Eleştiri herkesin hakkı ancak iş “toplumu yanlış yönlendiriyorsunuz” ithamlarına varınca ve bu ithamlar temelsiz ise cevap vermek zorunluluk haline geliyor.
“İktidar ve Muhalefet İçin Mülteci Kılavuzu” başlıklı son yazımız üzerine çeşitli seviyelerde eleştiriler yapıldı. Bazılarına göre yazıda yer alan tanımlamalar “tamamen” yanlış, bazılarına göre “foncu yazar yine yazmış”, bazılarına göre yazı “algı yaratacak belli bir misyonla yazılmış”, kimine göre ise yüzeysel bilgi içeren (yine de faydalı) bir yazı olmuş.
Yazıda kamuoyunda yanlış bilinen birtakım konulara açıklık da getirmeye çalıştım. Örneğin; “Suriyelilerin vergi vermediği, üniversiteye sınavsız girdiği” gibi iddialar.
Ancak dikkat çekmeye çalıştığım en önemli konu aslında mülteci, sığınmacı tanımlamalarıydı. Çünkü kâğıt üstünde olan, Türkiye’nin de imza attığı, şerh düştüğü anlaşmalar başka, pratik başkaydı ve bugün Suriyeliler başta olmak üzere mültecilerin başına gelenlerin ve tartışmaların bir kısmı bu gibi çelişkilerden kaynaklanıyordu. Hasılı, yazıda mülteci, sığınmacı, göçmen gibi genel bilgilerin yanı sıra Suriyeliler ile ilgili bazı özel bilgiler vermeye çalıştım.
Birinci tanımlama(m) şu şekilde:
“Kendi ülkesinde ırk, dinsel inanış, sosyal statü ya da siyasi düşüncesinden dolayı zulme uğradığını ya da uğrayacağından haklı sebepler ile korkan ve bu nedenle başka bir ülkenin toprağına geçmek zorunda kalan herkese mülteci denir.”
BM’nin 1951 yılındaki, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler tarafından imzalanan konu ile ilgili sözleşmesi ne diyor peki?
“Mülteci” kavramı; 1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır.(1) İngilizce orijinali şurada (14. Sayfa). (2)
İki tanım arasında temelde bir fark var mı? Yok.
Sığınmacı ise kısaca mülteci statüsü bekleyen kişi. Bunun tarifi Türkçe’nin azizliği ile ilgili. İltica Arapça, Sığınma Türkçe; ancak aslında ikisi de tamamen aynı anlama geliyor. Böylece biz aynı anlama gelen bu iki kelimeyi farklı hukuki statüler için kullanarak hata yapıyoruz. Ancak pratik kullanımda birisi mülteci statüsünü kazanmış olan, diğeri ise mülteci statüsünü bekleyenler için kullanılıyor. Bu durum kabul görmüş.
Türkiye Devleti tarafından yapılan, kabul edilen tarif ve tarafları da meseleyi ilginç hale getiriyor.
Türkiye (Kurucu Meclis’i) 1951 anlaşmasını 1961’de kabul ediyor ve Devlet Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel imzalı bu karar 5.5.1961 tarihinde Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Dairesince yayınlanıyor. Orijinal metin şurada.(3)
Gelelim meselenin diğer taraflarına. Gerek BM sözleşmesinde gerekse Kurucu Meclis’in onay ilanı metninde yer alan “mülteci” tanımında dikkat çeken bir kritik ifade var:
“1 Ocak 1951’den önce cereyan eden hadiseler neticesinde …” Bu ne demek?
BM “1951’den önce” diyerek Avrupa’da yaşananları ve Avrupa dışında yaşananları (dünya savaşı vs.) kastediyor ve böylece anlaşmaya coğrafi sınırlama getiriyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkiye bu anlaşma metnini 1961 yılında onaylıyor. Ancak BM 1967’de coğrafi sınırlama getiren “1951’den önce” ifadesini kaldırıyor ve böylece herkes anlaşmaya dahil oluyor. Türkiye ise 1967 değişikliğini kabul etmiyor ve şerh koyarak kabul ettiği anlaşmadaki “1951 öncesinde cereyan eden” ifadesini çıkartmıyor.
Böylece aslında Türkiye sadece Avrupalıları mülteci olarak kabul etmeye ve diğer coğrafyalardan gelenleri ise mülteci olarak kabul etmemeye devam ediyor.
TBMM tarafından 2013 yılında kabul edilen 6458 sayılı yasanın 62 ve 63’üncü maddelerinde tarif edilen “mülteci ve şartlı mülteci” tanımlamaları işte Türkiye’nin bu şerhine dayanıyor. (4)
Buraya kadar yazılanlar meselenin özünü oluşturuyor. Ancak pratik yukarıdaki tanımlara göre yürümüyor ve Türkiye’de bulunanlar hangi hukuki tanıma girerse girsin aslında mülteci. Gelenlerin arasında militan olup olmadığını araştırıp gereğini yapmak da güvenlik birimlerinin işi.
Yazıda yer alan bazı ifadeler çok açık olmasına rağmen anlaşılamamış, bu nedenle bazı bilgileri tekrar etmekte fayda var: Suriyelilere dükkân, işletme vb. yerler açarken özel bir muamele yapılmıyor. Suriyeliler de sınava giriyorlar. Suriyelilere yardım BM ve AB’den geliyor ağırlıklı olarak. Ama bu Suriyelilerin Türkiye ekonomisine çok büyük katkı yaptığı anlamına gelmez. Suriye’den herkesin sermaye getirdiği gibi bir durum da yok. Çoğunluğu maddi imkanları sınırlı insanlar ve Türkiye’de işveren tarafından sonuna kadar sömürülüyorlar.
Ayrıca bir gazetede yer aldığı gibi “10 Suriyeli 6 Türk’ün işini elinden alıyor” gibi bir durum da yok.
Ancak Suriyelilerin evlerinin bombalanarak bu topraklara akmasına neden olan politikaları ve bunları kurgulayıp uygulayanları sorgulamamakta, Türkiye’de insanların işsiz kalmasına hangi açgözlülerin neden olduğunu görmemekte ısrar ederseniz bazı gazeteler, politikacılar gibi kolay hedef Suriyelilere yönelirsiniz.
Son olarak: Neresinden bakarsanız mülteciler iyi malzeme. BM insanî davranıyormuş gibi tablo çiziyor, devletler de öyle, hükümetler iç ve dış politika malzemesi olarak bulunduruyor, milliyetçiler mülteciler üzerinden vatanını seviyormuş gibi yapıyor, siyasal İslamcılar ensar rolüne devam ediyor, solun bir kısmı vicdan rahatlatıyor, bazı gazeteler tiraj yapıyor, elbette işini iyi yapanlar değil ama polemik esnafı bazı akademisyenler ve dernekler ise “mülteciler için çalışma” adı altında bu sömürüye katılıyor. Tam bir mülteci fırsatçılığının ortasındayız yani.
1- https://multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sozlesmesi-1.pdf
2- https://www.unhcr.org/3b66c2aa10
3- https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/KM__/d00/c002/km__00002024ss0053.pdf
4- https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/04/20130411-2.htm