Ali Artun kitabında, Türkiye’nin ulusal müze fikrinin geçmişini, bugününü ve neden nasıl asla gerçekleşemediğini anlatıyor. Cumhuriyet’in belki de en büyük başarısızlığı kendi modern müzesini kuramaması…
Benedict Anderson, Hayali Cemaatler kitabında bir ulus fikrini kurumsallaştırmak için üç şeye ihtiyaç olduğunu yazar: Nüfus, harita ve bir müze…
Müze, ulusal kimliğin inşası için bir simgedir. Ortak tarihin, değerlerin bulunup yazılması ve topluma kabul ettirilmesi sürecini kasteder Anderson. Ama tek başına ‘ulusal müze’, bütün bunları kendi görkemli yapısında büyük salonlarında toplayan, tüm vatandaşlar ve o ülkeyi tanımak isteyenler için ziyaret edilip vitrinlerine bakılacak bir yerdir. Müzesi bol ülkelerde tarih, sanat hatta doğa tarihi için kurulan görkemli yapılar hep bu yönde okunabilecek bir tavrın ürünleridir.
Türkiye’nin adı var kendi yok Resim Heykel Müzesi ise bu konuda nasıl da başarısız olduğumuzun bir ispatı gibi. Ulusun inşası sırasında, 1930’larda kurulan İstanbul Resim Heykel Müzesi, 75 senede o kadar az açık kalabildi ki, Türkiye aydınının ‘müze’ düşünü bir imkansıza dönüştürdü. Aslında ‘ulusal müze’ fikri Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmıştı. Devlet Osmanlı kimliğini oluşturma yolunda bugünkü Arkeoloji Müzesi’nin temellerini attı. Osman Hamdi Bey’in kurduğu, daha sonra kardeşi Halil Ethem’in yöneteceği müzenin bir ayağı da Asar-ı Nakşiye Müzesi idi. Daha sonraki Resim Heykel Müzesi koleksiyonuna katılacak bazı eserler bu dönem edinilmişti. Cumhuriyet döneminde Osmanlı hanedanının Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi’ni bir resim heykel müzesine dönüştürmenin de tabii ki simgesel bir yanı vardı. Ama bu simgesel atılım, bırakın toplumun genelini, ‘elitler’ arasında bile yeterince benimsenmemiş olmalı ki, müzemiz 1939’da açıldı, 1940’da kapandı. 1951’de yeniden açıldı ve 1976’da yine kapandı. Sonra bir daha doğru dürüst kapılarını açık tutamadı. 2012 yılında da bağlı bulunduğu Mimar Sinan Üniversitesi binadan çıkartıldı. Şimdi eski Antrepolar alanında yeni bir müze inşaatı sürüyor. Üniversitenin çıkmasından hemen sonra Veliaht Dairesi süratle yenilendi ve Milli Saraylar resim koleksiyonlarının sergilendiği bir müzeye dönüştü.
Resim Heykel Müzesi mevzusunu tekrar hatırlamamı sağlayan, Ali Artun’un Mümkün Olmayan Müze kitabı oldu. Kültür dünyamızı bambaşka bakış açılarıyla besleyen Sanat Hayat dizisinden (İletişim Yayınları) çıkan kitabında Ali Artun şöyle özetlemiş mevzuyu: “Sonuçta, TBMM Başkanlığı tarafından restorasyonu sürekli ertelenerek yıllardır kapalı kalmasına ve harap olmasına göz yumulan müze birden ayağa kaldırılmış ve Osmanlı hanedanına iade edilmiştir.” Ali Artun, modernleşmeyi simgeleyen Güzel Sanatlar Akademisi ağırlıklı koleksiyon yerine, saraylarda yer alan ve sultanların zevkini yansıtan resimlerin görünür olmasını bir siyasi tercih olarak okuyor: “Veliaht Dairesi’nin, Akademi’nin elinden alınarak sultanların sanatıyla donatılması sayesinde tarih güya ters yüz edilmiştir… İmparatorluk sarayı, Cumhuriyet’in ve modernliğin izlerinden ‘temizlenmiş’ böylece Osmanlı’ya özgü ihtişamı muhafaza altına alınmıştır.” Artun’a göre padişah portrelerinin ziyaretçiyi karşıladığı yeni müze, ‘sanatın muhafazakarlaştırılması’ politikasının bir uygulaması…
Milli Saraylar Resim Müzesi'nin daha açıldığı gün bir ‘Osmanlı resmi müzesi’ olduğu belliydi. Padişah portreleri, Osmanlı ressamlarının, o dönemin popüler yabancı sanatçılarının işlerinin yer aldığı bir yer burası. Ve aslında bu koleksiyonu da anlamlı ve merak uyandırıcı. Bana öyle geliyor ki esas mesele Cumhuriyet resmini simgeleyen koleksiyonun bir sahibinin olmaması. Cumhuriyet’in o büyük, ulusal müzesini kurmakta yetersiz kalması. Ne Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi, ne İstanbul’da Arkeoloji ya da Resim Heykel Müzesi, vatandaşların ve turistlerin bir numaralı hedefi olabildi. Hiçbir zaman parlak, enerjik ve önemsenen kurumlara dönüşemediler. Çünkü Türkiye kendi ulusal sanat anlayışını oluşturamadı, en önemlisi yaygınlaştıramadı. Özellikle ‘plastik sanatlar’ alanı, devletin her zaman en az ilgilendiği, önemsediği sanat dalıydı. Müzelerimiz modernleşmenin erken dönemindeki anlayışı asla aşamadı.
Sonuçta Türkiye’nin en büyük ve en ilgi çeken müzesi her zaman Topkapı Sarayı oldu. Osmanlı yaşam tarzını ve imparatorluğun en güçlü yıllarını simgeleyen eski saray, hep gözde ve gündemde kaldı. Yani aslında Cumhuriyet’in kimlik inşasında bir şeyler, kurucuların tasarladığı gibi gitmedi. Osmanlı kimliği, hep baskındı ve işte biraz da bu nedenle bugün, o kimliğe yaslanan bir muhafazakarlaşma inşa etmekte iktidar sahipleri hiç güçlük çekmiyorlar.
Ali Artun’un Mümkün Olmayan Müze’si, sadece Türkiye’deki müze tartışmalarını değil ama bütün bir kültür, sanat ve tarih anlayışımızı sorgulayan kelimenin tam anlamıyla ‘zihin açıcı’ bir küçük kitap. Beğenenlere e-skop’taki yazılarını da takip etmelerini öneririm.