Murat Gülsoy: Yazdıklarımı türlere göre ayrı yerlere koymuyorum

Murat Gülsoy'la kitabı 'Belirsiz Bir Anın Kıyısında'yı ve öğretim üyesi olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ni konuştuk. Gülsoy, "Boğaziçi ilk kez önemini fark etti. Çok güçlü bir Boğaziçi var artık" dedi.

Abone ol

DUVAR - Geçtiğimiz yıllarda kaleme aldığı edebi eserleriyle çok sayıda ödül alan Murat Gülsoy, erken yıllarda Hayalet Gemi isimli bir dergi çıkarır. Yaklaşık on yıl süren bu üretimi, “Edebiyat, sanat son derece bireysel yapılan bir iştir ama dergi çıkarmak hem de bunu on yıl boyunca yapabilmek ancak bir topluluğun başarabileceği bir iştir. Editörlüğün ne demek olduğunu öğrendim ayrıca” sözleriyle tarif eden Gülsoy, son olarak Can Yayınları’ndan 'Belirsiz Bir Anın Kıyısında' isimli öykü kitabını yayımladı.

Murat Gülsoy’la bir araya geldik. Edebiyat anlayışını, yaratıcı yazarlık meselesini ve öğretim üyesi olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ni konuştuk.

Bir önceki öykü kitabınız yayımlanalı yaklaşık on yıl olmuş. O süreçten bugüne öykü anlayışınızda (hem okur hem yazar olarak) ne tür değişiklikler oldu sizce? Bu süre zarfında başka bir okur kitlesi de oluştu.

Ben yazdıklarımı türlerine göre ayrı yerlere koymuyorum. Kurmaca denilen genel bir başlık altında düşünüyorum yazdıklarımı. 'Keşke öykü ve romanı kapsayan tek bir kelimemiz olsaydı' der Milan Kundera, ben de onun bu düşüncesine yakınım. Yazdıklarımda süregiden temalar, konular olduğu gibi değişen atmosferler ve motifler de var. 'Ve Ateş Bizi Tüketiyor' ile başka bir aşamaya geçtiğimi düşünüyorum, belki de en baştaki ruh durumuma döndüm, daha gerçeküstünün, fantastiğin, gotiğin kendini hissettirdiği bir ruh durumu. Edgar Allan Poe ile Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı beraber okuduğum dönemler vardı, korkunç ve şaşırtıcı olanla komik olanın birbirine dönüştüğü hikayeler; sonra Borgesler, Kafkalar, Oğuz Ataylar sökün etti. Tüm bu yazarların kesiştikleri yerler oluyor, muhtemelen ben de o kesiştikleri noktalarda kendimden bir şeyler buluyorum. Örneğin Oğuz Atay’ın 'Korkuyu Beklerken' öyküsü ile hem Kafka hem Borges hem de Dostoyevski bir şekilde kesişiyor ya da bana öyle geliyor. Birbirlerini hiç okumamış olsalar bile bu yazarların ruh durumları ile kendi iç dünyam arasında yakınlıklar bulmak heyecan veriyor. Hiç beklenmedik kesişimler keşfediyorum. Aradan geçen onca zamanda edebiyatın içine daha fazla daldım, roman ya da öykü yazmak üzerine daha çok düşündüm, yeni yollar aradım, daha cesur olmaya çalıştım. Son dönem yazdıklarımda kendi dünyamın sınırlarını genişlettiğimi, kendimi daha iyi tanımaya başladığımı düşünüyorum.

Edebiyatın farklı türlerinde eser üretiyorsunuz. Bir hikâye zihninizde belirmeye başladığında, bunun roman ya da öykü olacağına nasıl karar veriyorsunuz?

Karışık bir konu. Basit bir cevabı yok. Bazen çok kolay anlarsınız, bu bir öykü olur dersiniz. Tek bir etki üzerine kuruludur, kuvvetli ve çarpıcı bir etki, o zaman öyküdür o, ama bazen de geniş imkanlar sunan bir konu ya da yapı gelir aklıma. Böyle bir tema ya da bir kurgu mimarisi geliyorsa o zaman bir romana evrilir.

Uzun bir süredir “yaratıcı yazarlık” dersleri veriyorsunuz. Buradaki süreç nasıl ilerliyor? Ayrıca okurlarımız için “yaratıcı yazarlık” tanımını açar mısınız? “Sıradan yazarlık”tan farkı nedir?

Yaratıcı yazarlık/yazı kavramı öykü ve roman yazarlığını ifade eder. Bu konuda çok geniş bir literatür var, bir ucu edebiyat eleştirisine dayanıyor diğer ucu anlatıbilimine hatta dilbilime uzanıyor. Öykü ve roman yazarken yaptığımız, dille bir dünya kurmaktır. Okur bir mekân duygusu yaşar, o mekanda zaman akmaya başlamıştır. Bu türden bağımsızdır neredeyse. Kafka’nın Gregor Samsa’sı sabah uyandığı an onun odasında zaman akmaya başlamıştır bizim için. Ardından orada insanların duygularını, davranışlarını ve düşüncelerini izleriz. İradi varlıkların hareketini görürüz. Şiir, deneme gibi edebi türlerde şart olmayan bu “dünya kurma” ve “iradi varlıklar yaratma” meselesi nedeniyle “yaratıcı” yazar deniliyor. Sonuçta tüm öykü ve roman yazan kişiler yaratıcı yazarlık eyleminin içindedir. Tabii yazdıklarının niteliğinden bağımsız olarak söylüyorum bunu. Bu işin bir yönü. Çok uzaktan baktığımızda hemen söyleyebileceğimiz kalın çizgiler.

Belirsiz Bir Anın Kıyısında, Murat Gülsoy, 264 syf., Can Yayınları, 2021.

Ancak biraz daha yakından bakıldığında yaratıcı yazarın kurgusal dünyalar ve insanlar yaratırken yaptığı iş, kendi iç dünyasının gerilimlerinden beslenir. Bu gerilimler insanın hem kendi fiziksel varlığından hem de çevresindeki toplumsal/tarihsel koşullardan kaynaklanır. Bu aşama çok önemli. Sanatsal üretim ve arayış süreci bu gerilimleri ne kadar iyi araştırıyorsa o kadar nitelikli eserler ortaya çıkar. İşin en zor kısmı da budur zaten. Yaratıcı yazar kendi üzerinde çalışan, tüm bilişsel işlevlerini ve yeteneklerini kendi bilinç dışı süreçlerini kurcalamaya harcayan kişidir. Mesele yazarın dünya görüşüyle, bilgisiyle, entelektüel donanımıyla ilgili olmaktan çok bu içsel araştırmaya kendini açmasında düğümlenir. Her yazar her zaman bunu yapabilir mi? Hayır. Hatta çok iyi yazarların bile kimi zaman ilk eserlerinde gösterdikleri parıltıyı ilerleyen yaşlarında gösteremediğine tanık oluruz, bunun en büyük nedeni artık kendi içsel süreçlerini araştırmayı bırakıp çok daha konforlu bir alana çekilmeleridir, orada yılların birikimi ile okurlara birçok şey anlatabileceklerini düşünürler. İşte yazarın sıradan bir “bilen” olmaya dönüştüğü andır bu. Yazdıkları da didaktikleşmeye, vasatlaşmaya başlar. Tabii başından beri böyle yazanlar da çoktur. Yazıyı steril bir entelektüel faaliyet olarak görenleri kast ediyorum. O zaman yapılan iş sanat olmaktan çıkar ve bir tür gelişkin metin yazarlığına dönüşür.

'İYİ EDEBİYAT ÖDÜLLERİNİN ÖNEMLİ BİR İŞLEVİ OLDUĞUNA İNANIYORUM'

Eserlerinizle pek çok edebiyat ödülü aldığınız görülüyor. Ödül almak motivasyonunuzu etkiliyor mu?

En önemlisi ilkiydi. Çok gençtim ve ödüllere, jürilere, baskın edebiyat ortamına dair büyük önyargılarım vardı. Fakat kendime göre çok aykırı olduğunu düşündüğüm kısa bir öyküyle Yunus Nadi’den ödül alınca bu konuya bakışım değişti. Kimse beni tanımıyordu, yine de yazdığımı okumuş, beğenmiş, değerlendirmişlerdi. Birincisi bunun benim üzerimde son derece olumlu bir etkisi olmuştu. Motivasyonum yükselmişti. Ayrıca edebiyat dünyasına dair aklımdaki klişe önyargılar kırılmıştı. Daha sonraki yıllarda da kitaplarıma ödül veren jüri üyeleriyle tanıştığımda, Füsun Akatlı, Şara Sayın gibi son derece saygın eleştirmenlerin, akademisyenlerin yazdıklarımı ne kadar dikkatli okuduklarını görmek mutlu etti. Bu benim kişisel deneyimim. Elbette olumsuzluklar yaşayanlar da olmuş olabilir ama ben iyi edebiyat ödüllerinin önemli bir işlevi olduğuna inanıyorum. Yayınevleri ne de olsa ticari kuruluşlardır, iki amaçları vardır: iyi kitap yayımlamak ve zarar etmeden yayınevini sürdürmek. İyinin tanımını da kendilerine göre yaparlar. Zaman içinde bir kimlikleri oluşur. Nitelik önemlidir ama satış da önemlidir. Ödüller ise kitabın satışı ile hiç ilgilenmez, kendi ölçütlerine göre en iyiyi seçmeye çalışırlar. Kimseye bir borçları yoktur, dolayısıyla okura bir yön gösterir ödüller.

Sait Faik Hikâye Armağanı jürisinde yer alıyorsunuz. Ödül alması öngörülen bir eserin kriterleri nelerdir?

Sait Faik Hikâye Armağanı biliyorsunuz Darüşşafaka Cemiyeti’nin uhdesinde düzenleniyor. Son derece saygın eleştirmen ve yazarlardan oluşan bir jürisi var. Her jüri üyesi kendi edebiyat anlayışına göre değerlendiriyor kitapları. Ardından toplanıyoruz ve kapalı oyla herkes üçer isim öneriyor. En çok oyu alan ödülü alıyor. İnanır mısınız bugüne kadar ikinci bir oylama yapma gereği hiç duymadık, yani birinci olan kitaplar jürinin çoğunluğunun dikkatini çekmiş oldu hep. Benim için kriter, dili iyi kullanması, kurgulama ve anlatım biçiminde yenilikler getirmesi ama her şeyden önemlisi üzerimde bir etki yaratabilmesi. Çalışılmış, emek verilmiş kitaplar henüz daha olgunlaşmaya ihtiyacı olanlardan çok çabuk ayrışıyor zaten.

'HAYALET GEMİ İLE EDİTÖRLÜĞÜN NE DEMEK OLDUĞUNU ÖĞRENDİM'

Bugünden baktığınızda “Hayalet Gemi” dergisini hazırlamanızın edebi kimliğinize ne tür katkıları olduğunu düşünüyorsunuz? Sizi hangi konularda besledi?

Birincisi kolektif iş yapmanın zevkini aldım. Bu benim için çok önemli bir kazanım oldu. Edebiyat, sanat son derece bireysel yapılan bir iştir ama dergi çıkarmak hem de bunu on yıl boyunca yapabilmek ancak bir topluluğun başarabileceği bir iştir. Editörlüğün ne demek olduğunu öğrendim ayrıca. Masa üstü hazırlık (mizanpaj, dizgi), matbaa, dağıtım, reklam toplama, tahsilat yapma gibi yayıncılığın tüm aşamalarında on yıl ter döktüm. Tiyatrocular için söylenen bir söz vardır sahne tozunu yutmak diye ben de öyle bir deneyim yaşadım. İçerik olarak da beni her zaman beslemiştir. Çünkü dergide sosyoloji, tarih, mühendislik, fizik okumuş, sinemayla, fotoğrafla ilgilenen çok farklı geçmişlere sahip insanlar bir aradaydık. Tartışmalarımız çok geniş bir kültürel yelpazeye yayılıyordu. Üniversite gibiydi. Gerçi zaten bir yandan da üniversitedeydim. Bunlar hep iç içe yaşadığım süreçler oldu. Disiplinler arası çalışmak, meselelere farklı bakış açılarından yaklaşmak, başkalarını anlamaya çalışmak… Bunlar hep o dönem kazandığım niteliklerdi.

Yazmak, bir yerde teknik bir mesele aynı zamanda… Mühendislik eğitiminizin, öğretim üyeliğinizin yazma becerinizi etkilediğini düşünüyor musunuz?

Elbette yazma becerimi etkilemiştir ama daha çok etkili olan az önce söylediğim entelektüel ortam oldu. Tabii 1990'larda eleştiri kuramları hakkında okuduklarım da çok geliştirdi beni. Daha önce okumuş olduğum yazarları farklı bir gözle okumayı öğrendim. Yazmayı geliştirmenin en önemli yollarından biri insanın okumasını derinleştirmesidir. Analitik düşünce burada çok işlevsel olabiliyor. Elbette toplumsal ve tarihsel dinamikleri gözden kaçırmadan… Çünkü edebi bir yapıt ne sadece yazarın psikolojisine bağlıdır ne de kullandığı edebi tekniklere… İçinde yaşadığı tarihsel toplumsal dinamiklerin izlerini görmezseniz yazdıklarını tam olarak anlayamazsınız. Örneğin 1970'leri düşünmeden Bilge Karasu’nun 'Gece'sini okumaya kalkmak son derece eksik olur.

'BOĞAZİÇİ YAYINEVİ FİİLEN DURMUŞ DURUMDA'

Bir süre önce Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanmasından sonra Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’ndeki görevinizden istifa ettiniz. 17 yıllık bir süreç sonunda görevinizden ayrılmak nasıl bir his? Anlatır mısınız?

Öncelikle şunu belirtmeliyim çünkü birçok mecrada yanlış anlaşılıyor, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin Yayın Kurulu Başkanlığı benim üniversitedeki görevlerimden biriydi. Asli görevim Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde öğretim üyeliği ve bu görevimden istifa etmedim, işimin başındayım. Ayrıca B.Ü. Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi Müdürlüğü görevine de devam ediyorum. Öğretim üyeliğinden yani Boğaziçi Üniversitesi’nden ayrılmak gibi bir niyetim yok. Yayın kurulu başkanlığına ise 2004 yılında o zamanki rektörümüz Ayşe Soysal tarafından getirildim. Çok ciddi bir yayın kurulu kurduk ve son derece kısıtlı imkanlarla nitelikli bilim ve akademik yayıncılık yapmaya çalıştık. Daha sonra her yeni rektör atandığında ben kapılarını çalıp o güne kadar ne yaptığımızı, bundan sonra ne yapılabileceğini anlattım. Hepsi üniversitenin görev onayı verdiği bu rektörlerle yayınevini birlikte sürdürmeye devam ettik. Ocak ayında bir gece yarısı atanan yeni rektörle böyle bir görüşme yapmam mümkün olamayacağı için istifa etmeyi uygun gördüm.

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi geçtiğimiz pandemi döneminde çok büyük maddi güçlükler içine düşmüştü. Devam edebilmesi için çok çaba sarf edilmesi gerekiyordu ama şu anda üniversitenin gündemi çok daha acil meselelerle meşgul. Maalesef kaybeden kültür ortamımız oldu. Çünkü bilim yayıncılığı zor ve pahalı bir iş. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi fiilen durmuş durumda. Üniversite için asla karamsar değilim ama Yayınevi’nin tekrar aynı ivmeyi yakalaması çok güç. Tecrübeli editörlerimiz işi bırakmak zorunda kaldı bu süreçte örneğin. Bu tür bir birikim sadece parayla geri getirilemez ne yazık ki…

'37 YILDIR BU KURUMDAYIM, İLK KEZ BOĞAZİÇİ KENDİ KİMLİĞİNİ BU KADAR YOĞUN TARTIŞTI'

Boğaziçi Üniversitesi’nde şu an öğretim üyesi olarak görev yapıyorsunuz. Gelinen süreci nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle çok üzgünüm. Üniversitemiz hiç hak etmediği bir atama ile bir krize sürüklendi. Şöyle düşünün 31 Aralık 2020’ye dek olabildiğince huzur içinde, herkesin varoluşuna saygılı, demokratik bir ortamda çalışıyorduk. Ne bir polis gücü vardı çevrede ne de şiddet içeren bir olay oluyordu. Boğaziçi her düşünceden öğrencinin, hocanın birlikte yaşamayı becerdiği bir üniversiteydi. Onlarca kulüp, öğrenci inisiyatifi yan yana etkinliklerini yaparlar, birbirlerini duyarlar, demokratik kültürlerini geliştirirlerdi. Elbette arada sırada ülkenin ateşli gündeminin yansımaları olurdu ama çatışmaları üniversitenin bileşenleri kendi içinde çözmeyi becerirdi. Üniversite tamamen tabandan yukarı doğru yönetilirdi. Tüm kararlar birimlerde alınırdı. Örneğin bir bölüm açacağı dersler, alacağı hocalar konusunda esas belirleyiciydi. Liyakat, yani o işi yapmaya ehil olmak en önemli aranan özellikti. Elbette şeffaflık gözetilerek yapılırdı bütün bunlar. Hesap verilebilirlik en önemli ilkeydi.

Şöyle bir örnek vereyim, sadece birimler değil üst yönetim tüm hocaların davetli olduğu Genel Kurul toplantıları düzenlerdi her dönem. Burada dönemlik icraat ve sorunlar anlatılır, herkes haberdar edilir, yönetim tartışmaya açılırdı. Herkes, akademik rütbesinden bağımsız olarak -ki bunu ima etmek bile çok ayıptır- söz alır dilediği gibi yönetimi eleştirir ya da okulda yanlış ya da eksik bulduğu uygulamaları dile getirirdi. Bu bildiğim kadarıyla Türkiye’de üniversitelerde olmayan bir gelenek. Ayrıca, son dönemde bu Genel Kurul’lara her ay bir kere Öğle Yemeği Buluşmaları eklenmişti. Üst yönetim tam kadro rektörlükte toplanır, herhangi bir gündem dayatmaksızın öğretim üyelerinin sorularını cevaplar, eleştirilerini dinlerdi. Bunları böyle uzun anlatıyorum çünkü Boğaziçi’nin gelenekleri denildiği zaman tam olarak neden söz ettiğimiz anlaşılmıyor. Şimdi bunlar bir gecede ortadan kalktı. Ayrıca yine bir gecede hiçbir akademik teamüle uygun olmayan şekilde iki fakülte kuruldu. Bir gecede iki fakülte… Bu akıl alır bir şey değil Boğaziçi için.

İlk günden bu yana biz öğretim üyeleri de elimizden geldiğince yanlış gördüğümüz bu uygulamalara karşı çıkıyor, yasal ve akademik olarak tüm haklarımızı kullanarak üniversiteyi korumaya çalışıyoruz. Ben 1984 yılında öğrenci olarak girdim Boğaziçi’ne. Sonra doktoramı İTÜ’de yaptım ama o süre boyunca da Boğaziçi’nde öğretim görevlisiydim. Dolayısıyla Üniversite’nin 37 yılına tanığım. Yani 158 yıllık kurumun dörtte birinin tanığıyım. Benden çok daha büyük hocalarımız var şu anda o meydanda nöbet tutan, 1970'lerden beri hocalık yapmış dev isimler. Hocaların hocası olmuş akademisyenler. Herkesin üzerinde anlaştığı temel değerler 2012 yılında Boğaziçi Üniversitesi Senatosu tarafından kayda geçirilmiştir ve orada şöyle der: “Üniversitelerin herhangi bir kişi ya da kuruluşun etki veya baskısına maruz kalmaması ve siyaset aracı olarak kullanılmaması bilimsel ve toplumsal gelişim açısından vazgeçilmezdir.” Tıpkı adalet sistemi gibi üniversitenin de özerkliği yok olursa toplum çok büyük felaketler yaşar. Örneğin salgın, deprem, çevre kirliliği, ekonomi, ruh sağlığı, toplumsal barış gibi can yakıcı konularda üniversitenin nesnel uzmanlığından yararlanmak yerine sığ siyasi söyleme teslim olan bir ülke sorunlarını çözemez, gerçekten çok ciddi sorunlar yaşar. Akademik özerkliğin ne olduğu, Boğaziçi’nin bu konudaki birikimini daha ayrıntılı öğrenmek isteyen okurlara eski rektörlerimizden Üstün Ergüder’in yazısını okumalarını salık veririm. Gerçi bu alanda çok sayıda hocamızın mülakat ve yazıları yayınlandı ama şu sıralar en son yayınlanan ve kapsamlı bir yazı olduğu için bunu öneriyorum. Son olarak da umutlu bir şeyler söylemek isterim. Dediğim gibi, 37 yıldır bu kurumdayım, ilk kez Boğaziçi kendi kimliğini bu kadar yoğun tartıştı, tüm bileşenler ilk kez bu kadar güçlü şekilde bir araya geldi ve kendini, önemini fark etti. Dolayısıyla çok güçlü bir Boğaziçi var artık, üstelik toplumun kimi kesimlerinde pompalanmaya çalışılan -esasında gerçekliği olmayan- “fildişi kulede yaşayanlar” imajı da yerle bir oldu. Dolayısıyla yarın çok daha sağlam bir Boğaziçi olacak. Öğrencilerimden fark ediyorum, herkes yaptığı işe daha bir hırsla sarılıyor, daha çok çalışıyor.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Günler çalışarak geçiyor. Bir yıldır üzerinde çalıştığım bir romanım var, onu yazıyorum ağır ağır. 1890’da doğmuş ve 70lere dek yaşamış bir ressamın hayatını merkeze alan bir sanatçı romanı. Tabii aynı zamanda tarihsel bir roman da oluyor. Resim oldum olası çok sevdiğim, bana ilham veren bir sanat dalı olmuştur. 'İstanbul’da Bir Merhamet Haftası' adlı romanım Max Ernst’in resimleri üzerine kuruluydu örneğin ya da 'Tanrı Beni Görüyor mu?' kitabımdaki birçok öyküde resim, illüstrasyon kullanmıştım, zaman zaman türler arası çalışmalara girişmiştim. Şimdi hem resim yapma sürecini hem de resim sanatının Türkiye’deki gelişimini anlatan bir roman olacağa benziyor. Heyecanla okuyorum, yazıyorum.