Murat Esmer: Ne şair ne de dünya yeteri kadar cesur değil!
Murat Esmer'in ilk kitabı "Ahraz Alfabe", Kaos Çocuk Parkı etiketiyle raflarda yerini aldı. Şiirine dair konuştuğumuz, hayatta kalanlardan ya da kendini şiirle hayatta tutmaya çalışanlardan biri olan Esmer, "Şairin dilinin kıvranması gidememenin getirdiği bir buhrandan kaynaklanıyor. Bir yandan da bu şiirin asıl dert ettiğini bir biçimde ifade/itiraf edememesinin de payı var diye düşünüyorum. Ne şair ne de dünya yeteri kadar cesur değil!" dedi.
Halim Şafak
DUVAR - Şiirin temel özelliklerinin başında dönemsel olanla kurduğu ilişki ve bunun hem izleksel hem de biçimsel karşılığı gelir. Bu dediğimiz şiirin yükselen değerlerle kurduğu ilişki ve onun sonuçları olarak da anlanabilir ve öyle de yorumlanabilir. Şiirin bu yanı hem olumlanabilir hem de olumsuzlanabilir bir durumdur. Hatta reddedilmeye sonuna kadar açıktır. Şiirin kalıcılığını ise dönemin özgül koşullarının ortadan kalkmasıyla ancak bilebilir ve anlayabiliriz.
Bu noktada günümüz şiiri de neredeyse teknolojinin oluşturduğu bir alanda yazılmakta, aynı teknoloji şiirde biçimsel ve estetik olanı öne çıkarırken anlamsal ve insani olanı ya geriletmekte ya da tamamıyla ortadan kaldırmakta, dili harflere indirgeyerek, şiiri büyük ölçüde geometrik şekillerden oluşan ama o haliyle de bir yanını özgürlüğe açmış bir biçim ya da görsel haline getirmektedir. Ama buna rağmen şiir tekten örneklerde daha çok özgürlüğü çoğaltan ve talep eden bir özellik de kazanmaktadır. Yanı sıra biçimin özgürlükle kurduğu ilişki bir uçtan anlamı geri çağırma gibi açık/gizli bir amacı da bünyesinde bulundurmaktadır. Bütün bunlar başta belirttiğimiz gibi teknolojinin onun imgeleştirdiği bir dünyada olmaktadır. Böylesi bir dünyanın kendini başka bir devrimle yıkıncaya kadar kalıcı olma ve bundan sonrasını belirleme ihtimali oldukça yüksektir.
Ama öte yandan hem geçmiş hem de bugünün şiirinden etkiler alan ama bir yandan da anlamsal olanı hem bireysel hem de toplumsal temelde önceleyen ve önemseyen bundan bugün karşıtı bir muhaliflik üreten ya da buna katkıda bulunan yazılan şiir içinde şimdilik tekten örneklerle sınırlı estetik, biçimli ama bir o kadar da insanla ilgili geçmişle kurduğu ilişkiyi bugün ve gelecek arzusuna dönüştürebilen bir şiir de yazılmaktadır. Bireylikler dergisinde yayımlanan şiirleri ile bilinen Murat Esmer ilk kitabı "Ahraz Alfabe" (Kaos Çocuk Parkı,2018) ile bu dediğimizin önemli bir örneği oluşturuyor.
Murat Esmer şiirlerinde yaşıyor olmayı bugün karşısında bir sorun olarak kabul edip, biraz da erken kaybedilmiş baba ve imgesi (şiirin burası babasını erken kaybedenlerin ortak yasıdır) üstünden ölüm ve düşüncesi ile ilişki kurmanın ve yaşadığı hayatı bunun alanı haline getirmenin asıl nedeni yaparken, mekan olarak da bir dönem yaşadığı İstanbul’u seçiyor. Hatta bunu yaparken tıpkı Mehmet Müfit gibi otoritenin kapitalizmin gölgesinde kalmış ya da büyük ölçüde ikisinin oyun alanı haline gelmiş gizli saklı köşelerinde yaşanan ya da bir zamanlar yaşanmış olan bir İstanbul’dan da haberler getiriyor.
Bu Cahit Sıtkı Tarancı’dan, Ziya Osman Saba’ya, Ahmet Erhan’a, az biraz Abdülkadir Budak’a, Halim Şafak’a, Emel Güz’e en sonunda Murat Esmer’e kadar gelmiş izleksel ve düşünsel yakınlıkları dışında her şairin kendi biçimini oluşturduğu bir şiirdir. Murat Esmer bir farkla kendinden önceki örneklere bakarak, biraz da bugünün etkisiyle oluşturduğu estetizmle bu şairlerin şiirlerinden ayrılırken bu özelliği onun şiirinin özgünlüklerinden biri de olmaktadır.
Kuşkusuz burada ölüm ve düşüncesi ile kurulan ilişki, yer yer şairi hayatın yani yaşamanın anlamsız olduğunun baştan kabul edildiği bir düzlemin tam ortasında tutsa da aşk, çocukluk ve daha başka izlekler, onların oluşturduğu dünya, onun her türden canlıları hem okuru hem şairi sil baştan yaşamaya çağırabilmektedir. Bu dediğimiz bir uçtan da yazılan şiirin kendine çok kültürlü bir yapı ve içerik oluşturmasına ve bunu tavır haline getirmesine de izin vermektedir.
Bu sayede ölüm ve düşüncesinin insanı hayat ve ölüm arasında tutması, ikisinin arasında daha çok ölümün lehine gidip gelmesine izin vermesi de bugün karşısında fazlasıyla insani bir durumu ve tavır da olmaktadır. Bunun uzun sürmesi ve ölümle bitmesi mümkün bir çatışmanın da nedeni olduğunu da burada söylemek zorundayız. Söz konusu çatışmada şair ölmediği, ölemediği sürece yaşananın hepsi acıyla ve çaresizce şiirin hanesine yazılacaktır.
Murat Esmer hem yaşadığı hayattan hem de kendinden önce yazılan şiirden aldığı etkiyle bugünün yabancısı olduğu ve her geçen gün daha da yabancılaştığı büyük ölçüde bireysel ve onu hayatta tutan bir dünyadan tam bir estetizmle kimi zaman hayatın kimi zaman da ölümün lehine haberler verirken, John Holloway’ın talep ettiği türden çığlıklar atıyor ve bizi çağırıyor.
Hayatta kalanlardan ya da kendini şiirle hayatta tutmaya çalışanlardan biri olan Murat Esmer’le şiirini konuştuk.
Sevgili Murat; ilk kitabın “Ahraz Alfabe”yi konuşmaya dilden başlayalım: şiir neyin dilidir/dili değildir? İlk kitabın bu dilin neresinde durur ya da nesidir?
Dil, en başta bir kurumdur bağlı olarak otorite üretir ve talep eder. İletişimi sağlayan asıl unsur gibi kabul görse de aslına bakılırsa, insan ve insan olmayan canlıların arasındaki " anlaşmazlığın temel nedeni dildir". Crichton Smith " Dil başka insandır" der. Şiir neyin dilidir? Şiir 'derdin'/ derdi olanın dilidir. Şiir; dünyaya dönük dert kabul ettiklerimizi, geçmişimizi, kısaca bize dönük halleri anlatmanın bir yoludur. Bağlı olarak şiir bizim dilimizdir.
Kendimize dahi anlatmaya cesaret edemediklerimizi anlattığımız, kimi zaman da dünyaya karşı bağıra çağıra haykırdıklarımızı sustuğumuz biricik alandır. Şiir neyin dili değildir? Şiir verili olanın dili değildir. Kamu alanına sokulmayan dilin ta kendisidir. Ahraz Alfabe’nin dili, delilerin dilinin yanında durur. Sokaktaki dilin akrabasıdır. Yer yer argodan beslenen (şiirin ihtiyaç kabul ettiği ölçüde) yer yer, muzırlığa varan bir sürecin sonucu olarak verili dilin oluşturduğu klişe anlatımı ihlal etmeye yeltenir.
Şairin kendiyle ve yaşadığı dünyayla ne alıp veremediği var ki şiiri bunun alanı/kendisi haline getiriyor, dili kıvrandıkça kıvranıyor?
Şairin kendiyle ne zoru vardan önce, "Böyle bir dünyada yaşayıp da dünya ile bir ara veresi olmayan var mı ki?" demem lazım sanırım. Kendiyle alıp veremediği ise, böyle galiz bir dünya karşında hala hayatta olmanın kederidir. Bir biçimde gidememenin getirdiği bir buhran sanırım. Şiir bu buhranı ortadan mı kaldırıyor yoksa daha mı çoğaltıyor işin doğrusu bende bilmiyorum. Dilinin kıvranması, sancılanması da belki bu yüzden. Bir yandan da bu şiirin asıl dert ettiğini bir biçimde ifade/itiraf edememesinin de payı var diye düşünüyorum. Ne şair ne de dünya yeteri kadar cesur değil!
Bu yüzden mi şair ölümün/öldürmenin bir biçimi olan intiharı zihninin bir yerinde tutup duruyor?
Belki de, şair hayatla ölüm arasında kaldıkça bu durum şiirin elini güçlendirip biraz daha şairin canına okumuş, onu biraz daha kıvrandırmıştır. Bir önceki yanıtta da dediğim gibi, böyle bir dünya karşısında yaşayıp bu dünyayla alıp veresi olanın intiharı/ölümü aklında tutması normaldir. Kaldı ki bu, intiharı deneyimleme arzusundan çok; onu doğrudan gerçekleştirme isteği olarak çok hamleler yapsa da eninde sonunda bu ağzı sonuna kadar açık mezarda kalmıştır/kaldı.
Ama öte yandan gündelik hayat ilgisi/bilgisi bunu başka bir şey haline getirip yaşama arzusuna dönüştürmekte zorluk çekmiyor?
Evet. Gündelik hayatın hem bilgisi hem ilgisi şairi de şiiri de bir biçimde hayata rağmen hayatta kalmaya ikna etmeyi başarmış, sonucunda bu şiirler çıkmıştır. Ne var ki aynı gündelik hayat her an her şeyi tersine çevirip yıkmaya da kendini hep açık tutmuş, şiiri de buna ikna etmiştir. Yaşama arzusu şiir de kimi zaman boy gösterse de her an imhaya hazır olduğunu da hatırlatmadan edemiyor.
Aynı gündelik hayatın şiirlerindeki ironinin kaynağı olarak kabul edebilir miyiz? Hatta ironi şiddeti başka bir şey haline mi getiriyor?
Kabul edebiliriz. Dünyanın her türden duyguyu, ölüm, acı, ayrılık hızla normalleştirdiğini bildiğimize göre gündelik hayatta ironi bu normalleştirme karşısında asıl dert edileni koruyan bir şey gibime geliyor.
Başka bir deyişle dünyanın bu vurdumduymazlığı karşısında ironiye hatta müstehcenliğe bir hayli ihtiyacımız var. Youcenar müstehcenliği "bir sarsma tekniği olarak" görüyor. Biz de ironiyi bu gamsızlığa karşı kullanabiliriz.
Sorunun devamına ilişkin; şiddeti geriletemese, ortadan kaldıramasa bile buna ironi üzerinden yaklaştığımız zaman, evet başka bir şey haline gelmesi ihtimal. Ama asıl dert edilen ya da doğrudan şiddet ilk temasında ne edecekse ediyor zaten. Biz onu böyle anlayıp yaşamaya/atlatmaya çalışıyoruz.
Şiirindeki estetizmin kaynağını da gündelik hayatta mı aramalıyız?
O estetizmi gündelik hayatın içinden çıkartmamız normal değil mi? Günümüzde hemen herkes yatağından kalkıp gündelik hayatına başladığı andan tekrar o yatağa dönüp uykuya dalana kadar geçen süreyi, tam bir robot edasıyla planlı ve programlı yaşıyor. Bütün bunlar olurken de, eşya seçiminden beslenmeye kadar birçok hayati durumda ilk aradığı şey estetik kaygı oluyor. Sosyal medya ve internetin de buna fazlasıyla cevaz veren bir alan olduğunu da hesaba katarsak, estetik insanların birincil önceliği halini çoktan aldı. Şuraya bağlamak istiyorum: bu denli estetik kaygılarla donatılan "ortamdan" bu sonucun çıkması doğal.
Belki şunu da eklemeliyim; bu hikâye eksik/fazla bir biçimde kendini anlatmaya çalıştı. Eksiği yeteri kadar cesur olamaması, fazlası ise estetizmi gibi görünüyor.
Şiirinde aşk ölümle ve hayat da ölüm de (en azından onun arzusu) hangisine yöneleceği belli olmayan bir eylem gibi mi yaşanıyor?
Şiirin, aşka da hayat ve ölüme de kekeme kaldığı, şaşkın olduğu doğru. "Hangisine yönelmesi gerektiğini kestiremiyor" mu demeliyiz tam olarak bilmiyorum. Ama hayatın bütün kötücüllüğüne rağmen, ölümü de hep akılda tutarak aşkı yaşamak istiyor gibi. Ne var ki o aşkın da, o hayatın da muhatapları çoktan geçmişte kaldılar. Geriye bir ölüm mü kaldı!
Şunu da sormalıyım: “Ahraz Alfabe” bir ilk kitap olarak kimleri ve hangi şiirleri kendine akraba ya da yakın buluyor? Neyin, nelerin yasını tutuyor?
Birkaç yerde daha söylemiştim, burada da ifade edeyim. Bu şiirleri asıl belirleyen iki şiir ve onların şairlerinin hayatları var; Halim Şafak ve Ahmet Erhan'ın hem şiiri hem de hayatları bu şiirler üzerinde oldukça etkili hatta belirleyici oldular. Ben adını andığım bu iki şairin şiirlerine denk gelinceye kadar yazdığım ve o dönemde kendimi ifade etmeye yettiğini sandığım şiirleri o günden sonra bir çırpıda imha ettim. Böylelikle başka bir süreç başladı.
Her iki şairdeki acı bilinci, hayat ve ölüm düşüncesi, beni baştan sona etkiledi. Aslında dert ettiklerimin bu iki şiirde olduğunu gördüm. Ama bir biçimde bu iki şiirden etkiler alan ama başka bir pencereden bakan, yakın ama başka bir şey söyleyen şiirler yazmam gerekirdi. Bunlar çıktı ortaya. Sen hep dersin ya abi "Tarih versin hükmünü!"
Tabii Halim Şafak ve Ahmet Erhan şiirinin yanına İkinci Yeni'yi (bilhassa Ece Ayhan) Mehmet Müfit'i ve daha başka şair ve şiirleri de eklemem gerek. Ama bu şiir asıl etkisini başta belirttiğim iki şairden almıştır.
Neyin yasını tutuyor?
Bu şiirde; Bu topraklarda hikâyesi yarım kalmış/bırakılmış azların, azınlıkların ve yarıda kalmış hayatların acısı var. Yaşamayı bir türlü becerememiş aşkların yası var.
Burada baba ve imgesine ayrı bir parantez açmalı mıyız?
Sen de bir "babacı" olduğuna göre evet, en geniş parantezi "baba"ya açalım! Babanın oluşturduğu otoriteyi filan bir kereliğine de olsa kenara bırakıp, başa dönüyorum. Dört yaşında babasını kaybetmiş bir çocuk. Ne ses ne koku ne de bir anı kalmıştır geriye bir ölüm ve bir mezarlık dışında.
O günün dört yaşındaki bugünün eşek kadar herifi, yılda bir, elinde bir Maltepe bir avuç tuz Şarkışla’da yolun kıyısında duran mezarlığa gidip, Maltepe’yi yakıp toprağa dikiyor ve onunla cevap veremeyeceğini hiç unutmadan konuşup, dünyada ne olup bittiğini anlatıp, sonunda tuzu sağa sola serpiştirip gerisin geri dünyaya dönüyor. Senin de Giritli ile arandaki bağı, anlattıklarından daha çok yazdıklarından, kederle öğrenmiş birisi olarak soruyu şöyle yanıtlamak istiyorum:
benim babam upuzun bir kırşehir
kim bilir bir daha ne zaman gelir!
Hikâyenin büyük kısmı İstanbul’da geçiyor: o neden?
Ben çocukluğumun ve erginliğimin ilk yarısını Kayseri'de bir kenar mahallede geçirdim. Ne şehre ne de insanına dönük eksik/fazla bir düşünce ortaya çıkmadan araya İstanbul girdi. İlk gurbet. İlk aşk, dokunduğu ilk kadın bedeni, denizi ilk kez İstanbul’da görmenin büyüsü. İlk kez bir karşı cinsi denize bakarak öpmenin heyecanı. Bunlardır belki de hikâyenin merkezini İstanbul yapan. Ama o hikâyedeki ne insanlar ne de şehir bugünün İstanbul’u mu dersen yanıtım "Hayır"dır. Bu hikâyenin kabaca bir derdi de o insanları geçmişin içinden alıp bugün de görme/ yaşatma arzusu olarak da anlanabilir.
Eklemek istediklerin?
Şiirimin gelişiminde ve sonucunda dosyalaşmasındaki katkın için, ne zaman çıkmaza düşsek karanlığın içinden bize doğru uzanan elin için, "bireylikler"i hepimizin yaptığın ve içinde bize de yer açtığın için sonsuz teşekkürler.