Yalnızca birkaç isim ya da olayla betimlenemeyecek kadar ağır bir tarihsel yükü var Mülkiye'nin. Sevgili hocam, çeşitliliği ve insanlık hallerini anlatabilmek için, 'bir Mülkiyeli işkence görürken diğer Mülkiyeli hükümetteydi, der. Bir de, biri atılırken beriki lacivert takım elbisesini çekip görev beklermiş! Hakikaten öyle, insan yaşayarak öğreniyor!
1859'da, Osmanlı-Türk modernleşmesinin üç temel kurumundan biri olarak kuruldu Mülkiye. Harbiye, Tıbbiye ve çağa uygun bürokrat yetiştirmek üzere, Mülkiye. Uzun, zahmetli, renkli bir tarihi var. Cumhuriyet'in ardından, 1930'larda İstanbul Yıldız'daki o güzel binadan Ankara'ya taşındı. Önce SBO (Siyasal Bilgiler Okulu), 1950'de ise Ankara Üniversitesi'nin bir fakültesi (SBF) oldu.
Bunca yaş almış bir kurum hakkında herkes çok şey söyleyebilir. Baktığınız yere göre bambaşka hikâyeler bulur, görürsünüz Mülkiye'de. Öyle ki, kimisi 'Mülkiye' adını hiç anmaz, SBF der.
Uzun ömründe çok önemli bir akademik gelenek, şöhretli akademisyenler, birinci sınıf bürokratlar, şairler, yazarlar, sanatçılar mezun verdi Mülkiye. Dedim ya, orada kimi ve neyi görüp sahiplenmek isterseniz mümkündür... Aydın Yalçın'ı mı, Sadun Aren'i mi? Mehmet Ağar'ı mı, Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir'i mi? Beşir Hamitoğulları'nı mı, İsmail Beşikçi'yi mi? Mehmet Şevket Eygi'yi mi, Cemal Süreya'yı mı? İsmet Özel'i mi, Ece Ayhan'ı mı? Hasan Celal Güzel'i mi, Baskın Oran'ı mı? Dönek ve darbeci idarenin işbirlikçisi kimi 'eski Marksist' hocalarını mı, Korkut Boratav ve Cem Eroğul'u mu? 1402'lik olup atılanları mı, 1402 listelerini hazırlayan dekan ve rektörleri mi? Şimdiki yönetimi mi, Mümtaz Soysal ve Cevat Geray'ın dekanlıklarını mı?
Yalnızca birkaç isim ya da olayla betimlenemeyecek kadar ağır bir tarihsel yükü var Mülkiye'nin. Sevgili hocam, çeşitliliği ve insanlık hallerini anlatabilmek için, 'bir Mülkiyeli işkence görürken diğer Mülkiyeli hükümetteydi, der. Bir de, biri atılırken beriki lacivert takım elbisesini çekip görev beklermiş! Hakikaten öyle, insan yaşayarak öğreniyor!
Ben, kim olmam gerektiğini de, asla kime benzememem gerektiğini de orada öğrendim. Kenar semtin berbat okullarından gelen genç bir insana bildiği hemen her şeyi kavratan da Mülkiye, atılacakların adlarını listeleyen süfli yöneticilere destek ve oy veren de. Polisin ezdiği cüppeleri yere seren de, kapıdan girmemize izin verilmediğinde hiç mahcup olmadan seyreden de. Atılan meslektaşının yanında durmaktan bir an olsun çekinmeyen hocalar da, arkadaş ve asistanları ihraç edilirken onlara destek için hazırlanan sade suya tirit bir metne dahi imza atmayan zavallılar da, Mülkiyeli. Hepsi kurum tarihinin parçası ve her birinin 'ruhu' o binanın bir yerlerine sinmiş halde.
Hep anlatılır ve övülür, Abdülhamit'in gönderdiği bayram şekerini kabul etmeyip ayakları altında ezen ve 'Padişahım çok yaşa' demeyi reddeden Mülkiye öğrencisinin zihniyet ve tavrı. Böyle güçlü bir muhalif damar var hakikaten. Bana kalırsa kurumun 'çoğunluğu' her zaman 'Padişahım çok yaşa' korosunun üyelerinden oluşsa da, diğerine de iyi kötü nefes alma şansı, çalışanına azami 'özgürlük' tanıyan bir okuldur. Ve sanırım o 'diğerinin' sesi her zaman daha yüksek çıktığı için, muhalif sıfatı genellikle 'kuruma' atfedilmiş.
Mülkiye'de, memleket koşullarını düşününce hiç azımsanmaması gereken bir akademik özgürlük ortamı söz konusudur. Öğrencisi ise, ilk gününden itibaren 'eleştirel' ve 'tartışmacı' atmosferi çok çeşitli yollarla deneyimler. Yazık ki bir süredir üç kişi bir araya gelip şiir okumakta zorlanıyormuş; ancak bu zırva eninde sonunda biter. 'Yarışmacı otoriterlik' (!) devirlerinde olur böyle şeyler. 1980'lerin sonlarında biz öğrenciyken de şimdikini andıran koşullar vardı. Dekan olacak zavallı, birkaç görevliyi kapıya dikip kılık kıyafet kontrolü yaptırır; kendisi kısa boylu olduğundan yanına aldığı uzun boylu bir çalışanla, yükseklere yapıştırılan afişleri toplardı. O günler geçmişti, bu da geçer.
Örneğin, malum hödüklüğün anlama ve tahammül etme ihtimali bulunmayan ve bir süredir zorda kaldığını bildiğimiz “İnek Bayramı” açılış 'duası' ile bölüm 'fermanlarının', başka bir örneği yok bu ülkede. Olması da mümkün değil. Öğrenci, yüzlerce kişinin toplandığı amfide okuduğu dua ve fermanlar ile hükümeti, fakülte ve üniversite idaresini ve hocalarını ağır dalgacı üslupla eleştirir, karşısında oturan hocalara demediğini bırakmaz ve herkes oturup dinler, alkışlar. Bunun nasıl eğitici ve dönüştürücü bir deneyim olduğunu anlatması çok güç.
Mülkiye kültürünün bir başka çok önemli özelliği ise 'kamuculuk' bilincinden ayrı düşünülemeyecek bir vefa duygusuna sahip oluşu. Rahmetli Sadun Aren hoca, bir konuşmasında vefa örneği olarak 'makam aracı' hikâyesini anlatmıştı. Hoca yurt dışına giderken makam aracı faytonmuş. Geldiğinde motorlu aracı görmüş. Faytonu kullanan emektara, araba kullanmayı öğretip yeni makam aracına şoför yapmışlar. Mülkiye'nin çalışanına, tüm idari personeline, temizlikçisine, berberine, lokanta işçisine hali tavrı insani ve eşitlikçidir. Başka bazı kurumlarda idari personel ve hoca yemekhanelerinin ayrı olduğunu duyup gördüğümde inanmakta zorlanmıştım. Gerçi nesi inanılmaz, Türkiye'nin 'normali' o zaten! Eline yüzüne biraz iktidar bulaşan işe yaramazların mabadı gökyüzünden inmez bu toprakta. Akademi de söz konusu dehşetli komplekslerden azade değil kuşkusuz. Her neyse, biz hep birlikte yedik yemeklerimizi onca yıl.
Yıllar boyu kendimizi diğer çalışanlardan ayrı görmedik. Ben değil, biz. Onlarca meslektaşım. Hocalarım. İçlerinde münasebetsizi yok muydu, vardı ama sözünü etmeye değmeyecek kadar az. Ben derse giriyordum, Osman abi ve Recep amca çay yapıyordu. Benim, bizlerin sıfatı ile, çok kahrımızı çeken Tünay Hanım'ın, Gülen Hanım'ın, Rıza abinin, Timur Bey'in ve burada adlarını anamayacağım diğer arkadaşlarımızın, büyüklerimizin sıfatları farklıydı, hepsi bu. Her gün bir işe değil, Cebeci'deki evime geldim onca zaman ve oradakiler aile fertleriydi. Üniversite'nin, yalnızca öğretim üyelerinden ve idarecilerden değil, öğrenciden, personelden, temizlikçiden, çaycıdan oluşan bir 'bütün' olduğunu bilmek, fark etmek çok önemli.
Cümlelerimin genç meslektaşlara ve öğrencilere Taş Devri'nden seslendiğinin farkındayım! Aslında pek okunmayacak yayınlar için harcanan akla zarar çabalar, ücret ödenerek (ve bunu dert etmeyerek!) gidilen ve genellikle kimselerin dinlemediği konferans tebliğleri, çoğu kifayetsiz muhteris idarecilerin dayattığı mantık ve izan dışı 'akademik' ölçütleri yerine getirmek için tüketilen güzelim ömürler... Büyük zevk olan okuma ve yazma faaliyetinin işkenceye dönüştüğü akademi ve o afili binalar içinde, giderek derinleşen bir mutsuzlukla geçirilen yıllar.
Üniversite daha ziyade böyle bir yer nicedir. Her zaman 'böyle bir yer' olmadığını, biraz daha iyisinin mümkün ve gerekli olduğunu hatırlatacakların sayısı giderek azalıyor. Aşağıda anacağım isim ve ona verilen ödül, belki böyle bir 'hatırlamaya' vesile olur.
Mülkiyeliler Birliği'nin, “Büyük Mülkiye Ödülü” için yayınladığı metinde şunlar yazıyor:
“2020 Mülkiye Büyük Ödülü’nün;
Bugünden tam 50 yıl önce, Fakültemizde göreve başladığı 1970 yılından emekliliğe ayrıldığı 2011 yılına kadar, Mülkiye değerlerinin kuşaklar boyunca aktarılmasındaki büyük emeği; Fakültemizin Öğrenci İşleri Müdürlüğü görevinin yanı sıra öğrenciler, akademisyenler, idari ve teknik personelin hakkını ve hukukunu gözetmesi, özverili ve ilkeli duruşuyla Mülkiye Tüllabı’nın hafızasına “Muhittin Abi” olarak kazınması ve herkese örnek olması; Akademik faaliyetin öğrenciler, akademisyenler, idari ve teknik personelin kolektif çabasının bir ürünü olduğu gerçeğini hatırlatması; Mülkiye değerlerinin var olmasında ve sürdürülmesinde, bugüne kadar katkı sunmuş ve sunmaya devam eden tüm Mülkiye emekçilerinin hak ettikleri saygının sembolü olması; Gerekçeleriyle, 2020 Mülkiye Büyük Ödülü’nün Muhittin Tuncer’e takdim edilmesine Mülkiyeliler Birliği Vakfı ve Mülkiyeliler Birliği Derneği yönetim kurullarının oy birliği ile karar verilmiştir.”
Aynı gün, İstanbul Mülkiyeliler Birliği de harika bir kararla “Vefik Kitapçıgil Kamu Hizmeti Ödülü”nü Türk Tabipleri Birliği'ne veriyordu. Şebnem (Korur Fincancı) Hoca ile sade bir tören düzenlendi.
İşte bir bina ve bir okul, bu ödüller o isimlere verilebildiği için 'kurum' olabiliyor. Üniversitenin neye benzemesi gerektiğini, kökü, tarihi ve vefayı anlatıyor böyle kararlar. Mülkiyeliler Birliği'ne, payı olan herkese yürekten teşekkür ederim.
Sevgili Muhittin Bey,
Birliğin kararını okuyup fotoğrafınızı gördüğümde çok duygulandım. Bir ödül bir insana ancak bu kadar yakışabilir, bir insan bir ödülü ancak bu kadar hak edebilir. Ödülü, tüm arkadaşlarınız adına aldığınızı tahmin ederim. Ben de adınızı, 'herkesi' düşünerek okudum. Uzun süredir bu kadar mutlu olmamıştım. Onca emeğinize karşılık, elimden gelebileni yapıp iki satır yazmak istedim, kabul edin.
Size sıkıca sarılıyorum...
Bir not ve rica:
Bu konuda ayrı bir yazı yazacağım. Şimdilik: Pek çok kişi ve kurum gibi, ödeneksiz tiyatrolar da çok zor durumda. Çıkış yolları arıyorlar. İstanbul'da Moda Sahne internetten canlı yayınlanacak oyunlar sezonunu başlatıyor. Umuyorum diğerleri de bunu yapar, yapabilir. Bizler için 'dayanışma' vakti. Bağlantıyı buraya bırakıyorum. Ve rica ediyorum, oyun seyredelim.