Gazete Duvar yazarları Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür, Medyascope Tv’deki “İki Satır” programında iktidar partisinin 31 Mart’taki İstanbul yenilgisini nasıl okuduğuna dair çok kritik bir noktaya parmak basıyordu. Daha önce Kemal Can’ın da değindiği gibi, AKP kadroları 31 Mart’taki yenilgiyi “teknik bir hata” olarak görüyordu. Nitekim Binali Yıldırım bu konuda sandık kurullarını suçlamış, tipine bakarak AKP’li olduğu anlaşılan seçmene belediye başkanlığı pusulasının verilmediğini iddia etmişti. Benzer bir iddia, seçimi kaybedince soyadına bakarak AKP’li olduğu anlaşılan seçmenlerin seçmen kütüğünden düşürüldüğü için hak ettiği oyu alamadığını söyleyen AKP’nin Büyükçekmece adayı Mevlüt Uysal tarafından da dile getirilmişti. Yani iki aday da, seçmenin bir şekilde “kandırıldığını” düşünüyordu. Kimisi seçmen kütüğünden öylece, soyadı AKP’li olduğu için düşürülmüş ve tam Mevlüt Uysal’a oy verecekken bundan böyle oy kullanamayacağını, -en azından AKP’ye oy veremeyeceğini- fark etmişti; kimisi ise sandık başında büyük bir oyuna gelmiş, belediye meclisi için oy kullanmış ama Binali Yıldırım için kullan-a-mamıştı. Başka bir deyişle, her zaman sandıkta layıkıyla tecelli bulan “milli irade” (milli irade diye yazılır, AKP seçmeni diye okunur) bu sefer katakulliye getirilmişti.
31 Mart’tan bu yana yapılan açıklamalar, AKP kadrolarının en azından bir kısmının bu “teknik hata” savına inandığını (bunlara şimdilik “teknik hatacılar” diyelim) ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da buna inandırıldığını gösteriyor. Özellikle başlangıçta yenilgiyi kabullenmiş görünen Erdoğan’ın ileriye bakmak yerine İstanbul’u bir kez daha zorlama kararlılığında bu “teknik hata”nın 23 Haziran’da mutlaka düzeltileceği, yani zaten kazanılmış olanın teslim edileceği inancının rol oynadığını düşünebiliriz. Tabii AKP’nin İstanbul’da bir kez daha kaybetmeyeceği ya da aslında hiç kaybetmemiş olduğu ısrarının ardında yatan “kibrin” keskin sirke misali kendini zehirlemeyeceği ve 31 Mart’ta AKP’ye oy vermeyerek tepkisini ortaya koyan seçmenin sandıktan daha da uzaklaşmasına yol açmayacağı varsayılıyor.
Her ne kadar partinin bir kanadı “teknik hata” savında ısrar etse de, seçmenin gerçekte AKP’ye bir ders vermek istediğini düşünenler de parti içinde seslerini çıkarmaya başlıyorlar.
Bu ikinci grubun iddiası (bunlara da “gönül koymacılar” diyelim), şu ya da bu sebeple AKP’ye gönül koyarak sandığa gitmeyen, boş oy ya da bilerek geçersiz oy veren seçmenin yakın markajla yeniden kazanılabileceğine dayanıyor. Başka bir deyişle, ortada bir teknik hata değil, seçmenden kaynaklanan duygusal bir tepki olduğuna ve bunun tersine çevrilebileceğine inanıyorlar.
Bu noktada, “gönül koymacıların” güvendiği, AKP’nin özellikle öncesinde bombaların patladığı 1 Kasım 2015 seçimlerinden bu yana dozu giderek artan biçimde, yüksek sesle bir güvence gibi gösterilirken aslında bir tehdit olarak savrulan “istikrar” ve “büyüklük” vaatleri. Hatırlayalım: 7 Haziran’da sandıklarda AKP’nin istediği karşılığı vermeyen bu vaatler patlayan bombalar ve saldırılarla dehşete düşen seçmen nezdinde 1 Kasım’da karşılığını bulmuş; dahası gerek 16 Nisan referandumunda gerekse 24 Haziran’da işe yaramaya devam etmişti. 16 Nisan’da cumhurbaşkanlığı sistemi iç ve dış düşmanlarca kuşatılmış Türkiye’nin bunları bertaraf edebilmesi ve bir kızıl elma olarak “güçlü Türkiye” idealinin kurulabilmesi için bir zorunluluk olarak sunulmuş ve %51’le de olsa Erdoğan’ın istediği sonuç alınmıştı. 24 Haziran ise ekonomik kriz söylentileri ve çalkalanma karşısında istikrarı sağlayabilecek, tam yetkiyle donatılmış güçlü liderin tek çıkış yolu olarak sunulduğu bir sürece karşılık gelmişti. “Ben olmazsam tufan” söylemi, Erdoğan’ı bir kez daha istediği sonuca götürmüştü. Nitekim, bu sefer Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, seçmeni “dünya beşten büyüktür’ü daha güçlü sesle söyleyebilmek için 23 Haziran seçimlerinde yine çok iyi bir sonuç almamız lazım” sözleriyle ikna edebileceğini düşünüyor.
Ne var ki, “Gönül koymacıların” yenilgiyi kabullenememe sebepleri tehdit/ödül dengesine dayalı bu seçim stratejisinin bu sefer neden tutmadığını anlamak istememelerinden kaynaklanıyor. Meydanlarda konuşulan onca beka lafına, rakipleri ve seçmenini terörist ilan etmelere, “biz olmazsak sizin haliniz nice olur” serzenişlerine rağmen, seçim sonuçları beş büyük ilde seçmenin bu sefer büyüklük, istikrar, güçlü Türkiye vaadinden başka bir şey istediğini gösteriyor. Bunu görmek istemeyen AKP genel başkan vekili Numan Kurtulmuş ise, küskün seçmenin şimdiden pişman olduğunu ilan etmekle kalmıyor, başka bir konuşmasında “küskün” seçmene “hele bir 16 Nisan’ı geçelim”, “hele bir 24 Haziran geçsin” söyleminden öteye gitmeyen bir yanıt veriyor: “Eksikleri, hataları söyleyenlere diyeceğiz ki biz de siyaseti biliyoruz, eksikleri hataları görüyoruz, önce 23 Haziran’ı geçelim, ondan sonra gerekirse siyasi bakımdan tövbe istiğfar ederek yanlışlarımızdan kurtulacağız ve yolumuza koşar adım devam edeceğiz.”
Bu yanıttan tıpkı “teknik hatacılar” gibi “gönül koymacılar”a da ilelebet muktedir kalacağını ve hiçbir şey yapmasa da buna sonsuz hakkı olduğunu düşenenlerin kibrinin hâkim olduğunu anlıyoruz. Her iki taraf da, seçmenin ya kandırıldığını ya da aklının ermediği işlerde fevri hareket ederek yaptığı hatadan mutlaka döneceğini düşünüyor. Seçmenin AKP’den vazgeçmiş olması ihtimali ise hiçbirinin aklına gelmiyor. AKP’yi bitirecek kibir, işte burada yatıyor. Yemek masasının önünde yere serilen sofrada bağdaş kurarak açılan iftar, işte bu yüzden öyle iğreti duruyor.