Mülteci kampları niçin şehrin uzaklarına kurulur?

Zygmunt Bauman, Kapımızdaki Yabancılar’da 'Göçmenlik meselesini' anlatıyor. Medya şarjörüne trajedileri dolduruyor, havaya doğru bir bir boşaltıyor. Televizyon ekranlarına, gazete manşetlerine, grafitilere, politikacı kelamlarına, dergilerin kapaklarına bir kaç temsil hikaye yerleştiriliyor.

Abone ol

DUVAR - Tanımlamak, yutuyor. Her bir detayı bir çuvala yerleştirir gibi, taşınması kolay hale getiriyor. Dile gelmesiyle gitmesi bir oluyor.

“Daily Telegraph’ın editörü Emma Barnett, kanaat üreten medyanın göçmenleri sunumundaki baskın yönelimi şöyle tarif ediyor” diyor Zygmunt Bauman ve alıntıyı aktarıyor: “Çoğunluğu erkek Eritreli, Etiyopyalı, Afgan ve Sudanlıları tasvir etmek için kullanılan dil bile en iyi ihtimalle mekanik, en kötü haliyle ise insandışılaştırıcı. ‘Yasadışı göç akımlarının engellenmesi yönetimi’nin var olduğunu kesinleştirmek için acil hükümet toplantıları düzenleniyor. Afedersiniz ama bunlar kalpleri, aileleri ve unutulmasın, insan hakları olan, gerçek insanlar.”

“Mülteci politikaları” dediğimizde aslında ne kast ediyoruz? Tam olarak şöyle bir şeyler mi? “İngiliz hükümeti yılda 4000 Suriyeliyi alacağını söyledi ki bu Yunan Lesbos Adası’na bir günde gelen Suriyeli sayısına eşittir…” ya da “Danimarka gibi ülkeler yerleştirme programına katılma yönündeki eski sözlerinden döndü ve politikacılar mültecilerin mücevher ve nakitlerine el koyulmasını önerdi.”

Yani o tanımların arkasında, politika sözcüğünün yanında küçücük kalan ve fakat esasında kocaman olan detaylar var.Toz içinde kalmış tek renk bir coğrafyadan, renklerin çok olduğu varsayılan Avrupa’ya, hayaller diyarına yapılan yolculukların sonu masallardaki gibi değil. Yerinden hareket eden milyonlarca insanın bir kısmı denizde kayboluyor, bir kısmı ise sınırını geçtiği ülkenin topraklarında, şehirlerin, kalabalıkların ortasında...

GÖÇMENLİK MESELESİ

Zygmunt Bauman, Kapımızdaki Yabancılar’da 'Göçmenlik meselesini' anlatıyor. Medya şarjörüne trajedileri dolduruyor, havaya doğru bir bir boşaltıyor. Televizyon ekranlarına, gazete manşetlerine, grafitilere, politikacı kelamlarına, dergilerin kapaklarına bir kaç temsil hikaye yerleştiriliyor.

Tabii olarak Baumann soruyor: “Avustralya’dan sığınma talep eden ve kendilerini Woomera’nın dikenli tellerine atan ya da ‘karasularına girmelerini önlemek için’ Christmas Island ve Nauru’da Avustralya hükümeti tarafından inşa edilen toplama kamplarına kapatılan Afgan mültecileri şu anda kim hatırlıyor? Ya da ‘BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından haklarından mahrum bırakıldıktan sonra’ Kahire’nin merkezinde polis tarafından öldürülen onlarca Sudanlı sürgünü?”

Bauman, “biz ve onlar” ayrımına meyyal olduğumuzu, politikacılar ve medyanın büyük bir bölümü tarafından teşvik edilen “suçtan önce suçlu” duruşunda birleştiğimizi söylüyor. “Nihayetinde ‘güvenlikleştirme’ politikası acı içindeki hedeflerin görüntüsü karşısında biz seyircilerin vicdan sızılarını peşinen bastırmaya yarıyor ve göçmen meselesinin ‘kayıtsızlık’a uğramasına yol açıyor. Yani, onları ve onlara yapılanları ahlaki değerlendirmeden muaf kılıyor” diyor.

Michel Agier’in “göz politikası”na göre, “Bir yanda, temiz, sağlıklı ve görünür dünya, diğer yanda kalıntı ‘artıkların’ karanlık, hastalıklı ve görünmez dünyası.” Etrafı çitlenmiş, şehrin uzaklarında kurulan kampların, yüzen platformların varlığı, mültecileri hayatta tutmaktan ziyade varlıklarını ortalıktan kaldırmak görevini görüyor. Şöyle diyelim, öldürmeden yok etmek için bulunmuş 'hayırsever' bir çare.

Zygmunt Bauman, Kapımızdaki Yabancılar, çev: Emre Barca, Ayrıntı Yayınları, 2018.

BİZİ HAFİFLETEN SEBEPLER... 

Bauman’a göre, onlara baktığımızda gördüğümüz ve ahlaken kayıtsızlığımızın sorgusuzluğunu sağlayan şeylerden biri küresel güçlerin varlığı. Ülkelerin başına gelenler ve gelecekler bu küresel güçler yüzünden. Mülteciler ise uzaklardan gelen kötü haberin elçileri gibiler. Böylece 'gazabımızı vekaleten yakında, elimizin altındakilere' yöneltebiliyoruz. Her birimizi hafifleten bir sebep bu.

Bauman, ikinci olarak dibe vurduklarından şüphelenen, varoluşsal belirsizlik içinde yüzmeye çalışan ya da batmak üzere olan, depresif, toplum dışına itileceği için uyumsuz olmakta korkan, ücreti ödenmeyen, güvenliksiz, kırılgan ve savunmasız stajyerler olan çoğunluğun onlara baktıkça ne gördüğünü anlatıyor. Dibin de altının olduğunu görmek, bu insanların öz-saygılarından geriye ne kalmışsa kurtarıyor. Üstüne “milliyetçilik onlara batmakta olan ya da çoktan mevta olmuş öz-saygıları için hayalleri süsleyen bir can simidi sağlıyor” diyor.

Meselenin bir diğer yanı ise bunca ayıbı örtecek cinsten olmasa da sanırım daha anlaşılabilir. Ulaşım araçlarında, yürürken, bir mekanda otururken 'onları' gördüğümüzde yüzümüzde beliren anlama gayretinin, ürkekliğin ya da kötüsü, mesafeyi korumakta ısrar eden nefretin sebebini ise şöyle açıklıyor Bauman: “Mahallelerimizde, şehrin caddelerinde ya da iş yerlerinde birlikte yaşadığımız insanları sıradan bir şekilde dost ya da düşman olarak ayırırız. Hangi kategoriye koyarsak koyalım, onlara nasıl davranacağımızı ve ilişkilerimizi nasıl idare edeceğimizi iyi biliriz. Oysa yabancılara dair bilgimiz onların hareketlerini okuyamayacak ve uygun tepkiyi ortaya koyamayacak kadar azdır.”

Bauman, paleoantropolojik bulguların, bugün yaşayan herkesin Afrika kökenli olduğunu söylediğini hatırlatıyor. Sınırların çizilmesiyle gelinen nokta bu.