Aşk çoğu zaman tüm savaşlardan daha yıkıcı, tüm mültecilik hallerinden daha kırılgan, tüm göçlerden daha yorucu. Bir kadın için de bir erkek için de gerçek savaş, aşkı için mücadele etme sürecinde başlıyor.
Tüm aşıklar aynı göğe baksalar da, aşkın toplum tarafından daha “makbul” karşılanan “eşit vatandaşlık” hali de var; toplumsal ilişkilerin sorgulandığı ve insanın kendi değer yargılarıyla yüzleştiği travmatik bir “mültecilik” hali de.
Aşk zamanla yara alır, örselenir ve bitebilir. Şanslıysan bir limana sığınırsın poyraz durana kadar. Gidecek yerin, sığınacak limanın yoksa, parçalı umutların kapladığı göğün altında atlarsın kağıttan botlara, başka bir ülkeye, başka bir yaşama, genellikle de bir bilinmeze yol alırsın.
Göklerde ışıyan güneş ile ekmek paranı kazandığın iş arasında sığındığın bir yerlerde nefes alırsın. İşçi pazarında müşteri de beklesen, restoranda servis de yapsan veya papatya kokulu sokaklarda işsizlikten aylak aylak gezip çimlerin üzerine kendini çocuklar gibi sırtüstü bıraksan da, savaşsız bir havayı içine çekersin. Doya doya...
Bir valizle geldiğin ve bir yığın insan tanıdığın ülkede senin savaşın kendi içindedir. Hem sana kucak açmış bir toplumda yaşarsın, hem de o toplumda sana bir metrekarelik yeri fazla gören insanlarla boyuna mücadele edersin.
An olur mücadele etmekten bıkarsın ve kozanın içine sığınırsın. Kimi merhametli yürekler, senin göçebeliğine gölgelik yaparlar gülüşlerinde, dokunuşlarında; orada onarırsın kalp kırıklarını...
Ne de olsa, aşk sadece birine duyulan tutku değildir; günün birinde toplumun seni yeniden koşulsuz sevebileceğine veya savaştan kaçarken geride bıraktığın sevgiline veya çocuğuna kavuşacağına, onun güzel gözlerini görebileceğin günlere geri dönebileceğine dair duyduğun umuttur.
Yaralarını deniz suyuyla iyileştirir, sevgi gereksinimi ise hayatın akışına bırakırsın.
“Dışarıdanlık”tan kaynaklı tüm korkuları, zorlukları ve endişeleri bir parantez içine alırsın.
Çünkü aslolan yaşamak olur o anda; bombaları, yıkımı, kana susamış savaş baronlarını ardında bırakmak... Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde ise, onu peşi sıra aşk ve sevgi ihtiyacı izler.
Bir yerden bir yere göç etmekle başlayan aidiyet sorunları ve kaçınılmaz şekilde yaşanan kültürel etkileşimler ise, aşkı daha sarsıcı, daha karmaşık ve bir o kadar da güçlü kılabiliyor.
Yönetmen Alphan Eşeli’nin imzasını taşıyan, Lale Mansur’un başrolde oynadığı ve uluslararası film platformu Mubi’de geçtiğimiz haftalarda dünya prömiyerini gerçekleştirmiş olan ‘Müjde’ filmi bu açıdan bizi göç ve aşk temaları üzerinde kentsel bir yolculuğa olduğu kadar içsel bir etik sorgulamaya çıkarıyor.
Türk sinemasında daha önce pek rastlanmayan bir aşk hikayesi bu...
Bir yanda Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte tüm ailesini kaybeden, hayatı sonsuza dek değişen ve Türkiye’ye sığınarak geçici işlerde çalışan, işçi pazarında her gün müşteri bekleyen bir genç erkek; diğer yandan evini kaybedip daha küçük bir eve yerleşen, mekânsal alışkanlıkları değişen, boşanmış, orta sınıf bir Türk kadın...
Aşk Tanrısı Eros, onları bir ev taşıma sürecinde yakalıyor ve oklarını masumca ikisine de saplıyor. Ne de olsa, Sabahattin Ali’nin söylediği gibi, “Hakikat, sanat, ilim masaldan ibarettir. Aşk iki cinsin beyninde tutkaldan ibarettir.”
Filmdeki anlatılar, aslında hepimizin çevremizde her gün duyduğu nefret söylemleri, sorgulamalar, önyargılarla örülü bir koza içerisinde ilerliyor.
Başroldeki Müjde (Lale Mansur) ve Suriyeli genç mülteci Sayyid (Salim Kechiouche) ise, adeta ütopik bir yolun kenarına oturmuş, yanlarından geçip giden tüm bu öfkeli, yargılayıcı ve kınayan bakış ve sözlere gülüp geçiyorlar.
Muhtemelen ilk evliliğini aşık olmadığı biriyle yapmış olan Müjde belki de ilk kez tutkulu bir aşk hissetmiş bir halde Eros’un bu muzip oyununa memnuniyetle dahil oluyor; Suriyelilere yönelik en yakın çevresinden yükselen nefret söylemlerine tüm hümanizmasıyla karşı duruyor.
“Türk’ü, Suriyelisi ne fark eder? İnsanlar ölüm kalım mücadelesi verirken, siz ise orada burada duyduğunuz saçma şeyleri bu masada meze yapıyorsunuz. Madem ülkeni o kadar çok seviyordun, neden gönderdin oğlanı Avrupa’ya?” diye soruyor.
Sayyid ise, bu aşkın Türk toplumunda nasıl karşılandığını ve nelerle karşılaşacağını sezinleyerek hep çekimser, ölçülü ama aşka aç, susuz... Öyle ki, sevdiği kadını yitirdikten sonra ona haksız yere atfedilen bir suç karşısında bile boynu bükük, onurlu, sakin...
Ne de olsa bizlere modern dünyanın ezberlettiği bir şey olan “gerçek aşk”, ruh eşinle bağını hep koruyarak hayatın akışında kendi yolunda ilerlemek değil miydi?
İnsan tuhaf bir varlık. Ve aslında hiçbirimiz masum değiliz.
Oysa, bir Alman ile Türk’ün, bir Hıristiyan ile Müslüman’ın, bir ateistle Yahudi’nin, bir Yunan ile Türk’ün veya bir Ukraynalı ile Rus’un aşkında ve evliliğinde utanılacak, ayıplanacak, üzerinden değer yargısı üretilecek bir yan bulunmaz iken, bir Suriyeli ile Türk’ün kalplerinin buluşması, hava gibi, su gibi, ateş gibi doğal karşılanmayabiliyor.
Komşu ülkelere sığınan Suriyeli mülteci kadınlar “evlilik” adı altında satılırken veya 20 yaşındaki kızcağız 60 yaşındaki adamın kuması yapılırken sus pus olan diller, bir mültecinin “Batılı” bir kadın veya erkeğe aşk duymasını yadırgıyor, eleştiriyor, kabullenmiyor.
Çünkü bir kesim var ki her eylemi kendi önyargıları üzerinden meşrulaştırıyor, yüceltiyor veya şeytanlaştırıyor. Gri alanda kalan eylemlere dair değerlendirmeleri ise, vicdanına bırakıyor.
Oysa, aşk, tüm toplumsal önyargılara rağmen melezleşmiş kalbin kendisine karşı ayaklanması, günebakan misali yüzünü güneşe dönen ruhlar gibi ışığın düşlenmesi değil miydi? İnsan sevgilisini öncelikle Suriyeli olarak mı görür, yoksa insan olarak mı?
Veya aşk belki de o sonsuz ve karmaşık görünen hayat denen boşluğun sınırlarını basitleştirmekti. “Öteki”nin eline dokunurken bunu hem aşkından yapmaktı, hem de ötekine karşı duyduğu dostluk eşliğinde onu çözümleyerek içindeki insani yönleri ortaya çıkarmaktı.
Bu yıl 14 Şubat’ta Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği – ABD ofisi, mülteciler ile ev sahibi toplum arasındaki “aşk” ilişkisine odaklanmıştı. Dört farklı aşk hikayesinin konu edildiği projenin ismi “Aşk Galip Gelir” idi.
Olay örgüsü, Suriyeli Mawaheb’in 2012 yılında Suriye’de iç savaştan kaçarak sığındığı ve iltica başvurusunda bulunduğu, ardından mülteci statüsü aldığı Sırbistan’da yazılım mühendisi olarak çalıştığı bir sırada “hayallerinin kadını” Sırp İda ile tanışması ve Belgrad’da evlenmeleriyle başlıyor ve devam ediyor.
“Ötekileştirilmiş” hayatlardan gündelik hayatın gerçekliğine tüm berraklığıyla süzülen bu ve daha nice öykü, her ne kadar binde bir rastlansa da, unuttuğumuz insanlığı, değerlerimizi, etten kemikten insan oluşumuzu anımsatıp nefretin, ötekileştirmenin karşısına sevgiyi çıkarıyor.
Çünkü aşk, mülteciler arasında ve mültecilerle onlara ev sahipliği yapan toplum arasında sınır tanımayan bir sarmaşık. Ne de olsa aşk, bir anlatıma göre, Arapça aşeka (sarmaşık) kelimesinden türemiş. Yani, tıpkı ağacı kuşatıp saran sarmaşıklar gibi... Nasıl ki sarmaşık tohumu bahçenize düştükten sonra yolunu şaşırıp komşunuzun bahçesine dek sararsa, aşk da ülke sınırlarından taşar; kalemle çizilmiş sınırların etrafına yayılır.
Glasgow’da yaşayan film yönetmeni Ümit Ünal, geçtiğimiz günlerde öyle güzel bir ifade kullandı ki adeta ruhuma işledi: “Bir film, bir hikaye, bir roman mutlaka bir çare göstermek zorunda değil. Ama bir şekilde, çarelerin mümkün olduğunu hatırlatmak zorunda.”
‘Müjde’ filmi, belki toplumsal kodlarımıza işleyen yabancı düşmanlığını, Suriyelilere yönelik artan düşmanlık ve ötekileştirmeyi çözecek bir reçete değil. Toplumda “öteki” karşısındaki tavrımız, tek bir filmle olgunluk mertebesine de ulaşmayacak. Ama bir şekilde düşmanlıkları bireysel düzeyde aşkla, sevgiyle, anlayışla, ötekini tanımakla çözümleyebileceğimizi anımsatıyor.
Ne de olsa, aşkın da dostluğun da dili ve rengi solmaz. Dipdiri çıkar tüm savaşlardan, tüm göçlerden...