Beş yaş, çocukların dünyayı merakla keşfettikleri bir yaştır. Algıları büyük ölçüde açılmıştır. Etraflarında olup biteni anlamak isterler. Kendi bedenlerini ve başkalarının bedenlerini tanımaya başlarlar. Beş yaşındaki çocuklar oyun oynarlar. Kreşe ya da anaokuluna giderler. Bazıları ilkokula da başlar. Resim yaparlar, sayıları, harfleri öğrenir, basit toplama çıkarma işlemlerini yapabilirler. Doğa olaylarına merak salarlar: “Deprem nasıl olur? Sel nasıl olur? Yıldırım nasıl düşer, bizim evimize de düşer mi?” Ölüm ve yaşam üzerine düşünmeye, bazen yanıtlaması çok zor sorular sormaya başlarlar: “Bir gün sen de ölecek misin anne?”, “Bir gün ben de ölecek miyim?”, “Ben çok yaşlanınca mı öleceğim?”, “Çok yaşlanmadan da ölünür mü?” Beş yaşındaki oğlum bana bu son soruyu sorduğunda, zihnime üşüşen bir sürü karanlık düşünceyi savurmak istercesine aceleyle, “kendisinin çok yaşlandığında öleceği” cevabını verdim. Bu sırada gözlerimin önünde 25 yerinden bıçaklanarak öldürülen 5 yaşındaki Suriyeli çocuğun masum yüzü vardı. 3 yıl önce ailesiyle birlikte savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Muhammed, evin geçimine katkıda bulunmak için su satıyordu. Akşam eve gelmeyince ailesi aramaya çıkmış, polise haber vermiş, sabah ise ölü bedeni plajdaki bir duş kabininde bulunmuştu. Kuşkusuz, Muhammed henüz oyun çağındayken sokaklarda, tekstil atölyesinde, tarlada çalışmak zorunda bırakılan çocuklardan yalnızca birisiydi. Eğer öldürülme biçimi, kan ve vahşet hikâyelerini en ince ayrıntısına kadar anlatmak konusunda bu kadar istekli olan (biz buna şiddetin pornografikleştirilmesi diyoruz) medya için yeterince ilgi çekici olmasaydı, ölümünden ya hiç haberdar olmayacaktık, ya da birkaç cümlelik bir haberle geçiştirilecekti. Muhammed, bu dünyada hiç yaşamamış gibi, yaşamayı, büyümeyi, yaşıtlarıyla oynamayı, okula gitmeyi, sevmeyi, sevilmeyi hiç hak etmemiş gibi, bunlar için yeterince insan sayılmamış gibi, unutulup gidecekti.
Yeterince insan saymamak… Irkçılığın ve terkisindeki nefret suçunun temelindeki hissiyat bu olsa gerek. İnsani olana yüklenen değerlerden ve insan olmaktan gelen haklardan yoksun görmek; bir barbar, bir vahşi, bir ucube, bir zalim, bir imansız… ‘Biz’den ötede olan, öteki olan, ‘biz’e benzemeyen, bizi kirleten, bizi bozan, bizi tehdit eden, bizim değerlerimizi ortadan kaldıran, bizim gibi olamayan, bizim gibi olmayı hak etmeyen… Eğer böylesine insanlıktan çıkarılmaz, böylesine düşmanlaştırılmazsa, sadece bir çocuk, bir anne-babanın beş yaşındaki çocuğu, başka türlü nasıl bile isteye öldürülebilir ki?
Mültecilere yönelen ve her geçen gün artan nefret suçlarının temelinde bu ‘insanlıktan çıkarma’, ‘değersizleştirme’, eşit görmeme ve her durumda karşısındakini suçlama hali yatıyor. Bu yönüyle ırkçılık bilişsel olduğu kadar politik bir mesele de. Hem ‘çoğunluk’ mensubu sıradan insan için konforlu bir pozisyon; hem de toplumu bir arada tutacak bir tür ‘bizlik’ duygusunu inşa edebilmek ve güçlendirmek adına bu ‘biz’in karşıtı olan bir ‘öteki’ tanımlama süreci. Buraya kadar, ırkçılığın hem kişisel düzlemde bir tür ötekine karşı vicdan, bilinç, empati yokluğu olduğunu, hem de ırkçı politikaları savunanlar açısından hitap edilen kitlenin bağlılığını artırabilmek adına kolayca mobilize edilebilen bir duygu haline dayandığını söyleyebiliriz. Irkçılık, en alttakilerin öfkelerini daha da alttaki ‘yenigelen’e yönlendirmeleri yoluyla sistemin görece istikrarını sürdürebilmesine yardımcı oluyor. Bu nedenle politikacıların söylemlerinde kolayca yer bulabiliyor ‘ötekileştiren’ ifadeler. Ancak aynı zamanda, sıradan insanların ırkçılığından daha tehlikeli bir hal alıyor bir politikacının ağzından çıkan nefret söylemi.
Gündelik hayatlarındaki karşılaşmalarında ya da hiç karşılaşmaksızın sağdan soldan duyduklarıyla ‘öteki’ne ilişkin olumsuz yargı ve fikirlere sahip olan insanlar sevip saydıkları bir politikacının ağzından bu düşüncelerinin onaylandığını gördüklerinde, kanaatlerini pekiştirme, düşüncelerinin haklılığını test etme ve belki bu yönde eyleme geçme imkânı da bulmuş oluyorlar. Elbette, doğrudan doğruya bir politikacıyı yaptığı konuşmalarla nefret suçlarını teşvik etmekle eleştirmek kolay değil. Bu eleştirinin sadece ve sadece mültecilere karşı açıklamalarıyla sıkça gündeme gelen Kemal Kılıçdaroğlu’na yöneltilmesini de doğru bulmuyorum. Ancak nefret söylemi ile nefret suçu arasındaki çizginin son derece kırılgan olduğunu ve tanınmış bir kişinin ağzından yayılan nefret söyleminin, nefret suçu işlemeye meyilli kişiler açısından davranışlarını mazur göstermek adına kullanılabileceğini dikkate almak gerekiyor. Kaldı ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı da, politikacıların hoşgörüsüzlüğü alevlendirecek bir dil kullanmama konusunda sorumluluk taşıdıklarını belirtiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu, başlarda mültecileri hedef alan ifadelere konuşmalarında hükümetin Suriye politikasını eleştirmek adına başvuruyordu. Asıl sorunun hükümetin Suriye’deki içsavaşı kışkırtması olduğunu, Suriye’de barışın bir an önce tesis edilerek Türkiye’deki mültecilerin ülkelerine geri gönderilmeleri gerektiğini söylüyordu. Her ne kadar zorla geri gönderme uluslararası hukuk tarafından yasaklanıyor olsa da, bu konuşmalarının ardındaki niyetin, daha çok mültecilerin ülkelerine geri dönebilecekleri koşulların sağlanması arzusu ve Türkiye’ye sığınan mültecilerin de buna istekli olacakları kabulü olduğunu düşünmek mümkün. Zaman geçtikçe beş yılı aşan bir süredir Türkiye’de bulunan ve burada iyi kötü bir hayat kurmuş olan mültecilerin önemli bir kısmının ülkelerine geri dönmek istemeyebilecekleri, bazılarının kısa sürede, önemli bir kısmının da kademeli olarak vatandaşlık statüsünü elde edecekleri anlaşılmaya başlayınca, kamuoyunda mültecileri hedef alan nefret söylemi giderek daha da yaygınlaştı. Mültecilerle ilgili asılsız iddialar ve suçlamalar toplumun hemen her kesiminde karşılık bulmaya başladı. (Bu iddiaların yanlışlığına dair kanıtlar için https://teyit.org/turkiyede-yasayan-suriyelilerle-ilgili-internette-yayilan-13-yanlis-bilgi/ bakabilirsiniz). Kılıçdaroğlu da konuşmalarında mültecilerin çalışmadan devletten yardım aldığı, vergi vermediği, ülkesinde askere gitmek yerine gelip burada gezip tozduğu, sınavsız üniversiteye girdiği gibi gerçeği yansıtmayan, kamuoyundaki mülteci düşmanlığını pekiştiren iddialara yer vermeye başladı. Daha birkaç gün önce fındık işçilerinin adalet yürüyüşünde yaptığı konuşmada Suriyelilerin birinci sınıf vatandaş olduğunu, devletin ‘çalışmayan Suriyelilere’ 30 milyar dolar harcadığını söylüyor yurttaşları bunun hesabını sormaya davet ediyordu. 24 Ağustos’ta NTV’de katıldığı programda “bu ülkenin insanı üçüncü sınıf vatandaş, Suriyeli birinci sınıf. Hastalandınız hastaneye gittiniz para ödersiniz. Suriyeli gidince para ödemez. Burada kalacaksa para ödeyecek” sözleriyle geri göndermeyi savunuyordu. 12 Mart’ta “Suriyelilerin daha maliyetlerinin farkında değiliz. Yarın göreceksiniz, bu insanlardan yeraltı dünyasının önemli aktörleri çıkacak. Bütün düzenimiz bozulacak” sözleriyle kamuoyunda mültecileri bir güvenlik tehdidi olarak gören algıyı pekiştiriyordu. 5 Nisan’da referandum çalışmaları kapsamında yaptığı konuşmada “bizim esnafımız vergi öder, onlar vergi ödemez, bizim vatandaşımız hastanede sıra bekler, onlar beklemez, bizim çocuklarımız üniversite sınavlarına girmek için dünyanın masrafını yaparlar, onlar asla sınava girmezler ve üniversiteye girerler, bizim gençlerimiz El Bab’da şehit olur, onlar burada gezer eğlenirler” diyordu.
Peki, bir sosyal demokrat partinin liderine düşen, sırf hükümeti eleştirmek adına, kamuoyunda giderek yaygınlaşan mülteci düşmanlığını körükleyecek açıklamalar mı olmalı? Oysa aynı Kılıçdaroğlu, CHP Göç ve Göçmen Sorunlarını İnceleme Komisyonu’nun hazırladığı Sınırlar Arasında İnsanlık Dramından İnsanlık Sınavına başlıklı raporun önsözünde şöyle diyordu: “Biz, bölgemizdeki insanları evlerinden eden öngörüsüz dış politikaya, mültecileri insan haklarına aykırı yaşam koşullarına mahkûm eden ve bir pazarlık unsuru olarak gören çağdışı anlayışa insan haklarını önceleyen, çağdaş, sosyal demokrat bir yaklaşımla yanıt veriyoruz. Bu raporla birlikte savaşların ve yabancı düşmanlığının olmadığı, huzur ve barışın egemen olduğu bir dünya özlemiyle çabalayan insanlarla aynı yolda yürüdüğümüzü bir kez daha vurguluyoruz.”
Mültecilerin son beş-altı yılda öngörülemez bir hızla sığındığı bir ülkenin kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan anamuhalefet partisinden ve bu partinin liderinden beklenecek sözler bunlar olmalı. Yabancı düşmanlığına, mültecilerin Avrupa ülkeleriyle yapılan kirli anlaşmada pazarlık malzemesi olarak kullanılmasına, savaş politikasına karşı olanlara, biz ‘huzur ve barış’ içinde bir dünyayı özleyenlere yapılmış bir çağrı olarak da okunabilir bu sözler. Nitekim, Türkiye’deki mültecilerin durumlarına ve maruz kaldıkları hak ihlallerine dair ayrıntılı bir çalışmanın sonucu olan bu raporun öneriler kısmında “Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmının ülkemizde kalıcı oldukları kabul edilmelidir”; “sığınmacı ve mültecileri hedef alan ve yabancı düşmanlığına yaslanan ırkçı, ayrımcı, dışlayan söylem ve uygulamalara tolerans gösterilmemelidir”; “bir arada yaşamın sağlanabilmesi için gerek söylem olarak gerekse de yasal olarak mülteciliğin ve iltica etmenin bir insan hakkı olduğu topluma anlatılmalıdır” deniyordu.
Bu çelişkiyi nasıl açıklamalı? Parti içi dinamiklerle, parti içi çatışmalarla, partinin homojen bir yapı olmadığı, içinde milliyetçiler ve solcular da dâhil farklı bileşenleri barındırdığı iddiasıyla mı? Yoksa liderin popülist bir söylem benimseyerek halkın duygularına, düşüncelerine tercüman olma arzusuyla mı açıklamalıyız? Bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, Sayın Kılıçdaroğlu’nun, anamuhalefet partisi lideri olarak her geçen gün körüklenen mülteci düşmanlığının vardığı noktanın ne kadar tehlikeli olduğunu, kısa ve uzun vadede çok önemli sonuçlara, geri dönülmesi zor bir noktaya gelinmesine yol açacağını görmesi ve buna karşı açık bir duruş sergilemesi gerekiyor.