böyle, hiçbiri herkesin her zaman bütünüyle anlamlı bulmadığı, uğrunda çabalamayı içine sindiremeyebildiği bir dizi ayrıntıdan oluşuyor.
Ve bunlarla uğraşabilmek için, olabildiği kadarıyla heves, direnme ve değiştirme arzusu, akıl, cesaret, dayanışma ahlâkı gibi, kendi haline bırakılmış yeryüzü hayatında kolay bulunmayan şeyler gerekiyor. Bütün bunları bir araya getirebilmek ve didinebilmek için, mevcut duruma katlanıp katlanmamanın haysiyet sorunu olduğunu kavramanın gücüyle, değiştirme imkânlarını arama güdüsünün bir arada varolması, yetişmesi, büyümesi şart.
İyimserlik polisi herkese aslında, “Boşuna uğraşmayın” diyor, “değiştiremezsiniz”. E tamam, haydi, böyle bir tutum da olabilir, birey hakkıdır, diyelim. Ve fakat bu kurumun mensupları yalnız herkesi azarlama haklarının tanınmasını değil, en sıkı radikal muhaliflerin kendileri olduğunun da kabulünü talep ediyorlar. Ayrıca, hasmın her kötü eyleminde, başımıza gelen her felakette, hışım ile sevincin yalnız bu insanlar tarafından imal edilebilen karışımını, kalitesiz filmlerde kötü adam oynayan kötü oyuncuların yapay kahkahalarına benzer sesler eşliğinde üzerimize boca ediyorlar: “Voha ha ha ha! Gördünüz mü!”
Böyle bir tavır muhaliflik değildir. Eğer maksat hakikaten kendimizi onaylamak değil de insan gibi yaşamaksa, iyimser miyiz, umutlu muyuz gibi sorularla fazla işimiz de olmaz esasında. Günlerdir oy çuvallarının başında yatıp kalkan insanlar yok yere boş umutlarla kendilerini kandıran aptallar mı? Başlarına gelmeyen kalmadığı halde hâlâ bulabildikleri her imkânı zorlayarak hak taleplerini dile getiren ve başlarına yeni yeni belalar getirilen Kürtler aymazlıktan mı göze alıyorlar onca eziyeti? Zaten üç kuruşu zor kazandıkları işlerinden atılıp aç kalma pahasına sendikaya giren, buz gibi soğukta kendilerini işyerinin karşı kaldırımında direniş çadırının içinde üşürken bulan işçiler salak mı? Her gün ikisi üçü düşüp ölen inşaat işçilerini örgütlemeye çabalayanlar? Onlar ne? İflah olmaz iyimserler mi? Sakın bu devirde sendika örgütlemeye çalışarak, icabında sendikaya izin verebileceği izlenimi yaratmak sûretiyle iktidara prim veriyor olmasınlar?
Sizi temin ederim, değerli okurlar, köşe yazarınız tanıyıp tanıyabileceğiniz en kötümser insanlardan biridir. Fakat mevzu bu değil.