Şu aralar babamın hasta yatağında oyalanmak için sardırdığı gündüz kuşağı, “gerçeklik gösterisi” türünde televizyon programlarına maruz kalıyorum. Birbirini aldatanlar, çocuklarını arayanlar, dolandırılanlar, cinayete kurban gitmiş yakınlarının katillerinin peşindekiler, kayıplara karışmış yakınlarının bulunmasını isteyen sıradan, aramızdan insanlar bu kuşakların kahramanları. Bu tür programların aydınlanmamış cinayetleri çözmekten, kayıpları bulmaya, dolandırıcıların peşine düşüp dolandırılanların hakkını iadeye, kaçanları kaçıranları yakalamaya kadar bir dizi derde derman olmak, “gerçeği aydınlatmak” gibi iddiaları var. Elbette gerçekle ilişkileri, aydınlatmayı iddia ettiklerini önce itinayla kurmaktan ibaret. Yerleşik olanı pekiştiren, yaygın inançları, sorgulanmayan gelenekleri pekiştirerek aradıkları “gerçeği” kurguluyorlar. Üstelik izlenebilmelerini, çekiciliklerini, var kalabilmelerini “yalana” borçlular. Herkesin yalan söyleme kapasitesinin genişliği karşısında ağzım açık kalıyor. Bir türlü ne olduğu anlaşılamayan “gerçeğin” peşinde katılanların hayat hikayeleri didik didik ediliyor. Adına “gerçek” denen o şeye varmak için. Özel hayat mevhumunu tamamen yerle bir eden, her tür sırrın ortaya döküldüğü programlar bunlar. İzleyicinin hazzını, özdeşlik mekanizmalarının nasıl inşa edildiğini bir tarafa bırakıyorum. Bunlara her rastladığımda aklıma takılan başka şeyler: Mahremiyetin ihlaliyle ihbarın teşviki, ailenin korunması vurgusuyla ataerkinin pekiştirilmesi, kadınların şeytanlaştırılmasıyla şiddeti meşrulaştıran dil… Ama en çok da şu ihbar meselesi… İhbarcılığın ödüllendirilmesi, ihbar edenin makbul vatandaşa dönüşmesi… Bütün toplumsallığımızın muhbirlikle yeniden şekillenmesi…
Mahremiyet ve ihbar arasındaki ilişki ikircikli. Pek çok ilişkinin, özellikle aile içi ilişkilerin çocuk ve kadınlara yönelik şiddetin gizlenmesine de yol açacak biçimde mahremiyet örtüsüne büründürülmesi, böylelikle dokunulmaz kılınması hiç yabancısı olduğumuz şeyler değil. Bu tür durumlara tanık olunduğunda göz yummamak, suskun kalmamak elbette önemli. İfşa böyle zamanlarda, ortak alanların yeniden tanımlanması, sınırların inşası, eril iktidarın işleyişinin görünür kılınması için gerekli. Ancak ihbarcılık bambaşka bir şey. İhbar, totaliter rejimlerin halkın gündelik hayatını bütünüyle kontrol edebilmek için kullandığı başlıca araçlardan biri. Aynı evde yaşayanların bile birbirlerini devlete ihbar ederek makbul vatandaşlara dönüştüğü rejimler bunlar. Her şeyin hepimizin gözünün önünde olacağı bir toplum, herkesin herkesi bildiği bir toplumsallık, her üyesini bir diğerinin polisine dönüştürür. Mahrem kalmaz; özel hayatın sınırları kamusallık içinde erir; ihbarcı vatandaş, belki yöneticilerin himmetinden yararlanır ama artık korkunun, güvensizliğin esiridir. Hobbes’un deyişiyle, “insanın insanın kurdu” olduğu bir düzendir bu.
Maalesef Türkiye’de, ihbarcılık artık alenen savunuluyor. Aile birliğinden milli birlik ve beraberliğe, devletin bekasına uzanan geniş bir skalada “koruma kollama” bahanesi var ihbarın. İlkokullardan başlayarak makbul ihbarcı vatandaş yetiştiriliyor. Öğrenciyi okulda karşılaşabileceği şiddetten veya tacizden korumak üzere oluşturulmuş, ona kimliğini açıklamak zorunda kalmadan başına geleni açıklayabileceği bir olanakmış gibi görünen şikayet hatları, iyi işleyen bir ihbar mekanizmasına dönüşmüş durumda. Politik görüşünü, etnik kökenini, verdiği notu, derste anlattıklarını, okuttuğu kitabı sevmediği öğretmenini ihbar ederek onu işinden edebileceğini bilen öğrenciler yetiştiriyor bu sistem. Üniversitelerde, dersin okuma listesini beğenmeyen, dersi yeterince milliyetçi, hocasını yeterince devlet meftunu bulmayan, derslerde Evrim Kuramı'ndan bahsedilmesine tahammül edemeyen öğrencinin elinde CİMER gibi bir araç var. Hıncın, nefretin, mağduriyetler üzerinden, mazlumluk kisvesi altında kışkırtıldığı politik-kültürel ortam, ihbarı meşrulaştırırken iktidarın sürekliliği için elverişli bir ortam oluşturuyor. Devlet kuramlarını anlatırken, Türkiye’de demokratikleşme meselesini tartışırken, politika ile şiddet arasındaki ilişkiden bahsederken mesela, terörü savunmakla suçlanmak işten bile değil. Her önüne geleni “terörist” olarak yaftalayan, bazılarını diğerlerinden daha makbul vatandaş olarak gören, bütün makbul vatandaşları da kendilerinden olmayanları ihbar etmeye teşvik eden bir iktidarın varlığında tersi de pek mümkün görünmüyor.
Toplumsallığın her düzeyinde yaygınlaşan, yerleşik hale gelen ihbarcılık, kurumların çöküşünü hızlandırıyor. Sinsice iki yüzlülüğün sığınağında bekleyen, ardında koskoca devleti varsaydığı sürece pervasızlaşan muhbirler artıyor, ihbarcılık hepimizi kuşatıyor; muhbirimiz yabancımız değil, kendimiz kadar yakın. Onu çok iyi tanıyoruz. Ondan korktukça suskunlaşıyoruz. Kurumun korunması, devletin bekası gibi gerekçeler, ihbar edeni meşru kıldıkça muhalefet etme alanımız daralıyor. Muhbirliğin makbul hale gelmesine direnmek gerekiyor. Muhbirin ifşa edilmesiyle işe başlayabiliriz. Ne dersiniz?
Not: Bu yazıya, Ezgi Gümüldür’ün, “Mülkiye’den Artakalanlar: Muhbir ve Arşiv” başlıklı değerlendirmesi Gazete Duvar’da yayınlanmadan başlamıştım. Gümüldür’ün içimi burkan cümlelerini okumasaydım yazdıklarımı belki de hiç göndermeyecektim.