Kürt siyasi hareketleri 1970’li yıllardan bu yana mücadele ve
müzakereyi bir arada yürüten ve gözeten bir yol izlemeye çalışıyor.
Bu çaba siyaset tarzından olduğu kadar bölgesel ve fiziki
zorunluluklardan da kaynaklanıyor. Sorunun dinamikleri siyasi
aktörlerini mecburen mücadeleye ittiği gibi bu mücadele içinde
karşı tarafındakilerle müzakereye de zorunlu kılıyor. Mustafa
Barzani’nin 1970’lerde Saddam Hüseyin’le, Abdurrahman Qasımlo’nun
1989’da İran rejimiyle, Abdullah Öcalan’ın 1993’te “bir muhatap
arıyorum” diye başlayıp 2010’ların ortalarına kadar farklı
hükümetlerle yürütmek istediği ya da sürdürmeye çalıştığı
görüşmeler benzer arayışların ürünüydü.
Siyasi parti ve liderleri açısından da mücadele ve müzakere
siyaseten var olabilmenin temel ve birbirinden ayrılmaz parçaları
olageldi. Kürt siyasi partilerinin ilki olan Halkın Emek Partisi
1990’daki parti programında temel amaçlarından birini “Kürt
Sorununu, Türkiye'nin bütünlüğü içinde, İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç
Belgesi'nin hükümleri doğrultusunda demokratik ve barışçı yöntemle
çözmek” olarak duyurmuştu.
HEP’ten sonra kurulan (kurulmak zorunda bırakılan) DEP, ÖZDEP,
HADEP, DEHAP, DTP, BDP, HDP ve nihayet bugünkü DEM Parti’nin
programlarında da farklı ifadelerle de olsa aynı amaç vurgulandı.
Dolayısıyla bu geleneği sürdüren siyasi partilerin esas amaçları
Kürt sorununun demokratik çözümü için siyaset üretmek, bu yolda da
Kürtlerin siyasete aktif katılımlarını sağlamak oldu. Bunun için de
iktidarda hangi siyasi özne varsa bunlarla mücadele kadar müzakere
siyaseti de yürütmek izlenen temel yol oldu. Selahattin Demirtaş,
Kobani davasındaki savunmasıyla bu iki unsuru harmanlayan ve
yeniden gündeme getiren bir metin ve mesaj sunmuştu.
2012’de başlayıp 2015’e kadar devam eden çözüm sürecinde bu
siyasetin Türkiye açısından bir tür zirvesine ulaşılmış, Türkiye
tarihinde çok ciddi bir müzakere deneyimi edinilmişti. Ancak
sürecin bitmesiyle birlikte müzakere siyasetinin olanakları da
tamamen ortadan kaldırıldı. Türkiye, sorunun çözümünü tartışan bir
yönetimden sorunu savunucularıyla birlikte ortadan kaldırmaya
çalışan bir yönetime geçti.
Gelinen süreçte Kürt siyasetinin 31 Mart seçimlerini
-muhtemelen- bir vesile olarak görüp yeniden müzakere siyasetini
canlandırmaya çalıştığı anlaşılıyor. Bunun en sembolik karşılığının
da DEM Parti’nin İstanbul’da kendi adayıyla seçime girme kararı
olduğu görülüyor. HDP eski milletvekili Ali Kenanoğlu’nun da dediği
gibi DEM Parti’yi müzakere siyasetine iten sebepler arasında
Türkiye’deki durum kadar Irak ve Suriye’de yine Kürt meselesi
etrafında yaşanan ve önüne geçilmemesi durumunda çok daha geniş bir
coğrafyaya yayılma riski bulunan bir çatışmalı süreci doğurabilecek
değişimler de etkili. ABD’nin Suriye’den çekilmesinin tartışıldığı
bir dönemde bölgedeki aktörlerin çatışmasızlığı sağlayacak adımlar
atması bir zorunluluğa dönüşmüş durumda. Selahattin Demirtaş’tan
Leyla Zana’ya, Ahmet Türk’ten DEM Parti yetkililerine Kürt
siyasetçilerin son dönem mesaj ve çağrıları bu ihtiyacın bir
karşılığı olarak ortaya çıkıyor.
YENİ BİR 'SÜRECİN' İMKANLARI
Sadece Kürtlerin değil, tüm Türkiye’nin daha fazla vakit
kaybetmeden 10 yıl öncekine kıyasla daha sağlam temelleri olan,
böylece geleceğe de daha kalıcı ve yapıcı etkiler bırakacak bir
çözüm sürecine ihtiyacı var. 1984’ten 1999’a kadar geçen 15 yıldaki
çatışmalı süreç JİTEM çetelerinin neredeyse ülkeyi yönettiği bir
durum yaratmıştı. 2015’ten bu yana devam eden çatışma süreci de
Türkiye’yi belki 1990’lardan daha karanlık, milliyetçiliğin
ırkçılığa dönüştüğü, aşırı sağın daha fazla kadrolaşıp ülkeyi
yönetmeye başladığı bir coğrafya haline getirdi. Bu karanlık,
faşizan dönem öncelikle Kürtleri, daha sonra da tüm ülkeyi derin
bir çukura çekiyor. Ülkenin bu çukurdan çıkmasının en önemli yolu
da Kürt sorununun demokratik çözümü için müzakere siyasetinden
geçiyor.
Sorunun demokratik çözüm olasılığının neredeyse tartışılmasının
dahi zorlaştığı bir dönemde Türkiye’deki hâkim siyasi dengelerin de
dayatmasıyla seçimler dolayısıyla bu imkânın yoklanıyor olması da
–başka bir aracın bırakılmaması sebebiyle- son derece anlaşılır. Bu
çözüm imkânı da ne yazık ki tarafların meselenin çözümüne olan
inanç veya yaklaşımlarına göre değil, -yine mevcut siyasi
denklemler nedeniyle- seçimde ihtiyaç duydukları oylara göre
tartışılıyor. AKP’nin Kürt oylarına ihtiyacı olması halinde mevcut
siyasetini yumuşatabileceği, aksi durumda son dört seçimdir
kendisine kazandıran milliyetçi ve saldırgan siyasetine devam
edeceği inancı hâkim. Esasen bu, Türkiye toplumunun çözüm
beklentisi veya isteğinin olup olmadığıyla da bağlantılı. Geçen
yılki genel seçimlerde bu yönde bir irade ortaya çıkmadığı gibi
belki de ırkçı parti ve adaylara verilen oy oranları da dikkate
alındığında daha da bilenmiş bir milliyetçi sosyoloji yaratıldığını
gördük.
Öte yandan partilerinin kapatılıp belediyelerine kayyım
atanmasına, siyasetçilerinin hapsedilip dillerinin yasaklanarak
asimile edilmesine Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşıp tamamen
otoriter bir yöne savrulmasından her kesimden daha fazla Kürtlerin
olumsuz etkilendiği herhalde tartışmaya kapalıdır. Bu gerçeğe
rağmen seçim ve seçimsizlik dönemlerinde kendi gündem ve hedefleri
dışında bir dertleri olmadığı son iki seçimde de iyice görülen,
Kürtlere yönelik her türlü baskı ve ayrımcılığa karşı en ufak bir
söz ve siyaset üretme derdi olmayan “sol” ve “sosyal demokrat”
kesimlerin Kürtlerin bu arayışları karşısında aleyhe bir tartışma
yürütecek ahlaki bir zeminlerinin de olmadığı açık. Her türlü
itiraz ve kaygıya rağmen önceki seçimde kendini test etme derdine
düşen “sol” kadar, gerektiğinde İYİ Parti’den Zafer Partisi’ne
uzanan genişlikte ittifaklar kurmak konusunda en ufak ahlaki bir
duraksama yaşamayan sosyal demokratların da Kürt siyasetinin
ülkenin girdiği girdaptan çıkış yolları aramasına ya sessiz kalmak
ya da destek olmak dışında “ahlaki” bir tavrının olamayacağını
belirtmek gerekiyor. Yine bununla doğrudan bağlantılı olarak Kürt
meselesinin çözümüne dönük çabaların neden yalnızca yine Kürtlere
terkedildiğini de aynı kesimlerin tartışması gerektiği belki bu
vesileyle gündeme gelir.
Kürt siyasetinin aktörleri karşı tarafında herhangi bir olumlu
emare olmamasına rağmen bir kez daha şiddet sarmalından çıkılması
ve sorunun çözümünün tartışılmasının kapılarını aralamak için
müzakere imkanları arayışında. Önümüzdeki seçim ve sonuçlarının tek
başına bunları sağlamasını beklemek naiflik olsa da gelinen aşamada
bu naiflik dışında pek fazla seçeneğin kalmadığı da ortada.