AKP ideolojisinin tarihsel kökleri 2000’li yılların başına uzanır. 2001 yılında kurulan parti, on dört ay sonra katıldığı ilk seçimlerde ideolojik kimliğini "muhafazakâr demokrat" olarak tanımlamıştı. Erken seçim ilan edilmiş olmasından ötürü, hazırlık süresi çok kısaydı. Buna rağmen, elde edilen başarı gerçekten göz alıcıydı. Geçerli oyların yüzde 34,3’ünü alan AKP, seçimden birinci parti olarak çıkmıştı. CHP ise yüzde 19,4 oranında oy alarak meclise girmeyi başarabilmişti. Ancak seçim barajını aşabilen bir başka parti yoktu. Bu durum, AKP’nin aldığı oy oranının iki katı kadar temsil gücü elde etmesiyle sonuçlandı. AKP’nin henüz kurulmuş bir parti olması kadar, CHP’nin önceki dönem meclise girememiş olması da dikkat çekiciydi. Manzara, bir devrin kapandığını açıkça gösteriyordu. AKP’yi siyasete taşıyan dönüşümün bir toprak kayması olduğundan kimse şüphe duymuyordu. Herkesin yanıt beklediği asıl soruysa şuydu: “Yaşanan zemin değişikliği ne ölçüde kalıcıdır?”
Kalıcılık, her geçiş döneminin doğal tartışma başlıklarından biri. Fakat, uzlaşmazlığın tarafları bu sefer dönemsel gerilimlerce belirlenmiş konumların çok ötesine geçmişti. AKP’nin kadroları da dahil birçok yorumcu, kazanılan seçim zaferinde ideolojik programın fazla bir etkisi olmadığını kabul ediyordu. Zaten bu ideolojinin ne olduğunu tam olarak bilen kimse yoktu. Ortalıktaki birkaç metin de açıklayıcı olmaktan uzaktı. Yeni ve içeriği çok da belirgin olmayan bir ideolojik söylemin, farklı toplumsal kesimlerin taleplerini, ortak bir siyasi program ekseninde birleştirdiği düşünülemezdi. Tüm bu nedenlerle, ilk tartışmalar, iki farklı yöne doğru evrildi. Bir grup, muhafazakâr demokrat görüşün yeni bir eğilimi temsil ettiğini ve içeriğinin zamanla dolmasını beklemenin doğal olduğunu savunuyordu. Diğer grup, ortada yeni bir ideolojik tutum olmadığını, aslında onun AKP’nin Milli Görüş hareketiyle olan bağının üstünü örtsün diye takılmış bir maske olduğunu ileri sürüyordu.
Zaman her iki grubun da yanıldığını gösterdi. Muhafazakâr demokrasi, sanıldığı gibi, zaman geçtikçe içeriği doldurulan belirgin bir ideolojik hatta dönüşmedi. Aksine partililerin söyleminde giderek daha az yer buldu ve yerini “ileri demokrasi” söylemine bıraktı. Sonra da artık işe yaramadığı için pek adı anılmayan eski bir dost muamelesi görmeye başladı. Öte yandan, AKP’nin konumunu sağlamlaştırdıkça bu ideolojik kimliği terk ederek, maskenin gerisindeki İslamcı “özü” açık bir şekilde ortaya koyacağı iddiasının da doğru çıktığı şüphelidir. Sonradan AKP’nin siyasi söyleminde ve dış politikasında İslam vurgusunun çok öne çıktığı doğrudur. Fakat bunun iç politikadaki ittifak ve dışarıda nüfuz arayışının gerektirdiği stratejik hesapların ötesinde olduğu söylenemez. Süreklilik gösteren tek şeyse şudur: İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, hatta Batılılaşma veya Atatürkçülük gibi “yerli” ideolojiler kadar, liberalizm, muhafazakârlık veya sosyalizm gibi evrensel ideolojileri de seçim başarısını garantiye alacak şekilde araçsallaştırmak.
AKP’nin ideolojik eğilimlerle olan bu araçsal ilişkisi, bizi ideolojinin işlev gördüğü bir başka düzey üzerinde düşünmeye zorluyor. İdeoloji, genel olarak, insanların dünyayla kurdukları ilişkilerin zihinsel düzeyine gönderide bulunur. Bu açıdan ideoloji, farklı siyasal bilinç biçimlerini açıklayan bir simgesel düzenektir. Öte yandan, insanların somut siyasi tartışmalardaki tercih ve davranışlarını belirleyen uygulamalı bir ideolojik düzey de vardır. Uygulama düzeyinde yapılan tercihler, her zaman simgesel düzeyde benimsenmiş ideolojik tutumlarla uyum içinde olmayabilir. Nitekim kendini sosyalist olarak tanımlayan insanların Kürt düşmanlığı yaptığına veya AB taraftarı olan, çözüm sürecini destekleyen birinin, kadın haklarının geliştirilmesi konusunda olumsuz görüş sahibi olabildiğine sık sık tanık oluyoruz. Görünüşteki bu çelişki, ideolojik tutumumun işlerlik gösterdiği zihinsel ve pratik düzeylerin, farklı mantıklara tabi olmasından ileri gelmektedir. Bilinç düzeyinde ilkeler ve ideallere göre işleyen ideoloji, uygulamada strateji ve taktiklere göre iş görür. Bu durum, her zaman için, gerçek siyasette insanların ideolojik kimliklerinden sapma göstermelerini açıklar.
2002 seçimlerinin ortaya çıkardığı sonucu, İslamcılık veya Batılılaşma gibi simgesel düzenekler üzerinden çözümlediğimizde karşılaştığımız sorunları bu ayrımı devreye sokarak çözebiliriz. Bu seçimlerde AKP’nin aldığı oyların bir kısmı, geleneksel Milli Görüş tabanından gelmişti. Ancak araştırmalar, oyların dikkate değer bir kısmının, bu siyasi eğilimle doğrudan bir bağının olmadığını gösteriyordu. Seçim analizlerinde “oynak seçmen” veya yerine göre “kararsız seçmen” olarak tanımlanan grubun sonuç üzerinde etkili olduğu görülüyordu. Bu seçmen grubunun kararsızlığının, belli bir dünya görüşünü taşıma konusundaki kararsızlık olduğu söylenemez. Kararlaştırılmayı bekleyen şey daha çok oy tercihidir. Bu durum, önemli bir seçmen kitlesi için, dünya görüşü ile oy davranışı arasındaki bağın kopmuş olmasından, tercihin asıl olarak pratik düzeyde belirlenmesinden ileri gelmektedir.
Bu durumda, AKP’nin ideolojik çelişkisini, dünya görüşünün yol göstericiliğinde oy kullanan “çekirdek seçmen” grubu ile pratik sebeplerle kendine oy veren “oynak seçmen” grubu arasında bir denge kurmak biçiminde tanımlayabiliriz. Partinin yaydığı ideolojik sinyallerin heterojen yapısını ve siyasi propagandasındaki dalgalanmaları bu sayede anlaşılır kılabiliriz. Bu açıdan bakılınca, “muhafazakâr demokrasi” kavramı ekseninde inşa edilen ideolojik tutumun seçmeci ve çelişkili yapısı da gizemini kaybetmektedir. Pratik açıdan mesele, sadık seçmenleri kaybetmeden, “yeni” seçmenlerin desteğinin nasıl sürekli kılınacağı meselesidir. AKP’nin seçmen desteği konusunda öz güveninin günümüzdeki kadar yüksek olmadığı, kamuoyu üzerindeki denetiminin nispeten zayıf olduğu ilk evrede, bu sorunu çözmek için geliştirilmiş siyasetleri bütünleştirecek bir zemine ihtiyaç duyuluyordu. Seçim başarısına odaklanmış ve siyasi tercihlerini seçmen tepkilerine göre belirleyen bir profesyonel oy makinesi olarak AKP’nin ihtiyaç duyduğu zemini “muhafazakâr demokrasi” sağlamıştır.
AKP’nin bir oy makinesi olduğunu ve muhafazakâr demokrasinin pratik bir ideoloji olduğunu söylerken, kendilerine ait bir dünya görüşüne sahip olmadıklarını söylemek istemiyorum. Kastettiğim daha çok, “parti ideolojisi”nin etkisinin, seçmene yaymak zorunda olduğu sinyallerden bağımsız ele alınamayacağı. Erdoğan, “Milli Görüş gömleğimi çıkardım” dediğinde, büyük ihtimalle partinin ideolojik eğilimlerinin kazandığı bu veçheyi dile getirmek istiyordu. Bu minvalde muhafazakâr demokratik siyaset yapma anlayışının üç farklı biçimini uygulamaya soktu:
1) Seçmen tercihlerine paralel “gündem kontrolü”.
2) Taktik davranan seçmenlerin tercihlerini etkileyecek sinyaller yayma.
3) Neyin siyasete dahil neyin siyaset üstü olduğunu sürekli tartışmaya açarak, “kapsam yönetmek”. Stratejik olarak muğlak bırakılmış bir ideolojik çerçeve, bu tarz-ı siyasetin olmazsa olmaz bütünleyeni oldu.
Tüm bu dönüşümlere karşı muhalefetin becerebildiği tek şey, seçmenlerin siyasi enerjisini bir “takiyyecilik” eleştirisine odaklamak oldu. Takiyye yapıldığı iddiası, siyasal faaliyeti iktidarı tutum, davranış ve açıklamalarının sahiciliğiyle ilgili şüphe ve korkuları beslemek için kullanıldı. Örneğin, AKP’liler Atatürk’ü ortak değer olarak gösterdiğinde, bunda “samimi” olmadıkları ileri sürüldü. İktidardakiler artık İslamcı bir siyasi gaye gütmediğini söylediğinde, hiç “ikna edici” olmadıkları savunuldu. Cemaatin kendini aldattığını söylediğinde, söylenin “doğru” olmadığını ispatlayan kanıtlar gösterildi. Oysa bu siyaset yapma tarzının amaçları açısından “samimiyet”, “doğruluk” veya “ikna” sadece ikincil bir değer taşır. Aslolan yapılan siyasi tercihlerin veya kurulan cümlelerin “stratejik değeri”dir. Bu değeri, oy makinesini başarılı bir şekilde seçim zaferine götüren yolda nasıl bir işlev üstlendiği belirleyecektir.
AKP’nin seçim zaferiyle beraber gündeme gelen tartışma, çok derin kökleri olan varoluşsal bir korku tarafından yönlendiriliyordu. AKP’nin kurucuları Milli Görüş hareketi içinden çıkmışlardı. Bu hareketin siyasi çizgisini izleyen bütün partiler, birer “irtica” odağı oldukları gerekçesiyle kapatılmıştı. AKP de bu çizgiden gelen Fazilet Partisi’nin içinden çıkmıştı. Bu bakımdan, siyasetin “yapılabilirlik” koşullarının dışına itilmesi, Kemalist eleştirinin esasını oluşturdu. 28 Şubat süreci, Milli Görüşü siyaset sahnesinin dışına atmak istemişti. Oysa demokratik açıdan gerekli olan işlevsizleştirmek değil, yeni yapılabilirlikler yaratarak siyasetin önünü açmaktı. Geniş toplumsal kesimleri siyasete dahil etmeyen hiçbir toplum, demokratik yapısını koruyamaz. Bu açıdan işlevsizleştirme siyaseti kendi başarısının kurbanı oldu. AKP, taşıdığı ideolojik “işlevleri” sistemin koyduğu kurallara uyarlamada büyük bir maharet sergiledi. Milli Görüş hareketinin içinden bir oy makinesi olarak çıktı. Kendisi dönüştü ve dönüştükçe sistemi de kendi siyasi tarzının gereklerine uygun bir şekilde dönüştürdü. Bugünkü otoriter süreçlerin yapılabilirlik koşullarını elde ettiği seçim başarılarıyla inşa etti. Sonuçta AKP’yi siyaset sahnesinden silmek isteyenlerin, kendisi ortadan kayboldu. Neden mi? Şairin güzel bir yanıtı var: “Silgiler silerken silinirler.”