Geçen haftanın gündeminde Bolu Belediye Başkanı’nın mültecilerle ilgili açıklamaları vardı. Başkan, seçim konuşmalarında mültecileri şehrin temel sorunları arasında gördüğünü belirtmiş ve seçilirse onlara karşı bazı önlemler alacağını açıkça söylemişti. “Onların Bolu’da kalıcı olmasını istemiyorum”, diyen Başkan, kendisinin belediye bütçesinden mültecilere “tek bir kuruş” bile aktarmayacağını gururla ilan etmişti. Nitekim seçildikten hemen sonra mültecilere yapılan gıda yardımını keserek sözünün arkasında duracağını da gösterdi. Ancak bu davranışla açığa çıkan fırsatı, iktidar partisinden belkemiği hayli kıvrak olan iki başkan değerlendirmekte bir an bile tereddüt etmedi. Onlara göre göreve başlamadan önce Kur’an üzerine yemin eden Başkan, şimdi bunun gereğini yapmıyordu ve bu onun ne kadar samimiyetsiz olduğunu gösteriyordu. Muhafazakâr seçmenin dini inancı üzerinden yürütülen bu kayıkçı kavgasının yanında, bir de Sırrı Sakık’tan gelen bir eleştiri vardı. Muş’ta seçim adaletini korumak uğruna göğüs göğüse mücadele veren Sakık, Başkan’ın tavrını genel siyasi duruşuyla ilişkilendirerek ırkçılık eleştirisi yapıyordu.
Başkanların mülteciler hakkındaki kavgası, herhangi bir soruna değil, doğrudan siyasetin sinir uçlarına temas ediyor. Bu hassas uçların birleştiği yerde, Türkiye’de siyasetin fabrika ayarlarını belirleyen özellikleri görüyoruz. Öyle ki ne zaman dişe dokunur bir konuda uzlaşmazlığa düşülse, siyaset temeldeki teolojik ve milli ayarlarına geri dönüyor. Mültecilerle ilgili tartışmanın din, millet ve ırk kavramları üzerinden yürütülmesi de bu temel biçime geri dönüşün bir işareti olarak görülmeli. Söz konusu işareti takip ederek ilerlediğimiz yolun sonunda, mülteciyi yurtseverlik ve yurttaşlık kavramlarına karşıt bir konuma yerleştirilmiş halde buluyoruz. Karşıtlık, ilk olarak, yurttaşların ülkenin kaynaklarının dağılımı konusundaki öncelik hakkının “yabancılar” lehine ihlal edildiği iddiası üzerinden kuruluyor. Sözümona mültecilere vergi, istihdam, konut edinme gibi konularda veya kimi kamu hizmetlerinde tanınmış kolaylıklarla ilgili söylentiler bu iddiayı beslesin diye yayılıyor. İkinci karşıtlık, mültecinin varoluşu gereği yurttaşlık ve yurtseverlik idealine aykırı biri olduğu inancına dayandırılıyor. Çünkü iyi yurttaşın vatanına sadık olması ve gerekirse onun uğruna savaşarak canını feda etmesi gerektiği düşünülür. Oysa mülteci çeşitli sebeplerle yurdunu terk etmiş ve savaşmaktan geri durmuştur. Bu bakımdan hem militarizmin hem yurttaşlığın yadsınmasıdır.
Sorunu biraz açmak için, yabancının Türkiye’deki farklı temsil edilme biçimlerinden hareket etmekte fayda var. Yabancı yerine göre bir turist, bir işçi, bir muhacir, bir gavur veya bir mülteci olabilir. Mülteci oluş, bu temsil biçimleri içinde, yabancılık durumunun en dezavantajlı olduğu konumlardan birini işaret eder. Çünkü mülteci sadece yurdundan uzak olan veya yurttaş olmayan kişi değildir, münhasıran “yurttaş karşıtı” biçiminde de tarif edilmiş biridir. Yurtseverliğin mülteci figürüyle rezonansa girdiği bu bağlamda, yabancı ya tekinsiz bir konuk ya da taşınması gereken ağır bir yük muamelesi görür. Buradaki soru şudur: Yabancı için ne yapılmalıdır ki o bir sorun olmaktan çıksın? Böyle bakıldığında ona gösterilen konukseverlik, bir tür cömertlik veya yardımseverlik ürünüymüş gibi görünür. Oysa konukseverlik herkese karşı ileri sürülebilecek bir haktır. Bizim konukseverliği hak değil de bir hayırseverlik işiymiş gibi görmemizin kaynağında doğru soruyu sormamamız yatar. Sorunun doğru sorulmadığı yerde, yanıtın doğru olması önem taşımaz. Görebildiğim kadarıyla sorulması gereken asıl soru şudur: Yabancı için ne yapılmalıdır ki onun bize kattıklarının karşılığı verilebilsin?
Bakış açısının bu şekilde değiştirilebilmesi için, yabancının bir mülteci olarak temsil edildiği söz konusu anlayışa biri varoluşsal diğeri ahlaki olan iki müdahalede bulunmak gerekiyor. İnsanların benlik algısında yabancı figürü bir kurucu, bir model veya bir rakip öteki olarak daha en baştan mevcuttur. Her lider kendi takipçilerini, her peygamber kendi ümmetini yaratır. Buradan yaklaşınca her kurucu güç, ister bir kişi ister bir heyet olsun, kurmuş olduğu topluluğa dışarıdan gelir. Musa bir Musevi değildir, bir Mısırlıdır; İsa bir İsevi değildir, bir Yahudidir. Yine Marx’ın “Ben Marksist değilim” demesini de bu türden kurucu önermeler arasında görmek gerekir. Fakat yabancının kurucu olma misyonunun sadece böylesi başlangıç anlarına özgü olduğunu düşünmek doğru olmaz. Bizim kimlik bilincimizin şekillenmesi de büyük oranda yabancının etkide bulunduğu bir süreçtir. Çünkü insan sadece kendinin ne olduğunu değil ne olmadığını da bildiği müddetçe bir bütün olabilir. Böylesi bir yaklaşım kimlik duygumuzu derinleştirir ve benlik algımızı zenginleştirir. Yaşadığımız yeri yuva olarak benimsememizi sağlayan varlığın bir yabancı olduğunu gördüğümüzde, ona olan varoluşsal borcumuzu daha net bir şekilde görürüz.
Söz konusu borcun yok sayılması, yabancının mülteci imgesiyle karşımıza çıktığı durumlarda, onunla olan ilişkimizi ahlaki açıdan problemli hale getiren yanlış bir akıl yürütme biçimine mahkum olmamızla sonuçlanır. Mülteci, yaşadığımız topraklara geldiğinde, içinde bulunduğu koşullardan ötürü karşımızda bize dönük bazı talepleri olan biri olarak görürüz onu. Bu talepler maddi hayat ve geçim koşullarıyla ilgili olduğu ölçüde, siyasal karar mercilerinin ekonomik bir akıl yürütme biçimini benimsemesini gerektirir. Mültecilerle ilgili mevzubahis tartışmada, özellikle ulusal kendi kendine yeterliliği ve yurttaşın önceliğini esas alan bir tür milli ekonomi anlayışının öne çıktığını görüyoruz. Bolu Belediye Başkanı, “Bolu’da tek bir yoksul bile var olduğu müddetçe…” yabancılara yardım etmeyeceğini söylediğinde veya Kılıçdaroğlu “Mülteciler birinci sınıf, kendi insanlarımız ikinci sınıf vatandaş oldu” gibisinden sözler sarf ettiğinde, tam olarak bu iktisadi mantığı devreye sokmaktadır. Bu ekonomik yaklaşıma göre mülteci iktisadi çıkarları yurttaşla çatışma içinde tanımlanan ve bir an önce halledilmesi gereken bir meseledir.
Mülteci karşıtı bu akıl yürütmede esas mesele, onun maddi taleplerinin ne bir piyasa çözümüne ne de bir milli ekonomi anlayışına sığdırılamayacağını görememekten kaynaklanıyor. Bu konuda özellikle İngiliz tarihçi E. P. Thompson’un önerdiği “ahlaki ekonomi” modelinin bizim için zihin açıcı olacağına inanıyorum. Thompson, İngiltere’deki on sekizinci yüzyıl gıda isyanlarının, giderek kapitalistleşen ekonominin yoksulların yaşamak için tüketmek zorunda olduğu temel besinleri erişilmez kılmasıyla ilgili olduğunu söyler. Ahlaki ekonomiyi, özellikle barınma veya beslenme gibi temel ihtiyaçlar konusunda, hakkaniyet, iyilik ve adalet gibi değer ölçütlerinin, serbest rekabet, kârlılık veya verimlilik gibi piyasa ölçütlerinin önüne geçmesi bağlamında düşünmek gerek. İnsanın zorunlu bir ihtiyacının karşılanmasını imkânsız kılacak bir düzenleme olduğunda, geniş bir yoksullar topluluğu bu gelişmeye adalet isteğiyle öne çıkan bir ayaklanma ile cevap vermektedir. Tarih boyunca etkili olan bu ekonomik mantığın güncel bir örneğini, Sudan’da El Beşir’in ekmek zammına bir tepki olarak başlayan ve sonunda bir devrime yol açan halk hareketinde buluyoruz. Yine Türkiye’de gecekondu direnişlerinde, her insanın barınma konusunda temel ve öncelikli bir hakkının olduğu inancının belirleyici bir ölçüt olarak öne çıktığını görüyoruz.
O halde ahlaki ekonomiyi, insan onuruna yakışır bir hayat sürdürmek için gerekli ihtiyaçların karşılanması konusunda herkese karşı ileri sürülebilecek bir değer sistemi olarak görmemiz mümkün. Mültecilerin ihtiyaçlarının yurttaşın önceliği veya piyasa verimine dayalı mantıklardan çok, bu ahlaki ekonomi modeline uygun olmasının nedenini bu durum oluşturur. Mülteci, her şeyden önce içinde bulunduğu koşullarda hayatını devam ettiremeyeceği için yerinden yurdundan olmuş bir kişidir. Dolayısıyla bir başkasının topraklarına güvenlik ihtiyacından ötürü yerleşmek zorunda kalmıştır. Aynı zorunluluk, onu temel ihtiyaçlarını karşılamayı mümkün kılacak araç ve olanaklardan da yoksun kılmıştır. Bundan ötürü mültecinin hayatı her türlü tehlikeye açık ve yaralanabilir hale gelmiştir. Gittiği yerde bir düşman muamelesi görmeme ve bir konuk olarak ağırlanmayı talep etmek hakkı, içinde bulunduğu insanlık durumunun yarattığı bu hayati önceliklerden ileri gelmektedir.
Söz konusu öncelikler, “Suriyeliler en şık, en rahat hayatı yaşıyor” gibi ayartıcı, ama haksız iddialarla geri plana atılamayacak kadar kritiktir. Çünkü söz konusu olan insanlık durumu, Türkiye’de yabancıyla temas ettiğimizde devreye sokulan tüm çözüm algoritmalarını aşan bir yükümlülük yaratır. Bizde yabancı “akraba topluluk” mensubu veya ırktaş olduğunda, bu da değilse din kardeşi olduğunda, hiç değilse “yurttaş dostu” olduğunda bir konuk muamelesi görebiliyor. Oysa mültecilik, yabancının insan haklarına dayanan ve hepimizin paylaştığı bir dünya yurttaşlığından hareket eden kozmopolit bir değer sistemiyle ilgilidir. Yurtsever kişi, mülteciyi iyi bir yurttaş olamamış veya kendi yurttaşlığıyla çatışan biri olarak gördüğü ölçüde, onunla insani bir bağ kurma konusunda yetersiz olur. Buradaki asıl mesele mültecinin bir yurttaş olma konusundaki başarısızlığı değil, mülteci karşıtının bir insan olma konusundaki başarısızlığıdır. Ancak görebildiğim kadarıyla bu başarısızlıktan tedirginlik duyan çok fazla insan yok. Çünkü herkes kendini korumanın doğal ve meşru olduğundan emin ve bu yüzden de “Önce can, sonra canan” kuralının yabancı için uygulanmasında da bir sakınca görülmüyor. Kendini korumayla ilgili mecburiyetler tartışıldığında, sanki insan ilelebet yaşayacakmış gibi bir yanılsama da kaçınılmaz oluyor.
Ne var ki kimse ölümsüz değil ve kimse kendini sonsuza kadar koruyamaz. Biz bu kendini koruma mantığının insanları ve kurumları nasıl çökerttiğini, insanları nasıl yüz yüze bakamaz hale getirdiğini, KHK'lar uygulandığında da gördük. Ölümsüz olmadığımızı hatırladığımızda, kendini koruma yönündeki takıntılı çabadan vazgeçip, yüzümüzü “ötekinin insan haklarına” çevirmemiz gerektiğini de fark ederiz. Çünkü açık ve yaralanabilir olma durumunun sadece mülteciye özgü bir başarısızlık değil, herkesin içinde olduğu bir insanlık durumu olduğunu da görürüz. Yabancı, hem benden önce var olduğu için benliğimi kuran biri hem varlığıma eşlik edip kimlik algımı zenginleştiren biridir. Ona olan borcumuz, bizim aslında kendi başına yaşayan egemen bir yurttaş olmadan önce, birbirine muhtaç durumdaki insanlar olduğumuz gerçeğini kavramamızı sağlar. Şimdi mültecilerin ahlaki ekonomisinin gereklerine yanıt vermediğimizde, aslında onun elinden insan olmanın onurunu da aldığımızı sanıyorum daha açık görebiliyoruz. Günümüzdeki yeni ırkçılık biçimleri, insanlığı kendi içinde aşağı yukarı ırklar olarak ayırmakla işlemiyor, daha çok belli grupların insanlığını gasp ederek, onları insandan daha aşağı varlıklar olarak tanımlamak yoluyla amacına ulaşıyor. Mülteci karşıtlığı veya yabancı düşmanlığı bu yoldan ırkçılığa götürür, oysa konukseverlik bunun tam tersine, yani insan olmaya vardırır.