Ankara’nın uzun yaz gecelerinden biriydi. 80’li yılların sonuna doğruydu sanırım. Çok da geç olmayan bir saatti ama sokaklar çok kalabalık değildi. Beş-on metre sonra ana caddeye çıkmak için girdiğim ara sokakta hızlı adımlarla yürüyordum. Karşıdan ben boylarda bir genç yaklaştı, biraz tehditkar bir üslupla “bu saatte sokaklarda gezmeye korkmuyor musun” dedi. Bir an içimden öyle geldi “bir bildiğim var ki geziyorum” dedim. Şaşkın bir şekilde “eyvallah” deyip uzaklaştı.
O üstüme doğru gelirken korkmuştum elbette, ama bir yandan da baş edip edemeyeceğimi tartmıştım. Ve çok sorunlu bir gün geçirmiştim, hırsımı birisinden çıkartasım vardı. Aslında onun tepkisi de beni şaşırtmıştı. Hem kendime hem ona şaşırmış bir halde caddeye çıktım. Işıkların ve kalabalığın güvenli sularında gülümseyerek otobüs durağına gittim.
O meydan okumanın bana çok iyi geldiğini hatırlıyorum. Korkmuştum ama ezilmemiştim, geri adım atmamıştım. O böyle eyvallah falan deyince de biraz racon kesmiş gibi hissetmiştim kendimi.
Eskiden örgütlülük bu kadar yaygın değilken, kabadayılar varmış meydan okuyan galiba. “Var mı bana yan bakan” diye biten tiratları çok görürüz filmlerde. Kötülerin karşısına dikilen, sinesini öne çıkarıp dimdik duran ve “bu böyle gitmez” diyen kahramanlar vardır. Hayatı omuzlarıyla değil de göğsüyle karşılayan, ezilmeyen, ezdirmeyen, sözleriyle ya da avcunun içiyle bir tokat çakıp kötülüğü yerler bir eden adamlar ya da kadınlar… Tam herkesin her şeyin bittiğini düşündüğü bir anda ortaya çıkıp duruma müdahale ederler, haksızlığa karşı koyup, haklının hakkını korurlar.
Münir Özkul’un Bizim Aile filmindeki Yaşar Usta karakteriyle fabrikatöre meydan okuduğu sahne kuşaktan kuşağa bir efsane olmuş artık. Yine Münir Özkul’un bu kez Oh Olsun filminde Burhan Usta karakteri olarak fabrikatör Hulusi Kentmen’e posta koyduğu sahne de daha az bilinir ama izlenme rekorları kırmaya devam ediyor.
Burhan Usta döneminde, durum biraz daha örgütlü meydan okumaya dönmüştür. İşçiler haksız yere işten atılan Burhan Usta’nın işe dönmesi için greve giderler. 60’lı yılların sonu ile 70’li yıllar örgütlü bir şekilde devlete, kapitalizme, faşizme meydan okunan yıllardır. 1967-69 yılları arasında Altıncı Filo eylemleri, 1961 Saraçhane Mitingi, 1970 yılı 15-16 Haziran eylemleri, meydanları dolduran mitingler, davullu zurnalı grevler, öğrenci eylemleri meydan okumaların kazanımlara dönüştüğü dönüm noktaları.
Gezi eylemleri hiç kuşkusuz tarihimizin en büyük meydan okumalarından biriydi. Küçük bir kıvılcımın toplumun tüm kesimlerinde birikmiş öfkeyi tutuşturduğu, kentlerin meydanlarından sosyal medyaya kadar her zeminde meydan okumanın gücünün hissedildiği bir dönüm noktası. Mizahla, müzikle, fotoğraflarla, çiçeklerle, hiçbir şey yapılamıyorsa ayakta durarak meydan okumanın tüm biçimlerinin de deneyimlendiği bir dönemdi Gezi.
Bugün politik olarak meydan okumadan önce iki kez düşünüyoruz çoğumuz, patrona meydan okuyacaksak dışardaki milyonlarca işsizi hesaba katıyoruz. Burhan Usta kadar bize sahip çıkacak bir işçi sınıfı var mı bilmiyoruz. Sokakta bir kadına ya da çocuğa kötü davrananları gördüğümüzde müdahale etmekte tereddüt ediyoruz.
Ama işte meydan okuma insanın doğasında var. Bir döneme ya da bir kuşağa özgü bir şey değil. Koşullara göre biçimler değişiyor ama yeni isyankarlar, yeni mücadeleciler, örgütleyiciler yetişiyor.
Jina Masha Amini’nin ardından ölüm tehdidine rağmen kadınlar saçlarını kestiler. Filistinliler için milyonlar meydanlara döküldü. İklim değişikliği mücadelesiyle büyüyen çocuklar var yeryüzünün her yerinde.
Çünkü meydan okumak güzeldir, aksi daha zordur. Üstümüze gelinmiş, umursanmamışız, hakkımız yenmiş ve biz sesimizi çıkartamamışız. Hayatın yükünü bir kambur gibi sırtımıza eklemişiz. Daha da eğilmişiz, küçülmüşüz. Sesimizi çıkartamamışız ama kafamızda o sahneyi defalarca yaşamış, bize haksızlık edene içimizden sayıp dökmüşüzdür. Ya da en yakınlarımızla dertleşip hep birlikte söylenmenin pratiğini yapmışızdır.
Oysa şöyle bir dikilmek, omuzlarımızdaki yükü yere atmak, sonra karşıdan gelen hareketi göğsümüzle karşılayıp o basıncı güçlü bir nefese, sese dönüştürmek... Herkesin “yapacak bir şey yok” dediği bir durumda “dur bir dakika burada ne oluyor” diye sormak bile bir meydan okuma olabilir.
Hayata meydan okuyabilmek en güzeli olsa gerek. Bütün zorluklarına rağmen hayatı sevebilmek, sıkıntılar üst üste gelirken umudu koruyabilmek, herkes ters yöne giderken ilkeli olabilmek, etrafımızı görebilmek, dayanışabilmek, birbirimize sahip çıkmak; hani feleğin sillesini yememişiz de feleğe bir tokat çakmışız gibi...
Ve elbette bir Fatma Girik, Cüneyt Arkın ya da Kadir İnanır değiliz, meydan okurken korkabiliriz. Herkes korkar. Cesaret korkmamak değildir, korkmaya rağmen doğru bildiğini yapmaktır.