Cebeci, birkaç kuşak Ankaralının kişisel ve şehrin kolektif hafızasında neşeli piknikler, erişilmez gibi görünen şöhretlerin resmî geçit yaptığı konserler, sinemanın büyüsüyle yer ediyor.
Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde öğrenci ve hoca olarak geçirdiğim iki farklı dönemde kampüsün fiziksel mekânı çok farklı fakat ruhu hep aynıydı. Öğrenci olduğum 80’li yıllarda kampüs, içinden geçen bir asfalt marifetiyle motorize taşıtları ve yayaları çevredeki sokaklara bağlardı. O dönemin akademik ortamını ve kampüsün mekânsal düzenini daha ayrıntılı olarak anlatmıştım. Haliyle, okul binasından adımınızı attığınız anda, Cebeci ahalisinin bir parçası olur, patlak bir topu tekmeleyen veya ip atlayan çocukların neşesine karışır; bir yaşlı teyzenin ağır filesini evine kadar taşır yahut iş çıkışı yoğunlaşan araç trafiğinde daracık asfalttan karşıya kendinizi atmak için epey beklerdiniz. Öğrencilerin ders aralarında veya kaytardıklarında vakit geçirebilecekleri yerler duvarlar, kelleşmiş çimenleriyle binalar arasındaki bahçeler ve civardaki kahvehaneler, pastanelerdi. Fakat akademi ile gündelik siyasetin yakın teması, öğrenci muhalefeti o yıllarda da, 12 Eylül’ün bitmek bilmeyen zulmüne rağmen sürüyordu. Yıllar sonra, 2000’lerde hoca olarak döndüğüm kampüs, özenle düzenlenmiş, bakımlı ve geniş bir yeşil alana sahipti. Kampüsten çıkmadan sosyalleşilebilecek, karın doyurulabilecek, ders notu çoğaltılacak mekanlar açılmıştı. Artık semt halkı civardaki sokaklara ulaşmak için kampüsün içini kullanmayı tercih etmese de kampüs hâlâ Cebeci’nin bir uzantısıydı. Akademi-siyaset ilişkisi berdevamdı. Biraz da bu yüzden 2017 Şubat’ında “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzacısı olduğum için onlarca meslektaşımla birlikte ihraç edilmemizden bir süre öncesinde yüksek demir parmaklıklar bizi semtten, semti bizden ayırmıştı artık. Ön ve arkadaki iki giriş kapısı sıkı denetim altındaydı. Ama ne hikmetse, ellerinde sopalar ve taşlar olan ülkücü gruplar rahatlıkla içeri girebiliyorlardı! Semt sakinlerine kampüsün “terör yuvası”na dönüştüğü duyuruluyordu içerden. Civardaki esnafla veya parkta oturan çocuklu annelerle konuştuğunuzda bunu tedirginlik ve bazen de öfkeyle dile getiriyorlardı. İhraç edilip kampüse girmemiz yasaklandığındaysa, ne mutlu ki hâlâ görmediğim kalekolun inşası bitmek üzereydi.
Mekanla, özellikle de kent mekanıyla kişisel ve akademik ilgim olduğundan, semt tarihlerine ilişkin çalışmaları, monografileri hep takip etmiş, bunların tarihyazımında hayatî yerleri olduğunu düşünmüşümdür. Bir semtin geçmişini araştırmak, malzeme toplamak bir ekip işi ve sistematik bir çaba olduğundan bunu en iyi yapabilecek kurumlardan biri, tarihi ve kampüsüyle o semtlerin bir parçası olan üniversitelerdir. Yirmili yılların ABD’sinde Chicago Üniversitesi bu tür çalışmaların öncüsüydü. Bizde ise içine yerleştiği semtin veya şehrin çeşitli semtlerinin ve ayrıca başka şehirlerin seyir defterini tutan ilk üniversitelerden biri, Mimarlık Fakültesi aracılığıyla ODTÜ, diğeri de Kuştepe semtine inşa edilmiş Bilgi Üniversitesi’ydi. Yaklaşık yedi yıl hocalık yapabildiğim, fiziksel olarak oldukça dar bir alana yayılmış fakat hikayesi semtle bütünleşmiş Cebeci Kampüsü’nün kuytularını keşfetmeyi rutine dönüştürmüştüm ve sık sık semtin sokaklarında dolaşıp onunla yakından tanışmak için fırsatlar yaratmaya çalışmıştım. Aklımda hep bir Cebeci monografisi hazırlamak vardı. Bunun için bir lisans dersini vesile yapmış, öğrencileri de böyle bir çalışma için seferber etmiştim. Böylelikle onlar da semti tanısın istiyordum. Son on beş yılda memleketin kentlerini canavarca talan eden kentsel dönüşümü hesaba katacak olursak bu iş zahmetli bir arkeolojik kazıya dönüşecekti. Nitekim öyle oldu. Arşiv eşelemenin yanında, semtin eski-yeni sakinleri, Cebeci Kampüsü’nün eski mezunları, hocaları, esnaf ve araştırmacılar ile yapılan görüşmelerle zengin bir malzeme ortaya çıktı. Başta tedirgin olan, hatta bu işi bir yük gibi gören öğrenciler, ellerinde fotoğraf makinaları ve ses kayıt cihazlarıyla sokaklara çıkınca hisleri değişti. Ve bu süreçte sabırlı ve deneyimli bir sosyal tarihçi olan Besim Can Zırh da eşlik etti bize.
Kısa sürede AKP Hükümeti’nin kentsel politikalarının vazgeçilmez uygulamalarından biri haline gelen, özgün kent dokusunu talan ve kültürel mirası yerle bir ederken iktidara ekonomik zaferler kazandıran, bunun yanında ideolojik zaferler de kazandırdığı düşünülen Millet Bahçeleri seferberliğinin son uğrağı Cebeci Stadı oldu. Bu haberi duyunca, sözünü ettiğim çalışmadan derlediklerimiz ve kendi gözlemlerimle semtin Türkiye tarihindeki yerinden bahsedeyim de, önemli kısmı ranta kurban gitmiş, kampüsü muhasara altına alınmış, artık arka sokaklarında geceleri tedirginlikle dolaşılan bu bölgenin özgün dokusu unutulmasın istedim.
Cumhuriyet’ten önce, bahçelerinde küçükbaş hayvanlar beslenen, meyve ağaçlarının çevrelediği tek katlı evleriyle kırsal bir yerleşimdir Cebeci. Adını Osmanlı ordusuna silah üreten askerî birlikten aldığı söylenir. Bu gelenek Cumhuriyet’le de sürecek, askerî dikimevi ve Etlik’teki yerine taşınana kadar Gülhane Askeri Tıp Akademisi burada yer alacaktır. Semti Cumhuriyet devrinde de muteber kılacak en önemli özelliği 1892’de inşa edilen ve tam ortasından geçen demiryolu hattıdır. Hamit Tarlası ve sonraları Cebeci Çayırı denen ve bugünkü Cebeci Stadı’nın yüzölçümü boyunca yayılan mesire yeri de, bu demiryolu hattı sayesinde komşu semtlerin uğrak yeridir.
1927’de devlet eliyle demiryolu hattının güneyine modern ve bahçeli, iki katlı konutlar inşa edilir. Cumhuriyet’in bürokratları ve Cebeci’nin daha varsıl sakinlerinin yerleştikleri bu gösterişli evler şehrin asrî dönüşümünün somut göstergeleri olacaklardır. Fakat henüz birçok evde akar su bile yoktur, semtin tozlu yollarından hâlâ öküz arabaları geçmekte, Yenişehir Pazarı’na sebze-meyve taşımaktadırlar. Semtin kaderi, yeni başkentte dışarlıklı memurların barınacakları asgarî konfora sahip konutların yetersizliği ile Otuzların ikinci yarısından itibaren arka arkaya açılmaya başlayan fakülteler, modern tedrisat uygulayan orta eğitim kurumları ve 1924’te açılıp giderek öğrenci sayısı artan Musiki Muallim Mektebi (Konservatuvar) ve civardaki hastaneler, tıp fakülteleri ile değişir. Hatırı sayılır sayıda kız öğrenciyi de barındıran Musiki Muallim Mektebi, Cebecililerin enstrüman ve ses temrinlerine şaşarak kulak kabarttıkları ve zamanla da öğrencilerin sahneledikleri temsillerin müptelası oldukları bir kurum haline gelir.
Kurumların inşa ettiği bir semt olan Cebeci, yıllar içinde özgün dokusunu bu kurumların semte taşıdığı nüfusla kazanacaktır. Nazi rejiminden kaçıp Ankara’da fen bilimleri ile sosyal, beşerî bilimlerin birçok branşında kürsüler kuran Orta Avrupalı hocalar önce Musiki Muallim Mektebi’ni, zamanla tıp fakültelerini, Mülkiye Mektebi’ni ve Hukuk Fakültesi'ni Batı merkezli bilim anlayışıyla tanıştıracaklardır. Bu hocaların yaşam alanları Cebeci olacaktır. Bugün bile semtin en yaşlı nüfusuyla, kampüsün eski öğrencileriyle konuştuğunuzda, amfilerde hayranlıkla dinledikleri, yüksek tavanlı koridorlarda sohbet ettikleri veya bir muhallebicide, lokantada, Musiki Muallim Mektebi’nin veya Hukuk Fakültesi’nin bahçesinde rastladıkları Ernst Hirsch, Carl Ebert, Bela Bartok gibi yabancı hocalara, Sabahattin Ali’ye, semtin çocukları Yıldız ve Müşfik Kenter ile Kartal Tibet’e, ünlü illüzyonist Zati Sungur’a dair anılarını sıralarlar. Biraz daha genç olanlarından Turhan Feyzioğlu, Cahit Talas, sonraki kuşaktan İlber Ortaylı, Yavuz Abadan, Baskın Oran, Ahmet Adnan Saygun, Cevat Geray, Zeki Üngör ile ilgili hikayeler dinleyebilirsiniz. Haliyle çevredeki yurtlarda veya öğrenci evlerinde kalan öğrenciler, memurlar da bu yeni nüfus profilinin parçalarıdırlar.
İmparatorluk başkentinde başlayan bir geleneği 1936’dan itibaren yeni başkentte sürdüren Mülkiye Mektebi, Türkiye’de toplumsal hareketler tarihinin bütün dönüm noktalarında önemli bir merkez teşkil eder. Her biri bir askerî darbe veya müdahale ile sonuçlanan onyıllık periyodlar boyunca, semtte zaman zaman silahlı çatışmaya dönüşen politik hareketliliğin odağındadır. Bu hareketlilikte, sağcı ve solcu öğrencilerin aralarında paylaştıkları yurtların sınırlarını belirlediği kurtarılmış bölgeler önemlidir. Kurtuluş Parkı’ndan Cebeci Kampüsü’ne giden yol bir öğrenci için tehlikeli bir rotadır. Elinde tuttuğu gazete/dergi veya kendisini tanıyabilecek karşı görüşten bir yaşıtı ile karşılaşması, öğrencinin başının derde girmesine yetebilecektir. Mektebin ideolojik çatışmaların odağına yerleştiğini gösteren izler uzun süre ön cephe duvarlarında kalmıştır: 29 Nisan 1960’ta polisin açtığı ateşle açılan kurşun delikleri. Ankaralılar bu olaydan sonra Kurtuluş-Cebeci arasında sessiz bir yürüyüş yaparak öğrenci ve hocalara sahip çıkarlar. Polisten veya sağcı öğrencilerin saldırısından kaçan solcu gençleri evlerinde saklayan Cebeci sakinlerinin hikayeleri bugün bile dilden dile dolaşmaktadır. İnek bayramları da kampüsün semtle bütünleştiği yıllarda hep birlikte coşkuyla kutlanan özel günlerdir. “Köpekköy” diye andıkları gecekondu semtinden kiralanan bir ineği semtin sokaklarında, semt sakinleriyle birlikte dolaştırır Mülkiyeli öğrenciler.
Öğrencilerin devam ettikleri ve uzun süre sağ ve sol fraksiyonlara göre ayrışan kahvehaneler, ucuza ev yemekleri çıkaran küçük lokantalar, bekar evlerinin yanı sıra bir sinemalar semtidir de Cebeci. Arı, Çiçek, İnci, Konak, Melek ve Site gibi sinemaların yanında, Dörtyol Aile Bahçesi ve Hacer Buluş’un açıkhava sineması da anılmaya değer. Dönemin meşhur radyo sanatçıları ve Zeki Müren gibi yıldızların yanında Gülden ve Neşe Karaböcek kardeşler birer sakini oldukları Cebeci’nin sinemalarında, aile bahçelerinde sahne alırlar.
1957’de planı onaylanmasına rağmen ancak 1972’de tamamlanabilen 37 bin kişilik Cebeci İnönü Stadyumu inşa edilene kadar, Cebeci Çayırı piknikler, koç dövüşleri, boks ve güreş müsabakaları, siyasî mitingler, konserler, ip cambazı gösterileri, gezgin tiyatro topluluklarının oyunları, bisiklet ve motosiklet yarışlarına ev sahipliği yapar. Eski Cebecililer İsmail Dümbüllü’yü, meşhur ip cambazı Rıfat Telgezer’i, illüzyonist Abra Kadabra’yı, Kasım Gülek’i burada izlediklerini anlatırlar coşkuyla.
Bir devleti, toplumu ayakta tuttuğu düşünülen sacayağının, Mülkiye, Tıbbiye ve Harbiye’nin karakterini belirlediği Cebeci, toplum mühendisliğinde önemli konumlar işgal eden nice bilim insanı, sanatçı, siyasetçi, bürokrat, diplomat yetiştirdi. Semtten önce Harbiye koptu, sonra Konservatuvar’ın tarihi binasına Mamak Belediyesi yerleşip, bir zamanlar tiyatro gösterilerinin ve konserlerin sahnesi olan avluyu davullu zurnalı düğünlere kiralamaya başladı. Şehir hastaneleri seferberliğiyle birlikte ülkenin önemli, kolay ulaşılır hastaneleri işlevsizleştirildi. Son olarak da Cebeci Kampüsü’nün kriminalize edilmesi ve 15 Temmuz’dan sonraki ihraç furyasıyla bir geleneğinin parçası olan tüm fakülteler denetim altına alındı. AKP’nin rövanşist ve rantçı kentsel politikalarının bir tezahürü olarak semte vurulması planlanan son darbe ise buraya özgün karakterini veren yapılardan biri olan, futbol endüstrisinin dışına düşen yerel kulüplerin güçlendirilmesinde önemli bir işlev görebilecek, taraftar gruplarının kolayca erişebilecekleri Cebeci Stadyumu'nun yıkılması. Cebeci, birkaç kuşak Ankaralının kişisel ve şehrin kolektif hafızasında neşeli piknikler, erişilmez gibi görünen şöhretlerin resmî geçit yaptığı konserler, sinemanın büyüsü, futbolun coşkusu, banliyö treniyle şehrin kılcal damarlarına yolculuk ve dünyanın kapılarını açan üniversite kampüsüyle yer ediyor. Ankara’nın hemşehrilik bilinci yüksek bir nüfusu vardır. Umarım hep birlikte bu yıkımı durdurabiliriz.