Türkiye’de merkez muhalefet partileri çok uzun bir süredir ‘dile düşme’ korkusuyla yaşıyor. Özgüvenden yoksun, öz gücü yerine hep başkasının sırtına yaslanan zavallı bir tablo çiziyor. Artık kabul edilmiş sınırlarda işleyen bu zavallılığın bizzat ana muhalefet tarafından ilan edilmiş iki ana gerekçesi var. Birincisi muhafazakar seçmen miti, ikincisi ise ya bize "terörist" derlerse korkusu. Bu nedenle anayasaya aykırı anayasa değişikliklerine, anayasaya aykırı olduğunu ilan ederek evet diyebiliyor örneğin ana muhalefet. Ya da cumhurbaşkanı adayı olarak kendi tabanını çileden çıkartabilecek İslamcı bir figürü ortaya atıveriyor. Sonucu belli, anayasaya aykırı anayasa değişikliği sayesinde Demirtaş başta olmak üzere birçok milletvekili tutsak ediliyor, CHP’nin eski cumhurbaşkanı adayı, Türkiye’yi uçurumun kıyısına getiren Erdoğan’a oy vereceğini açıklıyor.
Bu mitlerin kaynağı olarak siyasal gerçekliğimizin tek belirleyeniymiş gibi sunulan anketler var. O anketler de elbette mevcut siyasal partilerin olası adayları üzerine odaklanıyor. Yani basit bir bakkal hesabı. O adayı gösterirsek şu kadar oy buradan kopar, bir de Kürt seçmenden oy alabilecek kıvraklığı gösterebilecek bir sağcıysa değmeyin adayın güzelliğine. Neredeyse bütün analizler bu hesaplar üzerine kurulu. Yanıltıcı argüman çok basit: “Türkiye’de seçmen sağ-muhafazakar ağırlıklı, bu nedenle de bu seçmenden oy alabilecek bir sağcı gerekir.”
Şimdi açıkça soralım. Erken seçimin göz göre göre geldiği, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çok uzun zamandır ince hesaplar ve il gezileriyle doğrudan yürüttüğü seçim kampanyasından belliyken ana muhalefet neden seçim kampanyasına başlamadı? Seçimi göremedi çünkü siyasetinin odağında siyasetsizlik ve kendi pozisyonunu her düzeyde koruma hesabı var. Bir seçim siyaseti belirlemedi çünkü muhafazakar seçmen miti var. Bir adım daha ileri gidersek bu mite inanıyor çünkü bu mit işine geliyor, sürdürülen siyasetsizliği ve kendi pozisyonunu koruma refleksini destekliyor. Dolayısıyla kendisi bu miti yeniden üreterek siyaset yapmayı kendisine yararlı görüyor.
SİYASETSİZLİĞİN İKİ REFERANSI
Muhafazakâr seçmen mitinin Türkiye siyasetindeki işlevi kurucu bir basitlikte. Türkiye toplumunun yüzde yetmişi milliyetçi muhafazakar, dolayısıyla iktidar olmak için sağcı görünmek gerek. Bu miti yaratan da besleyen de ne yazık ki AKP’yi iktidara taşıyan ve kendini solda gören iki kardeş sağ eğilimdir. Bu iki eğilim birbirine de karşıt gibi görünür: Ulusalcılık ve liberalizm.
Ulusalcılar kendi konumlarına ilişkin benim genel korku olarak adlandıracağım korku siyasetiyle, liberaller de iktidarın bir yerine yamanarak İslamcı sağı reforme edebilecekleri fikrine duydukları güvenden dolayı bu mitin işleyişini sağladılar. 2007’de askeri, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı siyaset sahnesine süren korku ile 2010’da AKP’yi yargının bir tarikatın eline geçmesi pahasına açıkça destekleyen liberal güven duygusu kardeştir. Her ikisi de İslamcı sağı Türkiye’nin tek realizmi olarak kabul etmeyi kendi politikalarının kaynağı olarak görmüş ve mevcut sonucu desteklemiştir. Bu iki eğilim de ana muhalefetin çoklu merkezinde güçlü bir temsile sahiptir.
ORANLAR HESABINI SİYASETLE AŞMAK
Peki Türkiye seçmeni gerçekten de muhafazakâr bir değişmez orana mı sahiptir? Bu soruya evet yanıtını vermek bildiğimiz anlamda siyasetin sonunun geldiğini kabul etmek demektir. Bir siyasal vaat etrafında örgütlenmiş siyasal partinin iktidara talip olması biçiminde işleyen temsili demokratik siyasetin ortadan kalktığını baştan kabul etmek demektir. Bu kabulün Türkiye yakın siyaseti içinde çok kere yanlışlandığını söylemek gerekir. İslamcı sağ AKP’nin, tabanı milliyetçi muhafazakar olarak kabul edilen bir çizginin açık açık, kimseden saklamadan Öcalan ile görüştüğü bir dönemi çok yakın bir tarihte yaşadık. 2010 referandumunu sırasında, az öncesinde ve sonrasında cinsel yönelim sorununa kadar meseleleri gündemine almış görünen bir İslamcı sağ partinin iktidarını izledik. Tabanından hiçbir tepkinin gelmediğini eklemeye gerek yok sanırım.
Daha yakın bir tarihe gelelim, Gezi sürecinde yüz binlerin sokakları doldurduğu dönemde kurucu sol fikirlerin Türkiye toplumundaki potansiyelini gördük. Selahattin Demirtaş’ın demokratik-sol siyasetinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milliyetçi muhafazakarlara kadar varan etkisini gördük, daha da yakın bir dönemde Adalet Yürüyüşü'nün harekete geçirebileceği potansiyeli… En yakına gelelim, bugün Saadet Partisi gibi İslamcı sağ kök-geleneğin sol fikirlere ve değerlere nasıl açılmaya çalıştığını izliyoruz.
Siyaset, doğası gereği özcülüğü reddeder. Machiavelli’den beri kayda gerçirilmeye devam eden modern siyaset, verili görünen gerçeği değiştirme kapasitesine dayanır. Türkiye siyasetini belirleyen seçmen kitlesini muhafazakarlığı ile tanımlamak bir şeydir ve bir siyaseti gerekli kılar. Fakat aynı seçmeni, yoksulluğunu yok etmeye, özgürlüğe, nefes almaya, eşit muamele görme hakkına, hayatta kalmaya ihtiyacı olan bir kitle olarak da tanımlayabilirsiniz ve bu da bir siyaseti gerekli kılar. Bu da siyasal vaadi, siyasal gerçekliğe yeni bir düzen verme iddiasını taşımayı gerektirir.
YARIN HANGİ SİYASAL VAAT AÇIKLANACAK?
Sadede gelelim. CHP AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı çok korkutacak bir adayı açıklayacakmış yarın. Devlet bütün kurumları ile çökme noktasına gelmişken, toplum birçok boyutta çürümekteyken, insanlarımız yoksulluk, kayırmacılık, mezhepçilik, ırkçılık girdaplarında debelenirken, yani bütün sular çamurlu akarken cuma günü bir kurtarıcı açıklayacak CHP… Hangi vaatle?
24 Haziran seçimlerinde her türlü yolla bekasını sağlamak isteyen, demokratik meşruiyetini kaybetmiş, sürdürülemez iktidarını antidemokratik yollarla sürdürmeye çalışan mevcut rejimin değişmesi için ilk adımların atılması, demokratik zeminlerin yeniden aralanması hayatidir. Bu nedenle 24 Haziran Türkiye’de 2014’ten beri sürmekte olan seçimlerin taşıdığı niteliğin kristalize olmuş halidir, normal bir seçim olarak görülemez.
Fakat inancım odur ki bu seçimler iktidar ve muhalefet kanadındaki çürümüşlüğün tasfiyesinin yollarını görmeyen gözlere dahi gösterecektir.